Bahattin YILDIZ (Yazan)

1.Sayfa
Istakoz Büyüsü/2.sh
Istakoz Büyüsü/3.sh
Istakoz Büyüsü/4.sh
Istakoz Büyüsü/5.sh.
Istakoz Büyüsü/6.sh.
Istakoz Büyüsü/7.sh.
Istakoz Büyüsü/8.sh

BU SITE; DANSÖZ KIVIRMALARI SITESININ UZANTISIDIR.

ISTAKOZ BÜYÜSÜ

 

 

                                                                                                          1

 

 

Yorulan bacaklarına rağmen yağmurun ıslattığı kaldırımları inadına adımlıyordu.

Arada banklarda dinlenerek, öğleden beri sürdürdüğü bu eylemle, ayakkabıları estetik yapısını biraz daha bozacak kadar kabarmıştı.

 

Taksim’i, Beşiktaş’ı dolaştıktan sonra yeniden dönmüştü, ‘Gece uyumaya ayrılmış gün dilimidir’ savını; sakinlerine ve konuklarına geçersiz kılan Beyoğlu sokaklarına...

 

Gece; burada temsil etmezdi karanlığı...

Eğlence merkezlerine, barlara, restoranlara, ufak otellere ev sahipliği yapan cadde ve sokaklar, -bilinçli veya bilinçsiz- gecenin çabucak bitmemesi için dua eden insanları barındırırdı…

 

Tek başına ya da birkaç arkadaşıyla birlikte eğlenenler...

 

‘Dertliyim’ yazısı okunabilecek kadar belirgin ve derin çizgilerle kaplı yüzleriyle, küplerinde biriktirdikleri zehirleri karşısındakilere akıta-rak efkar dağıtma çabası içinde olanlar...

 

Bedenlerini veya zulalarında bulunan uyuşturucuyu satarak para kazanmaya çalışanlar...

 

Ve daha birçok değişik güdülerle hareket eden insanlar...

 

Sınıflandırmak zordu onları...

 

Yorgunluk ve Açlıktan oluşan çifte acının ağır yüküyle inadına yürüyen adamı, anılan ya da anılmayan genel sınıflandırmalardan herhan-gi birine girdirmek olası mıydı?...

Bilinmiyordu…

               

'Özdal,' isimli gencin bu gece; barındığı evin dışında, Beyoğlu'nda zaman geçirmesini sıra dışı bir olgu gerektirmişti...

Arkadaşı Gazi'nin özel bir işi nedeniyle, onla birlikte kaldıkları daireye kuşluk vaktine kadar geri dönmesi yasaklıydı.

Gazi’nin her hafta sonunda güpegündüz birlikte olduğu kız arkadaşı, her nasılsa yatılı kalmak istemişti bu gece.

Gerçi bu durumu olağan karşılamıştı. Çünkü, bugün nisan ayının on biriydi. Nisan ayı ve on bir sayısı kendi için hep uğursuzlukları temsil ediyordu...

Hafta sonları kolay oluyordu onları yalnız bırakmak.

Gazi’de zorlanmazdı, mahcubiyet duymazdı kendisine karşı.

Ya bu gece?...

Sevgilisi gelmeden önce sözcükler nasılda yuvarlanmıştı Gazi’nin ağzında.

Demek istediğini açıklıkla sunamamanın verdiği gerginlikle nasılda terlemişti, soğuğa yakın ılık odada...

 

 Evini kendine kullandıran, tüm gereksinimlerini –sigara parası dahil- karınca kararınca karşılayan Gazi’yi zor durumda bırakacak kadar anlayışsız değildi.

Barınabileceği başka bir yer olmamasına karşın ‘Bir arkadaşında kalabileceğini’ belirterek rahatlatmıştı…

Aksi durumda, bir geceliğine de olsa soğuk sokaklarda zaman geçirmesine neden olmadan sızlayacak vicdanıyla baş başa bırakmış olacaktı onu.  

 

İyi bir insandı Gazi.

Ama, iyiliğinde bir sınırı vardı. Yaşamının tüm alanlarını kendine göre ayarlamasını beklemek olmazdı ondan. Gazi’de taşabilirdi bir gün ve o bir gün geldiğinde işin ucunda sadece evden değil, İstanbul’dan da olmak vardı. 

O, annesi veya babası değildi. Akrabası da değildi. Sadece Basın-Yayın Fakültesinde aynı dönemleri ve amfileri paylaşmış iki arkadaştılar.

Okuldayken de çok yararını görmüştü.

Ondan az mı kopya çekmişti?...

Çalışkan olanların bencilliğini sergilemeyerek ve tüm riskleri göz önüne alarak sınav kağıtlarını neredeyse çarşaf çarşaf önüne sermemiş miydi?...

 

Akşam karanlığından, gece yarılarına kadar Lalelide açtığı ve çoğu müşterilerinin Romen turistler olduğu işporta tezgahında, yüzünü güldüren terlik satışları yapamadığı günlerde, bu durumu somurtkan suratından anlayan Gazi, az mı teselli vermişti?...

Bazen ihtiyacı olmadığı halde alışveriş yaptığı gibi, yurttaki öğrencilere satılmasında aracılık yapmıştı. Verimli satışları olmuştu. Sevilen biriydi ve sevenleri onu kırmıyordu.

Terlik satışını, bir zabıta memuruna son yakalanışıyla noktalamıştı.

Bıkan ve bıktıran kovalanmalardan iyice tiksinmişti. Zabıta Bölge Sorumlusu bir daha satış yaptırmayacağına, 'namusu ve şerefi üzerine' yemin etmişti. Mimlenmişti. Bu olay işportacılığı bırakma isteğinin tuzu ve biberi olmuştu.

İşporta işini, son sınıfın ikinci döneminde bırakmıştı.

Kaldığı öğrenci yurdundan ise, iki ay sonra ayrılmak zorunda kalacaktı. 

 

Basın-Yayın Fakültesinden mezun olup, çıkış belgesi eline tutuşturulduktan iki gün sonraydı. Devlet yurdunda kalmasının yönetmeliğe aykırı olduğuna dair tekrarlı anlatımlarla çıkması istenmişti.

"Kalacak yerim yok!..."

"Parklarda mı yatayım?...

"İş buluncaya kadar idare etseniz?..."

yalvarmalarını dinleyen kulakların sahipleri anlamsız gözlerle bakmışlardı kendine...

Zorla atılmıştı... Karşı koymak bu sonucu engelleyememişti.

 

Otelde bir gecelik kalacak kadar bile parası yokken, imdadına yine Gazi yetişmişti.

Beyoğlu’nun arka sokaklarının birinde bulunan derme çatma dört katlı bir binanın üst dairesindeki evine kabul etmekle, yardımını görmüştü bu kez…

Gazi; ailesinin desteğiyle kiralamıştı burayı.

Yine, ailesinin desteğiyle Körebe Medyasında iş bulmuştu.

Körebe gazetesinde, alt düzeyde muhabirlik, küçük çapta sokak gösterilerinin haber ve yorumlarını yapıyordu.

Yine aynı medyaya ait Körebe Televizyonunda beğenilen haberleri kullanılıyordu.

Yükselebileceğine iyi bir yere gelebileceğine olan ümidini, sürekli Özdal'la da paylaşıyordu.

Azimliydi, yetenekliydi, gözünü budaktan sakınmayan doğal bir yapısı vardı. Onun mesleğinde yükselmesi ve ilerlemesi Özdal içinde yararlı olacaktı.

 

"Lan!..." derdi, gözünü kısarak Gazi. "İyi bir yere geleyim, seni bizim holdinge aldırmazsam şerefsizim!"

İstanbul’da kalabilmesinin tek dayanağı Gazi olmuştu.

Bırakın ortak giderlere katkı sunmayı, öznel giderleri dahi Gazi tarafından karşılanmaktaydı.

'İş bulduğunda giderlere katkıda bulunacağına' dair vaadinden bu yana, beş aya yakın bir süre geçmişti...  

Bu durumu daha ne kadar devam ettirebileceklerdi?...

Gazi, daha ne kadar sessiz kalacaktı?...

 

Gazi'nin son zamanlarda merakın ötesinde bir edayla, "İş bulamadın mı?..." sorusundaki üslubu; kırmızı ışıktan önceki sarı ışık gibi geliyordu…

"İnsan istediği işi bulamadığında, bulduğu bir işle idare etmeli..." eklemesi ise sarı rengi olanca netliğiyle gösteriyordu.

Böyle giderse bir gün kendisini idare etmeyi bırakacak mıydı?...

Onunla yol ayrımına gelecekler miydi?...

Kim bilir?...

               

Bu olasılığın gerçekleşmesi cehennemi bir yaşamın başlangıcı olacaktı.

