logo.gif (1228 bytes)

ŞEY

“Evet, Profesör?” diye sordu General, sesinde bir sabırsızlık edasıyla.
“Evet, ne?” dedi Profesör Ka. Açıkça zaman kazanmaya çalışıyordu.
“Burada beş yıldır çalışıyorsunuz, hiç kimse rahatsız etmedi sizi. Size
olan inancımızı gösterdik. Ama sonuna kadar yalnızca sözünüze güvenemeyiz.
Kendi gözlerimizle görme zamanı geldi artık.”
Generalin sesinde tehdit edici bir sivrilik vardı.
Ka, bıkkınca gülümsedi: “En zayıf ânımda yakalıyorsunuz beni General,”
dedi. “Ben biraz daha beklemek istiyordum, ama siz beni hesap vermeye
çağırıyorsunuz. Bir şey yaptım…” Sesi neredeyse bir fısıltıya dönüştü. “
Büyük bir şey. Ve Güneş aşkına, insanlar tanımalı onu!”
Generali mağaraya götürmek istermiş gibi bir hareket yaptı eliyle. Arka
tarafa, duvardaki dar bir delikten giren ince bir ışığın aydınlattığı bir
yere doğru götürdü onu.
Burada raf gibi düz bir çıkıntı üzerindeki Şeyi gösterdi ona Ka.
Badem şeklinde düz denebilecek bir nesneydi bu, yüzeyi koca bir elmas gibi
çok yönlüydü, yalnız ovaldi ve üzerinde metal parıltıları vardı.
“Güzel,” dedi General, şaşkın şaşkın.”Bir taş bu.”
Profesörün çalı gibi sert kaşlarının altındaki mavi gözlerinde şeytani bir
parıldama vardı. “Evet,” dedi, “bir taş. Ama diğer taşlar arasında öylece
yatmaya bırakılacak bir taş değil bu. Yakalanmayı bekliyor.“
“Neyi?”
“Yakalanmayı,General. Bu taş insanoğlunun ne zamandır beklediği gücü, bir
milyon insan gücü enerjinin gizini içeriyor. Bakın…”
Elinin ayasını yuvarlaklaştırarak parmaklarını büktü ve taşın üzerine
yerleştirerek kavradı onu, sonra elini kaldırdı, eliyle birlikte taşı da.
Taş ele yapışıktı. En kalın kısmı ayaya ve parmaklara yapışmıştı, ucu ise,
Profesörün bileğini hareket ettirişine bağlı olarak bir toprağı, bir
Generali gösteriyordu. Profesör kolunu şiddetle savurdu ve taşın ucu
uzayda bir eğri çizdi. Profesör kolunu yukarı aşağı hareket ettirdi ve
taşın ucu raf şeklindeki gevrek kayayla buluştu. O zaman tansık oluştu: Uç
kayaya çarptı, içine girdi, yüzeyini bozdu, ynttu onu. Profesör bu
hareketi tekrar tekrar yapınca, taşın ucu kayayı deldi ve önce bir oyuk
yaptı içinde, sonra bir delik en sonunda da bir çukur; onu zedelemiş,
parçalamış, unufak etmişti.
General nefesini tutmuş, gözleri dört açılmış seyrediyordu olanları. “Olay
bu!” diye mırıldandı yutkunarak.
Profesör, yüzünde bir zafer ifadesiyle, “Daha bu bir şey değil,” dedi.”
Tabii kayaya yalnızca elinizle dokunsaydınız bir şey olmazdı. Şimdi bakın!
” Bir köşeden iri, kaba, sert, delinmez bir hindistancevizi aldı ve
Generale uzattı.
“Haydi,” dedi Profesör. “İki elinizi kullanın. Kırın onu.”
“Şaka mı ediyorsun, Ka?” dedi General titreyen bir sesle. Bunun olanaksız
olduğunu pekâlâ biliyorsun. Hiçbirimiz yapamaz…Ancak bir dinozor
yapabilir, ayağının bir vuruşuyla. Hindistancevizinin etini yalnızca
dinozorlar yer, sütünü onlar içer…”
“Eh, şimdi siz de yapabilirsiniz.” Profesörün sesi heyecanlıydı. “Bakın!”
Hindistancevizini aldı ve kaya çıkıntısının üzerine yeni açılmış oyuğun
içine koydu, sonra da ters ucundan taşı yakaladı, şimdi sivri ucundan
tutuyordu. Kolunu gözle görülür bir çaba göstermeksizin hızla salladı ve
taşın kalın tabanı hindistancevizine çarptı, paramparça etti onu. Sıvı
çıkıntının üzerine aktı, kopmuş parçalar oyuğun üzerinde kaldı, içindeki
beyaz, serin, lezzetli et görünüyordu. General bu parçalardan birini kaptı
ve açgözlülükle ağzına soktu. Bir taşa, bir Ka’ya, bir biraz önce
hindistancevizi olan şeye bakıyordu, konuşma yeteneğini yitirmiş gibiydi.
“Güneş aşkına, Ka! Olağanüstü bir şey bu. Senin bu Şeyle, gücünü yüz misli
arttırır insan. Bir dinozorla eşit koşullarda karşılaşabilir artık.
