logo.gif (1228 bytes)

DÜN, BUGÜN, YARIN

When I was a little child,
Bir yokluktu Ankara.
Apres moi dull and void
Town ne oldu, que sera?

İTHAF VE MUKADDİME

King Solomon Speare’di adının İncilcesi
Süleyman Kargı dosttur Türkçeye tercümesi
Hamlet için Horatio neyse öyleydi bana.
Kıbrıs dolaylarından göçmüş anavatana.
Yıkık bir sur üstüne büyük, cesur ve mağrur
Saplanmış bayrak gibi, Ankara’da oturur.

Selim Işık tek ve Türk.Ve duygulu, amansız.
Sabırsız ve olumsuz, yaşantısında cansız
Sanılırdı; gerçekti, hayır gerçek değildi.
Tutunamayanların tarihine eğildi.
Kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu
Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu.

BİRİNCİ ŞARKI

Dokuz yüz otuz altı.Tarih düşüldü.Niçin?
Doğumu önemlidir – yani kendisi için.
Buruşuk yüzler; bezler arasında bir canlı
Başparmağını emdi (yıkanmamış ve kanlı)
Cahildi, ne bilsindi libidonun adını
Duymuştu belki aşkın kokusunu, tadını
Sonradan uzun olan yumuk parmaklarında.
Yıkandı çinko tasın sıcak ırmaklarında.

İlk resminde beyazdı kundağı gibi yüzü.
Bir taşra konağında yaşadı ilk gündüzü:
Büyükanne, Osmanlı sabrıyla ağır ağır
Sallıyor beşiğini.Dede bunak ve sağır.
Gelin ürkek ve şaşkın, dede doksanı aşkın,
Gözlerinde kalmamış ışığı hiçbir aşkın.
Ne zaman yemeğini yediğini bilmiyor.
Gördüğü karısı mı, gelini mi bilmiyor.

Asırlık ayakları, evde bir hastalıktı
Geceleri dolaşan.Dalgın karnı acıktı;
Kalktı yer yatağından, iki ayaklı hüzün.
Selim’in beşiğine uğradı, beyaz tülün
Altında yatan teni okşadı.Titrek elin
Tuttuğu son canlıydı.Sanki, “mutfağa gelin!”
Diyen bir ses doğru yönelirken, bir ağrı
Saplandı.Ölü buldu onu sabah rüzgarı.

İlk rüyanın teriyle (bilincin eşiğinde)
Islanarak uyandı; kıvrandı beşiğinde
Kundağıyla büyük ve beyaz bir elma kurdu
Esirlik türküsünü bütün eve duyurdu.
Baba geniş yatakta döndü; yorganı kaptı;
Anne, meme vermenin sancısıyla haraptı.
İlk ve son kocasının, “Çocuğa bak Müzeyyen!”
Mırıltısıyla kalktı kadın kokan yerinden.

Corridos adasında Permanlar arasında
Elinde kendi gibi kuru bir barracinda
Tutarak, onikinci derece bir denklemi
Kaygısız çözmesiyle, Ferrania Sandolem’i
İndirerek tahtından kadın saltanatına
Son veren Panton Hipyos ya da önce atına
Sonra kadına tapan Hun gibi Numan Işık
(Oysa ilk yıllarında anneme nasıl aşık).

Uykulu göğüsleri – kim bilir ne tazeydi-
İpek geceliğinin içinde sert ve diri
(mektuplarda Numan Bey, aşkını eski Türkçe
-evlenmeden elbette-anlatırmış anneme)
Kayarken karanlıkta, dede bir taş yığını
Gibi, genç lohusanın acıttı ayağını.
Acı bir çığlık kesti Selim’in nefesini
Belki o anda duydu korkunun ilk sesini.

Evin arka bahçesi otlar ve tahta perde.
Anılar başladı mı?Paslı bir kilim yerde,
Koruyor dış dünyadan.İlk böcekler elinden
Kayıp geçiyor.Nine, düşürmüyor dilinden
Belirsiz anlamlarla uyutan ninnileri
Hu diyen dervişleri ürkünç ecinnileri.
Dandini ve dasdana, kov bostancı danayı
Yemesin lahanayı, yemesin lahanayı.

Bir yaşında kızamık, iki yaşında sıtma.
Yakaladı Selim’i.Yavrum terleme, koşma!
Terli bir uyanıştan sonra tam üç yaşında!
Düştü yatağa baygın.Ağlayarak başında
Kuran okur annesi; bir açılsa gözlerin.
Ne diyorsun Allahım, duyulmuyor sözlerin.
Baba mırıldanıyor; Selim Işık, güzel şey!
Ağlıyor gürültüyle; hey rahmetli Numan Bey!

Kasabanın tek doktoru topal Muvakkar.
Muvakkar’ın tek gözü birazcık şehla bakar.
“Topal doktor kalksana, lambaları yaksana,
Selim elden gidiyor, çaresine baksana.”
Muvakkar’ın gözü varmış derler annemde
Babama severek varmış derler annem de.
O zaman kaç senesi; tıp, bildiğiniz gibi
Bütün umut Allah’tan; hep bildiğiniz gibi.

“Zatürre.Geceyi atlatırsa ümit var.
Kışın olsa giderdi.”(Dışarda ıslak bahar.)
Birden gözünü açtı:karanlık pencereler,
Yağmur izleri.Selim “Atatürk’ü gördüm” der.
Taşrada yetişirken öğrendiği tek dildi
Türkçe, cahil Selim’in.Bu kadar diyebildi.
Oysa bilseydi (canım) biraz da Fransızca
“Voila Atatürk maman” derdi muhakkak orda

Az gelişmiş babanın az gelişmiş tek oğlu,
Şimdi hatırladım da gene gözlerim doldu.
Donuk aydınlığında idare lambasının,
Üzerine eğilen gölgenin (babasının)
Varlığından habersiz, soluk bir ateş gibi
Küçücük yatağında.Bir aydınlık belirdi:
“İşte güneş doğuyor.Kurtuldu, yaşayacak!”
Yamalı bir yıldızdı ilerde ışıyacak.