Çok sevdiği babasının ölümünün daha kırkı dolmadan, annesinin ekonomik nedenle evlenmek zorunda kaldığı magandayla aynı çatıyı paylaşmak üzere Bursa’ya gitmekten başka çare kalmayacaktı.

 

Bir başka seçenek daha vardı.

Parklarda yatmak!...

Soğuk havaya hiç dayanıklı değildi.

Gazetelere geçebilecek, "Basın-Yayın Fakültesi mezunu bir genç, parkta yatarken donarak öldü!" sür manşeti gözlerinin önüne geldi.

Bu haberi, ölü halinin dahi hazmedebileceğini sanmıyordu.

       

Bir omuz darbesi düşüncelerinden sıyrılmasına neden oldu.

Vuran taraf kendiymiş gibi, "Pardon!..." dedi.

Vuran omuzun sahibi ukalaydı. " ‘Pardon’ çıktı çıkalı ayılar çoğaldı!" diye bağırdı.

Özdal, duymazlıktan geldi ve adamdan iyice uzaklaşıncaya kadar adımlarını hızlandırdı.

               

Çevreyi gözlemeyi yeniden sürdürmeye başladı…

 

Restoranların, barların, meyhanelerin açık kapı ve pencerelerinden gelen değişik türde müzik sesleri ile insan ve araç sesleri birbirine karışıyor, bira, rakı, şarap kokuları bu karışıma ikincil katkıda bulunuyor,

yanıp sönen panoların farklı ışıkları, ‘bana gelin’ vurgulaması yapıyor-du…

Hassas kulaklar, seçici gözler ve iyi koku alan burunlar; bunların çıkış kaynağını oluşturan yerlerde bulunan müşterilerin beyin yapıları, kültür ve zevkleri, hatta giyim kuşam tarzları konusunda isabetli yorumlarda bulunabiliyordu...

Tabi ki, ekonomik yetersizliği nedeniyle öznel tercihini kullanamayacak konumda bulunan kişiler bu yorumların hata payı olacaktı.

 

Bu sokakta; eğlenme, efkar dağıtma, alkol alma, aşk yapma, müzik dinleme ve daha birçok yönden her kesimden insanları karşılayacak işyerleri mevcuttu.

Özdal, kendi zevkine uygun bir mekanı bulmakta acemilik çekmeyecek kadar iyi bilirdi bu sokakları...

Ama, yeme içme hala paralıydı ve cebinde ise hiç para yoktu.

Şu anda bulunduğu konuma o kadar çok kinlenmişti ki; üzerinde bulunan pardösü, Gazi’nin emaneti olmasaydı, oracıkta çıkarıp, "Satılık Pardösü var!" diye bağıracak, müşteri çıktığında ise satacaktı.

Hiç müşteri çıkmaması durumunda bir şiş kuşbaşı ile iki duble rakıya dahi takas edebilirdi…

'Satsam!' ne kadar çok kızardı, Gazi...

İstanbul’da kalabilmesinin tek dayanağı olan Gazi’ninde, bir tahammül sınırı olmalıydı.

Onu kızdırmamalıydı...

 

Buzdolabında bulunan az salamı yarım ekmekle götürdüğü sabahın 9.30’un dan beri ağzına yiyecek namına bir şey girmemişti.

Masa üzerinde bulunan, Gazi’ye ait bir sigara paketinden aldığı dört adet sigarayı ise, yak-söndür metoduyla içerek bir süre idare etmişti.

 

‘Param var!’ demişti, Gazi’nin ‘Paran var mı?’ sorusuna.

Önceki gün aldığı parayı, tutumlu harcayamadığı gerçeğini saklaya-rak…

               

Yemek istiyordu...

Şişe suyu istiyordu...

Sigara istiyordu...

Rakı istiyordu...

Eğlenmek, efkar dağıtmak istiyordu.

Gördüğü dekolte giyimli kadın bedenleri, cinsel dürtülerini harekete geçirmişti...

Birde seks yapmak istiyordu.

 

İstediği çok şey vardı.

Ama birini dahi elde edebilecek parası yoktu.

Gereksinimlerinin en azından birinin karşılanmasıyla; gerginleşen bedeninin, sinir tellerinin, mide gurultularının, beyin ağrımasının ve feri sönen gözbebeklerinin az da olsa normalleşmesi sağlanabilecekti.

Üste vuran arzu, açlığını bastırmaktı. Beyoğlu’nun arka ve ön sokaklarından yayılan her çeşit ızgara kokusu, kokoreç, sakatat, balık kokuları; burnundan beynine, beyninden midesine vuruyordu. Mide asitlerinin aşırı ve boşa çalışması hafifçe göbeğini bile şişirmişti.

Gördüğü yiyecek türünden her şey, gözlerini yuvasından çıkaracak derecede çeperlerini zorluyordu…

 

Üniversite yıllarında edindiği toplumcu düşünceleri nüksetti. Geldiği noktayı, bir kez de bu bakışla irdeledi bir süre…

               

Merhum babaannesinin, sürekli tekrarladığı bir atasözü kulaklarında çınladı.

"Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar!"

Hüzünlü bir gülümseme yansıdı yüzüne...

Kendisi 'Aç'tı!...

Lakin gördüğü herkes ve hatta sokak aralarında başıboş gezinen kediler ve köpekler dahi bir şeyler yemiş, yiyor veya yemeye hazırlanıyor-lardı.

Hele, dişlerinin arasında kalan yemek artıklarını yeni icat olmuş kalın kürdanlarla temizleye çalışanlar yok mu; şayet atasözü doğruysa kıyametin açık ve kesin tahrikçileri olmalıydılar...

Ah Babaanne!!!...

Yüzlerce kez kıyamet kopmalıydı, ama kopmuyordu. Açlık kıyametini yaşayan ise, görünürde sadece kendisiydi.

 

Hassas burnu, yemek ve içki kokuları armonisine gizlenmiş kenef kokusunu ayrıştırdı. Çişinin olduğunu anımsatmıştı bu koku... Kasıkları-nın ağrımasının yorgunluk dışında bir nedeni de bu olmalıydı.

               

Ufak ve salaş bir meyhaneye, omuzlarını kalkık tutarak, göğüslerini dikleştirerek müşteri görüntüsü verip girdi.

                ‘WC’ yazılı kapıyı bulmakta zorlanmadı.

İhtiyacını giderdi. Elini yüzünü, köpürttüğü sabunla yıkadı. Bol suyla duruladı. Avucuna akıttığı sudan, -tadı hoşuna gitmese de- kana kana içti.

Lavabonun bulunduğu yerden dış kapıya yönelirken; boyca uzun, kiloca iri bir garson boş masalardan birini işaret ederek buyur ettiğinde, "Kontak anahtarını arabada unuttum," diyerek sıvıştı meyhaneden.

Zor anlarda ağzından dökülen ani yalanlara bayılırdı. ‘Bu da ayrı bir yetenek olmalı,’ diye geçirdi içinden.

 

Başı dönüyordu. Kokular, görgüler ve duyumlar sarhoş etmişti...

Civardakiler, yedikleri ve içtiklerinden sarhoş olurken, kendi bu eylemleri gerçekleştiremeden sarhoş olmuş gibiydi.

Açlık, nefes alışverişlerini doyurucu kılmıştı. Neyse ki, aldığı hava bedavaydı. Kimse hesap pusulası uzatmıyordu.

Kahkaha ve yüksek oktavlı insan sesleri iğrenç uğultulardı, kulaklarında.

Bulunmak istediği bir koroda, korist olamayan bir sanatçının hüznündeydi...

Kendine gülüyorlar gibi gelmişti bir an.

 

Aralarında ilköğretimi bile tamamlamamış insanlar da olmalıydı...

Onların kendinden üstünlüğü bir şekilde elde etmiş oldukları maddiyatlarıydı.

Kültür ve eğitimdeki düzeyi, beyninin iyi çalışması, yoğun bir bilgi birikimine sahip olmasına rağmen, cebinde bir çeyrek ekmeklik kokoreç veya midye alacak parası dahi yoktu...

Eğitim tek başına karın doyurmuyordu...

 

Boş bir bira şişesine ayakkabısının ucuyla vurdu.

Bira şişesi, önde yürüyen bir kişinin ayakkabısının terkine hafiften dokundu.

Geriye dönen adam, Özdal’a kibarca bakıp, mırıldandı. "Bu sokağın sarhoşları bazen çekilmez oluyorlar!" dedi ve yoluna devam etti.

 

Özdal, bulunduğu sokağın sonuna gelmişti. Yan sokağa saptı. Bu sokağın da kalabalığı öncekinden az değildi.

 

Bireyler, küçüklü büyüklü gruplar yine üzerine geliyordu sanki.