Kayanın ve ağaçların efendisi olur, fazladan bir kol kazanır… hayır, yüz
kol, bir kollar ordusu! Nereden buldun bunu?”
Ka kendini beğenmiş bir edayla gülümsedi. “Bulmadım. Yaptım.”
“Yaptın mı? Ne demek istiyorsun?”
“Daha önce böyle bir şey yoktu demek istiyorum.”
“Çıldırmışsın sen, Ka,” dedi General titreyerek. “Gökten düşmüş olmalı.
Güneşin bir elçisi getirmiş olmalı onu buraya, göklerden bir ruh… Olmayan
bir şeyi nasıl yapabilir insan?”
“Olabilir,” diye yanıtladı Ka sakin sakin. “Bir taşı alırsın, istediğin
şekli verinceye kadar başka bir taşa çarparsın. Ona elinle
kavrayabileceğin bir şekil verebilirsin. Ve elinde böyle bir taş olduktan
sonra daha başkalarını da yapabilirsin, daha büyüklerini, daha
keskinlerini. Bunu ben yaptım General.”
General tere batmıştı. “Herkese söylemeliyiz bunu, Ka! Bütün aşiret
bilmeli bunu. Adamlarımız yenilmez olacak. Anlıyor musun? Bir ayıya meydan
okuyabiliriz artık.
Ayının pençeleri var, bizimse bu Şeyimiz. O bizi parça parça etmeden biz
onu parça parça ederiz. Sersemletebiliriz onu, öldürebiliriz. Bir yılanı
ezebiliriz, hatta, hatta…Ulu Güneş… bir insanı bile… öldürebiliriz!”
General durdu birden, bu fikir yıldırım çarpmışa döndürdü onu. Sonra
gözlerinde zalim bir parıltı, konuşmasını sürdürdü: “Bu yolla, Ka, Koammm
Aşiretine saldırabiliriz. Onlar bizden kalabalık ve daha güçlü ama şimdi
onları egemenliğimiz altına alırız.Son adamına kadar yok ederiz onları!
Ka, Ka!” General omuzlarından yakalamıştı Profesörü. “Zafer bizimdir!”
Ama Ka ciddiydi, temkinliydi. Konuşmak istemiyor gibiydi. “İşte bunun için
size göstermek istemiyordum bunu. Korkunç bir keşif yaptığımın
farkındayım. Dünyayı değiştirecek bir şey biliyorum. Korkutucu bir güç
kaynağı keşfettim. Böylesi görülmemiştir yeryüzünde. Başkalarının bunu
bilmesini istemeyişim bundan. Böyle bir silahla savaş intihar olacaktır,
General. Koammm Aşireti bunun nasıl yapılacağını çabucak öğrenecektir ve
gelecek savaşta kazanan diye kimse olmayacaktır. Bu Şeyi bir barış ve
ilerleme aleti olarak düşünmüştüm ben, ama şimdi ne kadar tehlikeli
olduğunu anlıyorum. Yok edeceğim onu.”
General kendinden geçmişti. “Aklını yitirmişsin sen, Ka! Buna hakkın yok.
Siz bilim adamları, siz budala korkaklar! Beş yıldır buraya kapatılmış
durumdasın da ondan dünyanın neye döndüğünü bilmiyorsun. Uygarlığın bir
dönüm noktasında olduğunu bilmiyorsun. Koammm Aşireti kazanırsa, barışın,
özgürlüğün ve neşenin sonu olacaktır bu insan ırkı için. Bu Şeye sahip
olmak gibi kutsal bir görevimiz var bizim! Onu mutlaka kullanacağız demek
değildir bu, Ka. Herkes ona sahip olduğumuzu bildiği sürece. Yalnızca,
düşmanlarımızın önünde gösteri yaparız. Sonra da kullanışı bir kurala
bağlanır. Kimse bize saldırmaya cesaret edemez. Bu arada onu çukurlar
kazmakta, yeni mağaralar yapmakta, meyveleri kırmakta, toprağı düzeltmede
kullanırız. Ama bir silah olarak, kullanmamız değil, yalnızca ona sahip
olmamız yeter. O bir caydırıcıdır, Ka. O Koammm barbarlarını yıllarca
kıstırılmış durumda tutar.”
“Hayır, hayır,” diye yanıtladı Ka. “Yok edilmeli o.”
“Yufka yürekli liberalin birisin sen, Ka, aynı zamanda budala!” General
sinirden mosmor kesilmişti. “Onlara çalışıyorsun sen. Bir Koammm
sempatizanısın, bütün entellektüeller gibi, geçen gün bir insanlar
birliği öğütleyen ozan gibi. Güneşe inanmıyorsun sen.”
Ka titriyordu. Başını eğmişti, çalı gibi kaşları altında kısık ve
hüzünlüydü gözleri.
“Buraya geleceğimizi biliyordum. Bir Koammm’cı değilim ben, siz de
bilirsiniz bunu. Ama Güneş’in Beşinci Kuralı’na uygun olarak kendi
kendimi suçlamayı reddediyorum: Ruhların öfkesini başıma yağdırabilir bu.
Siz istediğinizi düşünebilirsiniz, ama bu Şey bu mağaradan dışarı çıkamaz!

