logo.gif (1228 bytes)

AYNI KÖYDE ÜÇ DÜNYA VAR
I
"Doğduğun yer gençliğindir"
Fürüzan

Neden eski zamanlara acınası bir özlem duyarız. Neden yaşadığımız zamanın gittikçe kötüleştiğini, duyguların
mekanikleştiğini düşünürüz, düşlediğimiz dünyanın böyle olmadığını, beklediğimiz geleceğin hiç gelmeyeceğini
kabulleniriz.

Ancak hayatı boyunca algılayabilir, kıyaslayabilir dünyayı insan. Eskiye duyulan özlem ise belki de gençliğe
duyulan özlemdir. Çünkü biz çocukken, masumken, kirlenmemişken dünya daha güzeldi, bizim dünyamız daha
güzeldi. Oysa tüm zamanlarda savaşlar, açlıklar, ihanetler vardı. Biz masallarla büyüdük, bize “dünya işte
böyle boktan” diyemediler. Utandılar. Büyüdükçe, girmek zorunda kaldıkça çarkların arasına, kendimiz
anlayınca dünyayı, içimizde bir özlem filizlendi. Eski zamanlara dair, insanlar daha insandı dedik, oysa biz
çocukluğumuzu kaybetmiştik farkında bile olmadan. İlk seyrettiği filmi, ilk öptüğü sevgiliyi kim unutabilir.
Evet eski zamanlar daha güzeldi. Bizim eski zamanlarımız. Babalarımızın da kendi eski zamanları daha güzeldi.
Hep anlatırlar ya.

Aynı köyde üç dünya var; çocukların dünyası, büyüklerin dünyası ve yaşlıların dünyası. Aynı ağaçta çocuk oyun
oynar, yetişkin meyvesini satar para kazanır, yaşlı gölgesinde dinlenir.

Hızla akan bir ırmak gibi hayat, çocukken biz de akıyoruz ırmakla birlikte, oysa büyüyünce kendimize küçük,
korunaklı su birikintileri yaratıp ırmak kenarında, akıp giden hayata kenardan, dingin sularımızdan
bakıyoruz. Irmağa karışmak için hep bir delilik yapmayı bekliyoruz, birgün yapacağızdır o deliliği, öyle umut
ediyoruz. Ve o deliliği yapmazsak, karışmazsak hayata, yaşamanın gücünü göremezsek, içimizdeki çocuğu ve onun
isyanını susturursak, hep eski zamanları özleyeceğiz. Delice aktığımız zamanları.

II
Dünyanın herçağda olduğu gibi çağımızda da kılık değiştirmiş ama hiç yok olmayan acıları var: Teknolojik
dehşet çağıdır yaşadığımız, iletişim bombardımanı altında toplumsal şizofreniyi yaşıyoruz, umarsızlaşıyoruz,
unutkanlaşıyoruz, “seni seviyorum” lar hoyratca, gündelik teşekkürler gibi uçuşuyorlar havada. Kendi
yarattığımız canavarlarla aynı şehirde kardeşçe yaşamaya çalışıyoruz. Yanıbaşımızda yaşanan acıları film
seyreder gibi seyrediyoruz. Aldırmazlığı yoldaş edinmişiz. Ehlileştirememişiz henüz uygarlığı. Paraya
tapanların ayinlerinde ilahiler söylüyoruz. Yalnızlaşıyoruz. Yabancılaşıyoruz kendimize ve doğaya.
Gerçeklerin yerini ucuzca teknoloji ile dolduruyoruz. Sanal sevgililer, sanal kahramanlar yaratıyoruz.
Sevgilerimiz fiber optik kablolar üzerinde dijitalleşiyor. Saman alevi gibi yanıp sönüyor aşklar. Eski siyah
beyaz filimlerde olduğu gibi hayal gücümüzle renklendirmiyoruz artık hayatı, herşey bize hazır, tıka basa
doldurulup, taşırılarak veriliyor. Ve belki aklımız bunları normal buluyor zaman zaman, ama yüreğimiz hep
yanlış diyor.

Madem ki büyüdüm, büyüklerin dünyasındayım artık ve görebiliyorum insanın bu dramını, kalbimin bir köşesinde
taşımalıyım bu acıyı diye düşünüyorum. Çünkü gündelik yaşantımıza belki de bu acılar yol gösterecek ve belki
de dramın trajediye dönüşmesini bu acılar engelleyecek, yoksa dünyayı değiştirecek ve hayatı tozpembe yapacak
bir sistem (ya da ütopya) yok bence.

III
İnsanoğlunun gittikçe ağırlaşan hastalığının nedenlerinden biri de sistemlerin çarkları arasında yok ettiği
birey olsa gerek. Ve bireyin yok oluşu, bakın bunu Kandevski* nasıl anlatıyor;
"Bir gün insan virgülü kaybetti... O zaman zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya
başladı. Cümleleri basitleşince düşünceleri de basitleşti. Bir başka gün "ünlem işareti"ni kaybetti. Alçak
bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı. Bir süre sonra "soru işareti"ni kaybetti ve soru
sormaz oldu. Hiç bir şey ama hiç bir şey onu ilgilendirmiyordu. Ne kâinat ne dünya ne de kendi umrundaydı.
Bir kaç yıl sonra "iki nokta üstüste işareti"ni kaybetti ve davranış sebebini başkalarına açıklamaktan
vazgeçti. Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız "tırnak işareti" kalmıştı. Kendine özgü tek bir düşüncesi
yoktu. Son olarak "nokta"ya gelindiğinde düşünmeyi ve konuşmayı unutmuş durumdaydı."

Can ALHAS

*Kandevski kimdir bilmem. Sadece bir yazısını okudum. O yazıda da bireyin yok oluşu anlatılıyor gibi geldi.
Ukalalık yapmış olmayayım.