Çalmakta olan müzik parçalarına karışan bu insan selinden çıkan sesler, açlıktan kaynaklı kulak çınlamasına ekleniyordu.

Ömrü boyunca hiçbir şey yememişçesine açlık çekiyordu.

Karnını doyurma karşılığında, kalan ömrünün yarısını bile vermeye razıydı.

Dikkatini kalabalığı yararak, aralarından sıyrılarak, hızlı adımlarla bulunduğu yöne doğru gelmekte olan bir kadın çekti.

Siyah renkli bir pelerin ve blucin giymişti.

Kapüşonluydu.

Gözlerini seçememesine rağmen kendisine baktığı hissi uyanmıştı.

Ortama uymayan bir yürüyüş sergiliyordu.

Sanki yürümüyor, kayarcasına ilerliyordu...

Çevresine göz gezdirdi.

Kendisi dışında ona dikkat eden yoktu.

Aralarındaki mesafe git gide kısaldı...

Kısaldı...

‘Özdal!... Özdal!...’ seslenişini duydu.

Arkasına baktı…

Aynı adı taşıyan başka birine mi seslenilmişti acaba?…

Başını yeniden kadına döndürdü.

O, omuz hizasına yaklaşmıştı...

Onun, ‘gel’ mimikli el işaretini gördüğünde, ‘beni takip et’ fısıltısını duyduğunda dizlerinin bağı çözülmüştü.

Hemen toparlandı. Geri dönerek onu takibe başladı.

Davet eden kadın hızını azaltmamıştı.

Özdal’da hızlandı.

 

Onun hızına ayak uydurmaya çalışıyordu. Normal yürüyüşüyle aradaki mesafeyi kısaltamayacağını anlayınca, koşar adım pozisyonuna geçti.

Kalabalık gizleyiciydi...

Gözden kaçırmamalıydı...

Henüz tanışmamış, bir çift laf dahi edememişlerdi. Adını, sanını, ikametgahını dahi bilmediği bu bayanı gözden kaçırdığında, bir daha göremeyebilirdi.

O kadar insanın içinde sadece kendisine ‘gel’ demişti...

Bir çoğuna göre yakışıklı olduğunu biliyordu.

Yine de kalabalıkta fark edilmek okşayıcıydı.

Başkalarına hiç bakmamış, incelememiş, gözlerini kendisine sabitle-yerek yaklaşmıştı...

Kendisini hedeflemişti... Bir başkasını değil...

Başkalarıyla kendisini veya kendisini başkalarıyla kıyaslamamıştı... Hem buna zaman ve mekan da uygun değildi...

O, çok hızlı yaklaşmıştı...

Sözsel ve mimiksel sinyalleri hızını kesmeden verip uzaklaşmıştı.

Önceden tanışıyorlar mıydı yoksa?...

Öyle olsa bile loş aydınlıkta ve kalabalıkta nasıl fark etmişti?...

                Bulundukları sokağın köşesinden dönüşünü alan kadının peşisıra kendi de döndü...

Kadın, kaldırımı üç beş adım arşınladıktan sonra, caddenin karşı kaldırımına  geçti.

Bir başka sokağa girdi.

Özdal’da aynı sokağa daldı.

 

Sokağın her iki yanı, iki-üç katlı evlerle sıralıydı. Olabildiğince sessizliği yaşayan ve yaşatan parke taşlarıyla döşeli sokaklardan biri...

 

Sokak lambalarından yayılan sönük ve yorgun ışıklar kadına egzotik bir hava veriyordu.

Kadının yürüyüşünde narinlik izlenmese de, çekici bir bedeni sunuyordu dışsal görüntüsü...

 

Kadının ayakkabı topuklarından çıkan "Tıık!.. Tık!... Tıık!..." seslerine;

Özdal’ın sahte japon köselesi tabanlı ayakkabılarından çıkan,

"Taak!... Takk!... Taak!.." sesleri yanıt veriyordu.

 

Bir müzik parçasının iki enstrümanı ya da iki ozanın aşık atışması gibiydi bu sesler.

Yolun bozuk kesimlerinde daha bir kalınlaşan sesler...

Gecenin karanlık sokağı, bu sesleri özenle kucaklıyor, içine alıyor, hazmediyor ve akordunu yapıp, akis veriyordu…

Sokak, geçiş hakkı tanıdığı iki insanla konuşmak, gecenin hüznünü paylaşmak istiyor gibiydi.

Sokakta kimsecikler görünmüyordu; takip edilmesini isteyen kadın ile takip edilmesi istenen (ve takip eden) Özdal dışında.

               

"Tıık!.. Tık!... Tıık!..."

"Taak!... Takk!... Taak!.." sesleri dışında, sessizlik hakimdi...

 

Kadının daha da hızlandığı ayak seslerinden bile anlaşılıyordu.

"TıkTıkTIk! TıkTIkTık!..."

 

Özdal’da, ayak uydurdu bu hıza.

"TakTakTak! TakTakTak!...

 

"Tık Ik Tk!.."

 

"Tak Ak Tk!.."

Özdal’ın solumaları da eklenmişti ayakkabılarından çıkan kalın seslere...

"TakHuh! TakHoh Tk Offf!.."

 

Bu hız ve koşuşturma nedendi?...

Artık sonlanması gerekmez miydi?...

Özdal’a göre sonlanması gerekiyordu.

Takip etmekte olduğu kadını da uyarmalıydı.

Seslendi.

"Bekler misiniz!?..."

               

Kadın, yürüyüşünü sonlandırmadan, başını doksan derece çevirdi.

Eliyle, "gel" işareti yaptı…

 

Kadınla ilk yüzleşmesinden önce yürümeye dermanı kalmamışken, kadının daveti kendisine azımsanmayacak bir enerji vermişti. Ama bu suni enerjide bitmişti. Burnundan ve arkasından soluyordu. Unuttuğu açlığı olanca şiddetiyle yeniden geri dönmüştü hem.

 

Kadının bulunduğu taraftan esen yel, ten kokusuyla karışık parfüm kokusunu burnuna üfledi. Ağır ama çekici, cinselliği çağrıştıran ve uyaran bir kokuydu. Çekti... Çekti... Çekti... İçi bir hoş olmuştu. Güç gelmişti. Artık açlığını, acısız hissediyordu. Önüne şu an hangi yemeği koyarlarsa koysunlar ikinci planda kalacaktı. Kokuyu barındıran nesne öncelik kazanmıştı...

Takip ettiği kadınla kapalı bir mekanı paylaştıklarını hayal etti. Çırılçıplak uzandıklarını...

Görünümü, kokusu teninin bir zar kadar ince ve hassas olduğu duygusunu veriyordu. Böyle bir yapıya sahip olan kadının kemikleri de ince ve yumuşak olmaz mıydı?...

Kadının omzunu; kemiğiyle temas edinceye değin, kanatırcasına dişlediğini hayal etti. Kuru ağzı sulanmıştı. Ağız suyunun aktığı hissiyle, elinin tersini dudak kenarlarına götürdü. Ama yaşlık yoktu. Akıntı hissi kendi kuruntusuydu...

Kemik kemiren bir köpeğin görüntüsü canlanınca gözlerinde, özeleştiri yapmaya başladı....

'Saçmalama!' dedi... Mide açlığıyla, cinsel açlığı birbirinden ayrıydı. Alanları birbiriyle karıştırmamalıydı. Güdüleri açlık merkezli; saçma sapan salgı, duygu ve düşünce üretiyordu.

Zihninden geçen saçma düşünceleri onaylamadıkça, benliği kabul etmedikçe bir zararı olmazdı. Lise dönemindeki psikoloji hocasının, sürekli verdiği bir örneği anımsamıştı.

 <Yılanın aynadaki görüntüsü ısırmaz!>

Yinelemelerle kafasına kazınan bir sözdü. Gerekli olan bir zaman ve mekanda anımsamıştı yeniden...

<Bazı düşünce ve hayallerin aşırı yinelenmesi; düşünsel saplantıyı, bu saplantının sürekliliği durumunda  -benlik istemese de, haz etmese de- eyleme dökülmeye öncülük yapabilir!...>

Bu teoriyi, bir kitaptan okumuştu. Kitabın ismini ve yazarını anımsamıyordu, önemlide değildi.

 

Felsefi tartışmaların zamanı değildi. Yaşamakta olduğu zaman ve mekana dönmeliydi...

 

Ya kadın, ‘avucunu yala’ derse...?

Öyle yağma yoktu. Bu kadar yolu yorgun bacaklarla, aç mideyle yürümüşken, dili bir karış dışarıdayken köpek muamelesine uğramayı kabul etmeyecekti...

‘Gel!’ davetinden, eli boş dönmenin ağırlığını taşıyabilecek kadar gücü kalmamıştı.