“Evet, çıkar, hem de hemen, aşiretimizin şanı şerefi için, uygarlığın ve
refahın uğruna ve de Barışın,” diye bağırıyordu General. Sağ eliyle Şeyi
yakaladı ve Ka’dan gördüğü gibi, sertçe, öfkeyle, kinle Profesörün başına
indirdi.
Ka’nın kafatası bu darbeyle yarıldı, oluk gibi kan geldi ağzından. Bir
inilti bile çıkaramadan yığıldı, çevresindeki kayalar kızıla boyandı.
General elinde tuttuğu alete bakıyordu şaşkın şaşkın. Sonra gülümsedi, bir
zafer gülüşüydü bu, zalim ve acımasız.
“Sıradaki?” dedi.

Büyük ağacın çevresine çömelmiş hareketsiz insanlar çemberi sessiz sessiz
düşünüyordu. Baa -ozan- konuşması sırasında çıplak bedeninden boşanan
terleri sildi.
Sonra, Şefin altında oturup lezzetli olduğu besbelli kalın bir kökü yediği
ağaca döndü:
“Ey güçlü Szdaa,” dedi alçak gönüllülükle, “sanırım hikayem hoşunuza
gitti.”
Szdaa sıkılmışlığını bir el hareketi ile gösterdi. “Siz gençleri
anlamıyorum. Belki de yaşlanıyorum ben. Büyük bir hayal gücün var senin
oğul, lamı cimi yok bunun. Ama bilimkurgudan hoşlanmıyorum… Tarihi
romanları yeğlerim.” Parşömen gibi derili bir ihtiyara yanına yaklaşmasını
işaret etti. “Yaşlı Kgru’cuk,” dedi Şef. “Yeni şarkıların ustası
olmayabilirsin, ama yine de tadı tuzu olan öyküler söylemeyi bilirsin sen.
Sıra sende.”
“Evet, güçlü Szdaa,” dedi Kgru. “Şimdi size bir aşk, ihtiras ve ölüm
öyküsü anlatacağım. Geçen yüzyıla kadar uzanan bir öykü, adı Primat’ın
Gizi ya da Yitik Halkaların Esrarı.”

Umberto ECO
“Yanlış Okumalar”