Soyunmazsa, zorla soyacaktı...

Buna cesaret edebilir miydi?...

Yanıtlamadı…

 

Bu arada, kadın sokaktan sokağa geçerken, sokakları ardı ardına kovalarken, Özdal; onu ve dolayısıyla sokakları kovalıyordu.

Geçtiği sokaklar ise Özdal’ı...

 

İlk ıssız sokaktan sonra geçtiği tüm sokaklar birbirinin aynı gibiydiler.

Ardında bıraktığı sokaklar sanki sürekli yineleniyor, aynı yerleri bir çok kez arşınlamış gibi geliyordu…  

               

Bir sokağın daha sonuna yaklaşıyorlardı.

Kadının, her sokağı dönüşü anında oluşan; ‘gözden kaybetme’ korkusu, kalbinin vuruş ritimlerini yükseltiyordu.

Bu endişeyi duymamak için daha çok yaklaşmalıydı.

Ne kadar çok yakınlaşırsa ona; o kadar uzaklaşacaktı kalp çarpıntıla-rından...

Adımlarını biraz daha hızlandırdı.

               

Köşeyi döndüğünde kadınla arasındaki mesafenin üç-dört adımlık kadar kaldığını gördü.

Kesik kesik duyulan soluklarını, onun ensesine hissettirmesine ramak kalmıştı...

Yakın sokakların birinden gelen,

"Booozaaaaaaa!!!... Booozaaaaaaa!!!" bağırtısı kulaklarında çınla-dı...

Lanet okudu, bozacıya ve çıkardığı sese...

Aslında bozacıları çok severdi; sattıkları bozadan dolayı.

Her anımsadığında ekşimtırak tadını damağında hissederdi…

Bozaya olan bu nefreti, son zamanlarda altlara ittiği taze bir anısını çağrıştırmasından kaynaklanıyordu.

Bir haftalığına Bursa’ya ziyarete gitmişti. Annesinin, ikinci evliliğinden sonraki bir zamandı. Her gece yarısı üvey babasının; bozacıyı çağırarak birkaç kadehi annesiyle birlikte devirmesi sonrası, annesinin, ‘Özdal duyacak!... Yeter!... Her gün her gün olur mu?’ yalvarmalarına karşın neredeyse zorla gerçekleştirdiği cinsel birleşme esnasında, soluksuz kalan astımlı hastalar gibi çıkardıkları sesler ile karyolanın paslı yaylarından çıkan kulak tırmalayıcı gıcırtılar, uyuyor görüntüsüyle uyanık kaldığı yatak odasına kadar gelen iğrenç seslerdi...

 "Booozaaaaaaa!!!... Booozaaaaaaa!!!" bağırtıları o iğrenç sesleri de var etmişti kulağında.

"Pooof! Pooof!!! Pooof!... Gıcırt!... Gıc!... Gıcı!..."

Üvey babasının; annesine bir anlamda zorla tecavüzü esnasında, onlardan ve bulundukları karyoladan çıkan, 

‘Pof! Hoh!... Huh!... Pooof!!! Puf!... Gıcırt!... Gıc!... Gıcı!!!..’ sesleriyle, şu an duyduğu sesler; kulaklarında varolan karma, ilintisiz seslerle uyuma geçmiş, uyumlu notalara dökülmüş gibiydi.

Kadının ayakkabılarından çıkan; ‘TıkTıkTIk!...’ lar...

Özdal’ın ayakkabı ve solumaların dan çıkan, ‘TakTakTak!.. TakHuh! TakHoh Tk Offf!...’ lar...

Bozacıdan çıkan "Booozaaaaaaa!!!... Booozaaaaaaa!!!..." lar…

Bozuk sokak lambalarından çıkan ‘Vıjjjjjjj!!!’ sesleri...

Uzaktan gelen köpek havlamaları...

Sokak; artık ayakkabı seslerinden daha fazlasını barındırıyordu...

Tümü yankılanıyordu Özdal’ın ve kadının kulaklarında;

 

‘TıkTıkTIk!...

TakTakTak!..

TakHuh!

TakHoh! Tk Offf!...

Booozaaaaaaa!!!... Booozaaaaaaa!!!...

Pof! Pooof!!! Puf!...

Gıcırt!... Gıc!... Gıcı!!!..

Vıjjjjjjj!!! Hav! Hav! Havvvv!!!..."

Sokak, sesleri tümüyle aksettirmekte zorlanıyordu.

Kısaltmalara geçti;

 

"Boza! Gıcır! Off! Hav!

                                                     Tak! Pof! Huh! Tık! Poff!

                                     Gıc! Vıjj! Gıcırt!! Hav!...

                      Bozofav Gıcırtak Huhvıj

      Pofhav Tıkof !...

Botatık Havcır Favhav!.. "

 

Her şeye rağmen canı çekmişti, bozayı...

Acaba takip ettiği kadında boza sever miydi?...

Seviyorsa, sokakta birer kadeh içme teklifinde bulunmasına ne derdi?...

Teklifini kabul ederse, bozaların parasını öder miydi?...

Boza, cinsel isteği kamçılayıcı özellik de barındırıyordu. Boza içmelerinin bu yönden de yararı olacaktı. Arzu ettiği olasılık gerçekleşirse; gacır gucur ses çıkaran bir karyola üzerinde bile cinsel birleşmeye razıydı. Üvey babası ile annesinin cinsel birleşmeleri esnasında karyoladan çıkan ve kulağından silinmemiş sesler rahatsızlık vermiş olsa da, bu kez benzer seslere alışacak, belki de müzik sesi gibi algılayacaktı...

 

 "Bayan!... Boza sever misiniz?..." sözcükleri istem dışı döküldü ağzından...

 

Sokağın ortasında yürümekte olan kadın, aniden durdu...

Geri döndü.

İşaret parmağını dudaklarına götürerek, ‘sus!’ işareti yaptı.

               

Özdal’ın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Kadın durmuş ve kendisine doğru dönmüştü...

Bekliyordu...

Bekleyeni, bekletmemeliydi. Bir adım sonrası onunla göğüs göğüse gelecekti. Saracaktı eliyle onun elini sımsıkı; saracaktı onun eli, elini... ‘Özdal’ ismini, ağzını doldura doldura, ‘Özdaall!’ olarak  söyleyecek, onun ismini söylemesini heyecanla bekleyecekti... Tanışma sonrası, ‘Memnun oldum!’ diyecekti…

 

Belki daha samimi bir tanışma olacaktı...

Sarılma ve öpmeyle başlayabilirdi örneğin. Hele umduğu işveli ve isterik gülüşle tepki verirse... En azından kadının amacı konusunda kafasında varolan ‘acabaların’ birçoğu eksilecekti.

İşveli ve isterik gülüşü iyi bilirdi.

Aynı sınıfı -bazen aynı yatağı paylaştıkları- ve sonrada bıçak taşıdığına yönelik buram buram feminizm kokan bahanelerle, kendisini terk ederek zengin bir öğrenciyle çıkmaya başlayan Sevici’yi anımsamıştı.

O özel anlarda işveli ve isterik güler, gözleri ışıldardı.

Bu, ‘Senle yatmak istiyorum!’ anlamına gelirdi.

Her işveli ve isterik gülümsemesi sonrası, Sevici’nin kız arkadaşının bekar evinde birbirlerini altlı üstlü bulurlar ve sabahlara kadar akıtılan salgılarla ev sahibi kızcağızın çarşafını kokuturlardı...

 

İşte göğüs göğüseydiler. Birbirlerini süzüyorlardı. Özdal, ağzını yayarak gülümsedi. Kollarını, onu sarmak ve öpmek için uzattı. Gözleri kendiliğinden yumulmuştu. Doğal bir eylemiydi. Onu daha iyi hissetmek isteyen beden ve duygularının refleksiydi.

               

Kollarını, kadını sarmalayacak biçimde birbiriyle birleştirmiş olmasına rağmen, kadının bedeniyle temas edememiş olması garipti.

Yumuk gözlerinin çeperini araladı.

Birbiriyle birleştirdiği kolları arasında kadın yoktu.

Kadın karşısında bile değildi...

‘Nasıl olmuşta kollarının arasından sessizce kaymış ve uzaklaşmıştı?...’

 

Sinirden bir yay gibi gerindi.

Koşacak ve yakalayacaktı...

Kırma ve incitme pahasına bileklerinden yakalayıp sıkacak sıkacaktı; derdi neydi öğreninceye kadar...

‘Gel!’ demişti. Gelmişti. ‘Takip et!" demişti, etmişti. Gülümsemişti kendisine, gülümsemişti ona. Beklemişti kendisini, bekletmemişti onu...

Ama gözlerini kapamasından yararlanarak kaybolmuştu bir anda...

                Hatta, ayakkabılarından, ‘Tık! Tık! Tık’ seslerini çıkartmayacak kadar sessiz bir şekilde...

               

Koşmak için yapacağı ilk atağı, kulağına gelen bir ses engelledi.

 

"Abiciğim!... Hele bi dakka dur!..."

 

Bir anda karşısında beliren iki kişiden birinden gelmişti bu ses.

Sokak ışığının hafif aydınlığında; biri uzun boylu, diğeri kısa boylu iki kişinin duruş ve yüzleri, ‘Biz Tinerci Çocuklarız!’ etiketliydi.

"Si… olun! Sizinle uğraşamam!..." diyerek onlardan uzaklaşma  girişimini, arkasından uzanan kollarıyla, karnının üzerinde ellerini kenetleyen kısa boylu tinerci genç engellemişti.

"Bırak beni!" diye bağırdı Özdal.

Kavrayan kolları, tüm gücüyle birbirinden ayırtmaya, açmaya çalıştı...

Başarılı olamamıştı.

Bacaklarını yanlara açıp, eğildi…

İki bacağının arasından, her iki kolunu uzatarak, arkasında kendisini sımsıkı kavramış tinerci gencin her iki ayak bileklerini yakaladı. Kendine doğru çekti. Bu teşebbüsü başarı hanesine yazılmalıydı.

Tinerci gencin ayaklarını yerden kesmişti.

Sırtını geri itmesi kenetlenen kolların çözülmesini sağlamış, tinerciyi sırt üstü yere düşürmüştü. 

Kısa boylu tinerciden, kafasının kaldırım taşına değmesi esnasında tok bir ses çıktı…

 

Uzun boylu genç, elini beline attı. Ucu sivri ve  kavisli; sapına doğru genişleyen, kesici yüzü tırtıllı bir bıçak çıkardı.

"Sen bittin lan olum!..."

İlk hamlesini savurdu. "Sen öldün lan!" dedi, bu kez.

Yapılan hamleyi kendisini geriye atarak savuşturdu Özdal.

Kot pantolonunun arka cebinde bulunan gövdesi ve sapı ufak sustalıyı çıkarıp, düğmesine bastı.

Şimdi her ikisinin gövdesi öne eğik, yüzleri birbirine paralel, ellerinde tuttukları bıçağı sağdan-sola, soldan-sağa az mesafeli rotalar çizerek gezdirirlerken, her birinin akı kırmızılaşan gözleri, yekdiğerinin gözlerine ölümcül bakışlardaydı.

Birbirleri etrafında yarım ay çizerek; birbirlerinin açığını yakalama-ya, birbirlerine açık vermemeye çalışıyorlardı.

Kısa boylu genç ise, hala baygındı. Başından sızan kan, kaldırım taşını ısıtmaya çalışıyordu... 

Uzun boylu tinerci genç ise onunla ilgilenecek konumda değildi…

 

Kavgayı izleme mesafesinde olan evlerden, içi aydınlıkta olan beşinin ışıkları kapatılmaya başlanmıştı. 

Süregelen kavgayı izlediklerinin bilinmesi, resmi makamlarda 'tanık' olma riskini oluşturabilirdi. Tanık olmak, boş adam işiydi. Mahkemelerde yarım günün, bazen tam günün koridorda geçmesi demekti... Tanıklık, çoğu zaman bir tarafın sevgisini, diğer tarafın düşmanlığını kazanmak demekti. Yoktan düşman kazanmanın ise bir alemi yoktu...

Genel olarak her evin kendisine göre dertleri vardı. Kendileriyle ilgisi olmayan bir olayda rol almak, dertlerine bir yenisini eklemekti...

Yakın tarihli deneyimlerle oluşan bir gelenekti bu.

Karanlık pencereler kendilerini saklayacaktı. İzleyeceklerdi onları, ama onlara görünmeyeceklerdi...

Bir evin erkeği güvenlikten emekliydi. Tanık olmanın bir vatan borcu olduğunu mesleği sürecinde iyiden iyiye hazmetmişti. Korkusu tanıklıktan değildi. Kavga edenlerden birinin, evin ışığında parlayan yüzüne bakarak küfür savurması, penceresinin taşlanması ihtimaliydi... En azından, "Ne bakıyon lan!... Medya maymunu mu oynuyo?..." sorusuyla muhatap olmak istemiyordu. Biraz seyredecek, iş uzadığında 911’i arayacaktı.

Pardon!... Yabancı dizi seyrede seyrede 155 polis imdat  yerine bir yabancı ülkedeki 911 imdat telefon numarası hafızasının ucuna gelmişti... 

 

Karanlık pencerelerin gizlediği diğer karartılar, iki kişinin karşılıklı hamlelerini, korkuyla karışık isterik bir iştahla izlemelerini sürdürüyorlardı...

 

Karşılıklı ataklar, izledikleri vurdulu-kırdılı dizilerde geçen benzer sahnelere taş çıkartacak özellikteydi...

 

Kavganın tarafları, sanki birbirleriyle gizlice anlaşmış gibilerdi. Hamleler sırasıyla gerçekleştiriliyordu; Tinercinin hamlesinin peşi sıra Özdal’ın, Özdal’ın peşi sıra tinercinin hamlesi…

İki tarafın hamleleri sayısal eşitlikteydi.

Bu eşitlik; ellerinde tuttukları bıçaklar -namı diğer kesici ve delici aletler- için geçerli değildi. Tinercinin bıçağı, sapı hariç otuz bir santim uzunluğunda iken, Özdal’ın ise olsa olsa on santim civarındaydı.

Küçükte olsa yanında bir bıçak bulundurmuş olmasına binlerce şükür ediyordu şimdi.

İyi ki, feminist arkadaşı Sevici’nin saçmalıklarını dinleyip bıçak taşımaktan vazgeçmemişti.

Bir gün, giyinik vaziyette ön sevişmeler safhasında, poposunu okşayan Sevici, kot pantolonun arka cebinde bulunan bıçağı fark ederek, " Bu ne?!" diye sormuştu, kendisine. "Neden taşıyorsun!?" 

"Kendimi güvende hissediyorum," diye yanıtlamıştı.

Erkek delisi olan Sevici’nin feminist düşünceleri nüksetmişti birden...

‘Erkekler, karşı cinsten kendilerini üstün gördüklerinden, bunu anımsatacak vurgulamayı, fermuarlarını açarak uluorta gösteremediklerin-den, delici-kesici silahlarla bu boşluğu doldurmaktadırlar..." türünden garip yorumlara girmişti.

Sevici, ‘Seninde diğer erkeklerden bir farkın yok!... Cinsiyetinizle, kadınlardan üstün olduğunuzu sanıyorsunuz. Erkek milleti değil misiniz?... Topunuzun..." diye başlayarak hakarete ve küfre varan açılımlarla konuşmasını sürdürmüştü.

Ters tepki gösterdiği takdirde, onu kaybedebileceği korkusuyla tüm savlarını kabullenir görünmüş ve onaylamıştı…

Sevici, tüm teori ve yorumlarının kabul gördüğü sanısıyla son bir soru yönlendirmişti kendine.

"Cinsel organını temsilen mi bıçak taşıyorsun?..."  

"Cinsel organını temsilen bıçak taşımış olsaydı, organının uzunluğuna eşdeğer bıçak taşıması gerektiğini... Taşıdığı bıçağın sapı hariç uzunluğunun onlarca kez gördüğü organının yarısı kadar edemeyece-ği..." yönünde biraz abartılı anlatımı korktuğu sonun gerçekleşmesini engelleyememişti.

Bıçak taşıması Sevici'ye iyi bir ayrılma bahanesi yaratmıştı…

Bir daha görüşmemek üzere ayrılmıştı Sevil…

 

Tinercinin savurduğu bir bıçak darbesi güzelim pardösüyü sıyırmıştı.

 

Keşke; Sevici’nin erkeklik merkezli; ‘Bıçak Teorisi'nden uzunluk yönündeki bölümü kabullenmiş olsaydı... Belki de erkeklik organı uzunluğunda bıçak taşıyacak ve şu an karşısında bulunan rakibine karşı daha şanslı olacaktı.

 

Ya tinerci çocuk, Sevici’nin bu teoreminden haberdar mıydı?...

Sanmıyordu.

Ama, Sevici bilinçaltından da söz etmişti.

Ya tinerci çocuğun bilinçaltında bu tür duygu ve düşünceler varsa?...

Sevici’nin teoreminin gerçek örneklerinden biriyse, elinde taşıdığı bıçağın uzunluğu kadar erkeklik organına sahip olduğunu kabullenmek gerekecekti.

Eğer öyleyse en absürd pornografik filmlerde dahi sahnelenmemiş bir organa sahip olmalıydı tinerci çocuk...

Elindeki, bıçaktan öte yarım kılıç uzunluğundaydı. Bu uzunlukta bir organa sahip birinin cinsel sorunları olmalıydı.

Uzmanlar, 'büyüklük veya küçüklüğün cinsel birleşmede önemli olmadığını' belirtmiş olsalar da onunla sevişmeyi kabul edecek bir kadın, bu kadar büyük bir organı içine almayı kabul eder miydi?...

‘Olmayacağı olabilir’ varsayarak böyle bir büyüklüğü kabullenen kadının ‘Zevk alıp almama’ seçeneklerini irdelemesinin ötesinde; ‘Ölümüm mukadder mi, değil mi?’ sorusuna yanıt araması gerekecekti.

Bedenin uygun bir bölümüne yarısı dahi girdiğinde, vereceği tahribat, ‘Ölümüm mukadder mi değil mi?...’ sorusunu sorduracak kadar bile zaman tanımayacaktı belki de...

 

Bıçak savurma sırası kendindeydi. Sırasını savmamalıydı.

Savmadı...

Salladı...

Tinerci genç, geriye sıçradı.

Aralarındaki uzaklık bir öncekine göre artmıştı.

Sokak lambasının voltajının yükselmesiyle birbirlerinin gözlerini daha net görmeye başladılar.

 

Tinerci genç, böyle bir tepkiyle karşılaşmasının şaşkınlığını hala yok edememişti.

Karşısında duran genç adamın gözlerinde, başka gözlerden aşina olduğu korkunun ışıltılarını görmekte kısmet olmamıştı. Normal bir yurdum insanıyla çarpışmıyor, iyice tiner çekmiş biriyle kavga ediyor gibiydi. Onun gözleri, burnunu ve ağzını bol tinerli bir poşette saatlerce tutmuş bir insanın gözleri kadar korkusuz ve vahşiydi.

Kendinden ve tiner çeken arkadaşlarından biliyordu. Ciğerlerine çektikleri tinerin etkisiyle –hele birde açlarsa- karlı dağlarda av bulamamanın verdiği enerjiyle dolaşan yırtıcı kurtlar gibi olurlardı.

O kurtlardan biri gibiyken, karşısındaki adamın kendinden eksik kalır yanı yoktu...

 

Birinin veya her ikisinin etkisiz hale gelmesi anına kadar devam edecek iki aç kurdun çarpışması olgusuna, bu seçeneklere uymayan üçüncü bir seçeneği katmışlardı şimdi...

Ara vermişlerdi...

Fakat ara seans boşa geçmiyordu.

Birbirlerini süzüyorlardı.

Tinerci genç hayıflandı.

Tinerler eski kalitesini kaybetmiş olmalıydı...

Ya da yeteri kadar almamıştı...

Genç adam burada bekler miydi; az ilerde bulunan barakada biraz daha tiner çekip geri dönünceye kadar...

Bu mümkün müydü?...

Hayır!... Ayrıldığı takdirde tabana kuvvet kaçacaktı o... Emindi.

O, kendisinden bir şey istemiyordu. Beklemesi için bir nedeni yoktu...

Kendisi ondan talepte bulunmaktaydı. Sokaktan geçiş parası istemişti.

Kaçması, uzaklaşması için daha bir çok neden sıralanabilirdi...

İnadına vermiyordu. Canı bahasına direniyordu...

Boğaz köprüsünden geçmek için, gişede bulunan çalışana canı istemese de para vermek zorunda değil miydi?...

Elbette verecekti...

Vermediği takdirde, boğazdan geçmeme cezasına çarptırılacaktı...

‘Sokak bastı’ parasını ödeme yapmaya direnme suçunun cezası ise ölümdü. Şahıs, parası yerine hayatını ortaya koyuyordu. Hem de kaybedeceği bir rövanşta... Bu sokağın sahibiydi… Ama, Boğaz köprüsündeki gişeciyi tanıyan zihniyet, kendisini tanımıyordu...

Orada ödediği paraya harç, kendisine ödenmesi gereken paraya ise haraç denirdi...

Harç ile haraç arasında sadece bir ‘a’ harfi farkı vardı. Bir ‘a’ harfi için para isteyemeyecek miydi?... Bir ‘a’ harfi fazlalığı yerine, dört harfli ‘ölüm’ gerçeğini tercih ediyordu o...

Hem yolcuya iyilik yapmış, sadece cebindekileri istemişti. Buna bile direnen bu adam, aptal ve salak olmalıydı... Görüntüsü, okumuş, hatta parmak uçları klavye görmüş birine benziyordu...

Gazete de okuyor olmalıydı...

Tiner etkisiyle kısılmış gözleriyle, göz gezdirdiği bir gazetede okumuş olduğu tinercilerle ilgili bir yazıyı anımsadı.

Psikoloji alanında uzman olan birinin, ‘Tiner çekmiş biri sizden bir istekte bulunduğunda; kaçma imkanınız yoksa, ikiletmeden isteğini karşılayın. Tinerci gencin şuuru açık değildir. Kendinde değildir. Aşırı güç ve cesaret hisseder. Karşı koymak yerine istediğini sinirlendirmeden vermek en mantıklı yoldur...’ biçimiyle devam eden ve okuya okuya ezberine aldığı uzun yazıyı karşısındaki adam okumamış mıydı?...

Kendine ve meslektaşlarına yararlı bu açıklamayı içeren gazeteyi alıp saklamıştı. Yaya, sokaktaki can güvenliğiyle ilgili bu yazıyı okumamıştı belki de...

Belki de, okumuş fakat unutmuştu... Ya da kabullenmemişti…

Bu yazının aynısını para biriktirip ilan yoluyla tüm gazetelerde yayınlatmak için girişimde bulunacaktı. Bu yazıyla daha çok kamuoyu oluşturacaktı.

Oluşan kamuoyu bireylerinden istemde bulunmak için, eline bıçak almasına, küfür etmesine gerek kalmayacaktı. Daha kibar olacaktı. İnsani ilişkilere girecekti. Belki de iş sahibi beyaz gömleklilerin  giydiği kıyafetlerin benzerlerinden üzerine uyduracaktı.

Sokaktan geçenlere usulca yaklaşacak, ‘Beyefendi! Bendeniz bu sokağın aşırı tiner çekmiş, bilinci yerinde olmayan bir genciyim. Gazetelerde çıkan ilanlardan da anlaşılacağı üzere nasıl davranmanız gerektiğini umarım biliyorsunuzdur. Cebinizde bulunan ağırlıkları rica edeyim....’ diyecekti.

"Ben böyle bir ilan okumadım! Haberim yoktu!" diyen bozguncularda  çıkacaktı.

Onlara, yargılandığı mahkemelerden birinde öğrendiği bir sözü, tek kelimesini değiştirerek söyleyecekti.

 ‘Yankesicilik suretiyle  hırsızlık’ suçundan yargılandığı bir duruşmada, affedilmesi için, "Yaptığı işin suç olduğunu bilmediğini," söyleyince, mahkeme hakiminin, gülümseyerek söylediği bir söz hala kulaklarında küpeydi.

"Yasayı bilmemek mazeret değildir! "

Bu sözü kullanacaktı; bir kelimesini değiştirerek,

"İlanı bilmemek mazeret değildir!" diyecekti…

 

Karşısındaki genç gibilerle yine karşılaşabilir miydi?... Olabilirdi... O durumda kibar yüzünü, kaba yüze dönüştürmeye iki saniye yeterli olacaktı...

 

Yerde yatan arkadaşının seslenişini duydu.

"Vur onu Lann!!!... Onun a....nın  a..na kooyy!..."

 

Koyacaktı, tabi... Kolluyordu onun açığını...

Bıçağı, onun karnına doğru salladı, olanca hıncıyla...

Değmişti galiba...

Iskalamamıştı...

Geri çektiği bıçağın ucuna göz ucuyla baktı. İnce bir kırmızılık vardı.

 

Özdal, kendi kendini küfürlü uyardı...

Daha dikkatli ve çevik olmalıydı.

Bir anlık gaflet ve dalaleti pahalıya mal olacaktı. Tinerci gencin salladığı bıçak elinin sırtını çizmişti. İsabet almıştı. Ama acı yoktu...

 

Özdal, içinden gelen bir düşünceye gülmemek için kendini zor tuttu. Ya bıçak darbesi karnını deşseydi?... Ölseydi?...

Cinayet dedektifleri ve otopsiyi gerçekleştirecek doktor, -eğer bulunursa- nöbetçi savcı kursağında öğütülmüş ve öğütülmemiş yemek artıkları bulunmamasına kesinlikle şaşıracaklardı…

Basın-Yayın Fakültesi mezunu olduğu anlaşıldığında "Faili meçhul biri ya da birileri tarafından bıçak darbesiyle öldürülen fakülte mezunu bir gencin kursağında, hiçbir gıda maddesi bulunmadığı, tamamıyla aç iken hayata veda ettirildiği, otopsi incelemesiyle anlaşılmıştır..." diye basına beyanat verecekler miydi?...

Sanmıyordu... 

Ülke yöneticilerinin onuru, haysiyeti ve şerefi vardı. Yurttaşlar; onların çocuklarıydı. Yöneticiler; yurttaşların babasıydı.

‘Hiç baba çocuklarını aç bırakır mıydı?...’

‘Ayıp değil miydi?...’

‘Aç bıraksa dahi söylenecek bir husus muydu?...’

‘Devlet; babaydı. <Hem döver hem sever> denildiği gibi, <Hem aç hem tok bırakabilirdi...> Ama bu durum kendi aramızda kalmalıydı. Seslendirilmemeli, dillendirilmemeliydi!...

Değiştirilemez, yok edilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez Anayasal, 'Sosyal Devlet İlkesi' tadında bırakılmalıydı.’

‘Sonra elalem ne derdi?...’

Hem o şerefe bir leke kondurmak üzerlerine vazife değildi.

‘Durumdan vazife çıkarmak!’ kapsamına bu tür durumlar ise hiç girmezdi. Ne yani birilerinin önündeki yemek alınmış, aç bırakılmış diye görevli ve yetkili yöneticiler, başka yöneticiler tarafından görevden mi alınsındı?...

Saçma düşünceler... Hiç olmayacak zamanda aklına gelmesi ise daha bir saçmaydı... Düşüncelerin, duyguların da kendine göre bir mekan ve zamanı vardı. Bulunduğu mekan ve zaman ortamı ise bu tür düşünceler için no-müsaitti...

 

Tinerci genç yeniden bağırdı.

"Ulan olum! Altı üstü bir çorba parası verecen. Deger mi lan, Orispi Cociği!..."

Küfürlü uyarı Özdal’ı biraz daha kızdırdı. Hamlesini daha bir sert gerçekleştirdi.

"A.... koyduğumun çocuğu!... Çorba parası mı var lan bende?..."

"Lan Top!... İlk başta neye söylemisin?..."

 

Tinerci gencin, Özdal’ın parası olmadığı açıklamasına inanası geldi. Doğru söyleme olasılığı yüksekti... Onun gözleri, ancak aç insanlarda oluşabilecek bir parlaklığı taşıyordu...

Yaşam ortamından memnun olmayan rahatsız bir kişilik ancak bu kadar mücadele edebilirdi.

Peki parası yoksa bu mücadelesi ne içindi?... Ceplerinin ve varsa cüzdanın aranmasına izin verebilirdi. Kanıtlardı kendilerine parası olmadığını... Parası olmayan bu kişiyle bu kadar uğraşmaktan kurtulurlar-dı...

Hem arkadaşı kafasından darbe almazdı... Hem, onun elini çizmemiş olurdu...

 

Galiba, bu da kendilerinden biriydi... Yani, haraç istenmemesi gereken kişilerden...

Dediği doğruysa, kavgayı devam ettirmek anlamsızdı...

Anlamsız mı?...

Onunla kavgayı bırakmak için artık çok geçti...

Gözleri açık vaziyette yerde uzanan tinerci arkadaşı, bu olayın tanığı olacaktı. Arkadaşının ne kadar dedikoducu olduğunu iyi biliyordu. Onun ağzına sakız olmak, yedi düvelin ağzına sakız olmakla eşdeğerdi... Duyanlar kendisiyle dalga geçmeye başlayacaklardı. Hafife alacaklardı... Hatta cesarette bulacaklardı… Bu alemde zayıf görünmek; daha fazla zayıflatılmanın yolunu açmak, demekti.

Bu olasılığın gerçekleşmesine izin veremezdi...

 

"Lan! Paran yoksa satini ver!..."

"Saatim yok!..."

"Paltonu ver!"

"Veremem!"

Veremezdi, Gazi’nin emanetiydi...

 

Tinerci genç, bir şeyler elde etmeden bırakmayacaktı...

Acaba, Gazi’nin pardösüsünü vermekle ondan kurtulabilir miydi?... Emin değildi. Onun arkadaşını yaralamıştı...

Artık, üst üste gelen hamlelerden kurtulmakta zorlanıyordu. İyiden iyiye tükenmişti. Bir türlü hamle sırası kendisine gelmiyordu. Belki de sırasını savıyordu. Sadece sağa, sola ve geriye çekilerek bıçak darbelerinden korunabili-yordu. Tinerci gencin ise yorulacağı yoktu. En sonunda zafer onun olacak gibiydi.

Alnında oluşan terler soğumaya yüz tutmuştu…

Kulakları çınlıyordu.

Sanki ölüm çanları çalınıyordu…

Ölüm! Ölüm! Ölüüüüümm!...

Ölmek!... mek!...

‘Ölüm; dirimden daha iyi olur,’ diye düşündü. Ölü bedeni her türlü açlığa kapalı olacaktı. Tüm sıkıntılarından kurtulacaktı...

Bu düşünceyle keyiflendi. Varolan korkusunu alt edebilmişti. Tinerci genci bir ölüm meleği gibi görmeye başlamıştı şimdi.

Tinerci gencin her kol kaldırışı, büyük bir kuşun kanat çırpışı gibiydi.

Bu kanatlar; gökyüzüne uçuracaktı ruhunu.

Gerçek yaşamda uçmak kısmet olmamışken, bu kısmeti ölüm sonrası elde edecekti.

 Gözleri kaymaya, dikkati dağılmaya başlamıştı... Buna karşın bedeni doğal reflekslerini sakınmıyor, saldırılara boyun eğmiyordu...

 

Uzun sürmedi…

Yere yıkılmıştı usulca... Elinde bıçak olup olmadığını hissedemiyor-du...

Kulakları dış dünyayla iletişimini tümüyle koparmıştı…

Görme duyusu da aynı sona uğradı...

Ne tinerci genci ne de başka bir varlığı görebiliyordu...

 

Aniden çevresi aydınlandı...

Kapalı gözlerinin gördüğü karanlık aydınlanmıştı.

 

Galiba birkaç darbe almış, ruhunu teslim etmiş, astral bedeni öbür dünyaya geçmişti...

Bir filmde izlemişti.

Ölümden sonraki dünyaya seyahatle ilgili fantastik bir öyküyü içeriyordu...

Geçiş anında başrol oyuncusu da böyle beyaz bir parlaklığı ve aydınlığı görüyordu ...

 

"Hey! Hey!... Kalk!... Kalk!..." seslenişini duydu.

 

Sorgulama başlıyordu şimdi...

İlköğretim döneminde din hocasının anlatımlarından öğrendiği birçok sorular sorulacaktı...

Yanıtını da  biliyordu; sorulacak soruların...

Ama, sorulara yanıt verecek gücü yoktu... Açlığı feryat ediyordu.

"AÇ-IM!... Aç-ım!..." diye mırıldanmaya başladı.

O kadar açtı ki, geçiş yaptığı dünyada yenilmeye adanmış ne varsa yiyebilecek kadar güçlü hissediyordu kendisini...

Burada yiyecek bir şeyler bulunur muydu?...

Bulunuyorsa ikram edilir miydi?...

Her şey şüpheliydi... Zorunlu iskana tabi tutulacağı yeri dahi öngöremiyor-du... Cennet mi?... Cehennem mi?... Yoksa ikisi arası mıydı?...

"Bu dünyada yiyecek bir şeyler var mı?..."

"Hadi be, kardeşim!... Çok ağırsın. Taşıyamıyorum... Biraz yardımcı ol!..."

Ses; az önce "Hey! Hey!... Kalk!... Kalk!..." diye seslenen sesin sahibiyle aynıydı.

Kirpiklerini birbirinden ayırdı.

Sol koltuk altını omzuyla desteklemiş, elini beline dolamış biri, iki parlak beyaz ışığa sahip bir nesneye doğru sürüklercesine kendisini götürmeye çabalıyordu.

"Ben neredeyim?..." diye sormadan önce, bacaklarına güç verdi Özdal.

"Beyoğlu’ndasın," dedi kendisini taşıyan. ‘Beyoğlu’ndasın,’ derken gevrek gevrekte gülmüştü.

 

İki parlak ışık, artık gözlerini almıyordu.

Geçmişlerdi iki parlak ışığı...

Bir arabanın açık kapısından içeri sokulmak üzereyken beynini toparlamaya çalışıyordu...

Koltuğa kurulduktan sonra, ışığın gösterdiği sokağa baktı.

İki kişi, birbiriyle sarmaş dolaş ve yavaş adımlarla sokağın sonuna doğru ilerliyorlardı. İçlerinden biri, arada geriye dönüp kendilerinin bulunduğu tarafa bakıyordu. Kısa süren sis perdesi dağılmıştı. Az önce olanları… Yere düşme anına kadar olanları anımsamaya başlamıştı...

İlerleyen iki genç, kendisine saldıran tinerciler olmalıydı...

 

Otomobilin sürücüsü, koltuğuna kurulmuştu bile.

Tebessüm ederek, "Şimdi nasılsınız?" diye sordu Özdal’a.

Özdal, minnettarlığını hissettiren bir tonlamayla, "Siz olmasaydınız öldüreceklerdi beni!" dedi.

Sürücü, gevrek gevrek güldü. Belinden çıkardığı tabancayı göstere-rek, "Ben değil! Bu kurtardı," dedi. "Kullanmama bile gerek kalmadan..."

 Otomobili hareket ettirirken, "Allah’tan zamanında yetiştim.. Yoksa bol delikli bir bedenle karşılaşacaktım," diye ekledi.

 

"Teşekkür ederim," dedi Özdal. İçinden ucuz kurtulduğuna dualar  ederken.

Birkaç kez derin soluk alıp verdi.

Devam ettiremedi.

Otomobilin göğsünde bulunan ve kendine göz kırpan bir sigara paketi görmüştü...

İçi bir hoş olmuştu. Yılları cezaevinde geçmiş birinin, çıplak bir kadınla teması anından birkaç saniye önce duyduğu hislerin benzeri oluşmuştu. Kalbi olanca şiddetiyle vuruyordu göğsüne, pompalıyordu kanı olanca hızıyla beynine...

Dayanamadı… Söyleyecekti işte…

"Sigaranızdan alabilir miyim?..."

Sürücü, yan gözle baktı. İki kez başını salladı.

"Tabi! Tabi!... Ne demek!"

 

Sürücünün yolu kontrol eden gözleri, arada sağa kayarak Özdal’ı ve sigara içişini inceliyordu.

‘Sigarayı içmiyor sanki yiyor,’ diye geçirdi içinden.

 

"Seni hastaneye götürmemi ister misin?"

Önce, "Bişeyim yok saol..." dedi. Sonra, "Elimdeki ufak bir çizik dışında," diye ekledi.

"Karakola?..."

Bu soruya önce şaşırmıştı. "Karakola mı?"

"Belki şikayetçi olmak istersin."

"Tinercileri şikayet etmek mi?.. Kalsın! Ben almayayım. Polisler bile onlarla karşılaşmamak için yollarını değiştirirken..."

Sürücü, gözlerini yoldan ayırtmadan, sağ elini kaldırarak, "Sen bilirsin!" dedi.

Sürücü, "Nerede indirmemi  istersin?" diye sordu bu kez.

Gerekli davranışı göstermiş, yapabileceği bir şey kalmamıştı. Onu, arabayla gezdirmeye ya da gideceği yere kadar götürmeye ise hiç niyeti yoktu.

 

Özdal, sürücünün niyetini anlamıştı. Kendisinden bir an önce kurtulmak istiyordu. Haklı olabilirdi. Ama eve gitmemesi gerekiyordu. Sabaha kadar vakit geçirebileceği uygun bir yeri de yoktu. Yürüyecek mecali de kalmamıştı. Hafif aralık camdan gelen esinti, hava tahmininde bulunmasına gerek bırakmıyordu. Hava iyiden iyiye soğumuş, bedeninde ki ter de aynı akıbete uğramıştı. Sıcak bir yer bulmalıydı... Sürücü, iyi birine benziyordu. Riske girerek kendisini kurtarmış-tı. Ondan bir iyilik daha yapmasını isteyebilirdi.

 

Sürücünün beklediği yanıtı vermedi. "Sahi! Beyefendi sizin yolculuk nereye?.."

Sürücü, istem dışı güldü. Gülmesi keyiften değildi. "Benim için mesai devam ediyor. Eklembacaklılardan’s Istakoz Lokantasına, ıstakoz götürüyorum."

"Bu saatte lokantanın müşterileri varsa işiniz bayağı iyi olmalı."

"Bu gecenin özel bir önemi var. Körebe Medyasının kuruluşunun 50.yıldönümü nedeniyle kutlama yemeği var. Tahminimizin üzerinde tüketim olunca, ana depodan ıstakoz almak zorunda kaldım."

 

Özdal, otomobile bindiğinden beri burnunda asık vaziyette duran, bir türlü çözemediği kokunun kaynağını öğrenmiş olmanın rahatlığına ermişti. Otomobilde ıstakoz kokusu vardı. Tanıdık bir koku değildi, ama hoşuna gitmişti. Kokuyu sindire sindire birkaç kez daha çekti içine. Yutkundu...

"Hayatım boyunca hiç ıstakoz yemedim."

Sürücü, yan gözle kısa süreli bir bakış fırlattı. ‘Adam, ya saftirik, ya duymadı, ya da özellikle böyle davranıyor,’ diye düşündü.

"Kardeş!... Seni nerede indirmemi istiyorsun?... Lokantaya az bir mesafe kaldı. Sağdan ikinci sokağa döneceğim, haberin olsun."

 

Düşünmekte acele etmeliydi...

Bir şeyler söylemede acele etmeliydi...

İkna edici olmalıydı...

Güven verici olmalıydı...

Duygusal vuruşlar yapmalıydı...

Acındırmalıydı kendisini...

Olmuyorsa yalvarmalıydı...

Trafik sinyalizasyon ışığı, kırmızıdaydı. Sürücü, kendisinden yanıt bekliyordu. Sert bakışlar bunun apaçık ikinci bir kanıtıydı.

"Fazla olduğumu düşüneceksiniz, biliyorum... İyilikten maraz doğar, diyeceksiniz..."

Sürücü sinirlenmişti. "Söyle be adam!... Bekleyenlerim var!..."

"Bu saatte benim evin yakınından otobüs geçmez."

"Eeeee!!!"

"Taksi paramda yok."

"Eeee?..."

"Ve karnımda aç!..."

Son cümlesini yeniden vurgulamalıydı. "Hemde çok acım!"

Sürücü, bir kez daha inceledi, Özdal’ı.

"Öğrenci misin?"

"Değilim."

"Ne iş yapıyorsun?..."

Sürücü, biraz ileride, döneceği köşede taşıtı park edip, dörtlüleri yaktı...

"Öğrencilik bitti. Basın-Yayın Fakültesi mezunuyum… Ama İşsizim."

"Madem paran yok! Bu saate kadar Beyoğlu’nda ne işin vardı."

"İş arıyordum."

"Ne tür bir iş arıyorsun?... Sana göre Beyoğlu’nda ne iş olabilir ki?..."

"Ne iş olsa yaparım, inanınki... Bulaşıkçılık bile..."

"Valla, gerçi bizim restorana bir bulaşıkçı daha alınacaktı... Ama... Patron seni işe alır mı bilmiyorum."

Özdal’ın gözleri parlamıştı. "Neden?..." diye sordu.

"Fakülte mezunu almamaya yemin etti."

"Üniversite mezunlarına takıntısı mı var?"

"Yok! Öyle değil. Kendide üniversite mezunu. Senin Fakülteden mezun... Bir defasında acıyıp almış, sonra işten çıkarmak zorunda kaldı... Üniversite mezunu çalıştırmak zoruna gidiyormuş."

Özdal, "Garip!" diyerek burun kıvırdı. "Yine de bir görüşsek... Belki ikna edebilirim."

Sürücü, telaşlanmıştı. "Hayır!... Hayır!... Bana çok kızar..."

Kısa bir sessizlik oldu.

Sessizlik kısalığıyla kaldı. "Dostum!... İnmeyecek misin?..."

Sürücü, yine yanıtsız kalmıştı.

Özdal, otomobilden inmeye niyetli değildi.

Sürücü, sinirlendiğini belli etmemede zorlanmaya başlamıştı. Zorlada indirebilirdi... Özdal’ı gözü kesiyordu. Ama, o aşamaya gelmesini istemiyordu. Acımıştı ona...

Yine de bu gibiler, hiç istemediği halde kötü davranışı hak ediyordu…

"Benden istediğin nedir?..."

"Sabaha kadar kalabileceğim bir yer... Azıcıkta aş..."

Beğenmediği bir yanıtta olsa gelmişti.

"Ya!..." diye başlayacaktı, vazgeçti. Başını sağa, sola salladı. Ses vermedi.

Çalışır vaziyette bulunan otomobilini, hareket ettirdi.

Bu hareket, Özdal’ın içinde tuttuğu nefesi, seslice salıvermesine neden olmuştu.

 

 

sonraki sayfa