“İzin ver Selim biraz, Hegel, Fichte diyelim,
Felsefeyle ilişkin biz de ekmek yiyelim.”
Böyle buyurdu Kargı, thus spake King Solomon
Yerindedir bu yargı, evet haklı Platon,
Felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız.
Demekle özetliyor:bu dünyada yalnızız.
Özür dilerim senden bu sütunda açıkça,
Çocukluk günlerine kapılmışım çocukça.

Kelimenin anlamı: sevmek demek Yunanca
Filo. Sofya’yı sevmek oluyor.Filosofya.
Hatırlarsın pasajda Lefter’in meyhanesi,
Servis yapar, şarkı söyle; biraz kısıktı sesi.
“O Soya mu, Sofya mu.Sensiz içmek olur mu?”
Kır saçlı laternacı biraz mahzun dururdu.
“In vino veritas” der sofistlerden Duzikos,
Tarih felsefesinde, “Armonika muzikos…”

“Gene sapıttın Selim.Seni kim durduracak?”
Söylemiştim Süleyman: ben başlamazsam ancak
Durdurabilirim.Ayrıca fakir dilim
Bağlı hece vezniyle, taş kesildi sağ elim.
Hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim.
Kafiye tanrısına kurban oldum.Efendim?
“Bir şarkının sonuna kadar sabredemedin.”
Bundan kaybediyorum, böyle olduğum için.

Ne olur tutma artık beni hece vezniyle
Allahın, senin ve tüm sevenlerin izniyle
Çözülsün zincirlerim, tutulan kol çalışsın.
Bir espri uğruna harcatmayın, alışsın
Selim Işık insana.Söylesin şarkısını
Kesintisiz, acemi.Oblomov hırkasını
Çıkarsın bedeninden.Ey ölü ruh! kıyam et!
Beğendin mi Süleyman? “Beğendim, devam et”

İKİNCİ ŞARKI

Orta Asya’daki pembe elipsin içinden
Çıkan kırmızı oklara binerek, Bozkurtlar (kanatlı) Çin’den
Nasıl uçmuşlarsa Tanca’ya kadar
Ben de (altı yaşımda) dar
Ve yüksek çamurluklu tenezzühle (Ford T Modeli) Ankara’ya ulaştım
Sağ salim. “Yağmur Çayevi”nin önünde dolaştım
Uyuşan bacaklarımı oynatarak Ankara’nın toprağında.
Taşhan,
Bana dünyanın en büyük meydanı gibi geldi
Gözüne güneş gelmesin diye elini
Siper eden Mehmetçik heykeli ne güzeldi.
Ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım Atatürk

Kabartmalı ve yüksek
Bir mermerin üstüne çıkmıştı atıyla.
(Böylece tanışmış oldum heykel sanatıyla)
Baba, oradaki kadın sırtında ne taşıyor?
“Bomba” Neden? “Türk yurdu topyekûn savaşıyor.”
Savaş, cephede bitti (yirmi yıl önce)
Oysa, bir türlü bitmez okul kitaplarından ince
sesimle okuduğum
Şiirlerde (Zafer Bayramı münasebetiyle). “Oğlum,
Bu ne Şeker ne de Kurban Bayramı,”
Derken babam haklıydı,
30 Ağustos günü elini öperek ondan
Para istediğim zaman
(Babama şiir okumayı bile düşünüyordum o sırada)

Babam şiir sevmezdi.Evimize arada
Gelen Mimar Cemil Uluer yalnız şiir yazardı.
(Babam bu adama nedense kızardı)
“Bir kere mimar değil bu herif..”
Diye başladı mı, hafif
Üzülürdü annem. “Canım Numan Bey
-bey derdi babama- bu kadar şey
Olma (şey derdi annem sık sık)
Adamcağıza yazık”
Mimar Cemil, şiir bina ederdi.
Kışlık kömürü bizim evden giderdi.
Müsteşar Namık beyi ziyaretinde de arz-ı hürmetleriyle
Ve kimin okuduğu belli olmayan hikmetleriyle
Dolu kitabını sunar; bir kat giyilmiş elbiseler alır (yazlık)
Şair mimar olmaktan böylece vazgeçtim (yazık)

Sevmedim okulu önce,
“Öğretmenim” tutmadı yerini annemin (bence)
Beni çingenelere vermek istemeseydi
Babam, bir dev anası gibi
Görünen öğretmenden kaçardım (ne iyi olurdu).
Korkuyu
Bahçedeki huysuz ve parlak kanatlı
Horoz tanıttı bana,
Bir de “öğretmenim” Rana
“Kulağını çekerim, konuşma, terbiyesiz,
Yakarım ağzınızı çişim geldi derseniz.
Kırarım notunuzu haylazlık ederseniz.
Yarına satır satır ezberlensin dersiniz.”

Yorganı üstümden attım o gece,
Çıplak ayakla taşlara bastım o gece.Kırk derece
Ateşim çıksın diye bekliyordum.Sakın
Göndermesin babam beni okula yarın,
Olur mu Allahım – Allahım diye başlamışken
Dua edeyim hemen:
Allahım ne olur Sen anneme
Babama bana ve nineme
Ve apartmandaki Baha Beye, karısına ve oğluna
Ve mahalledekilere ve rahmetli dedem Hüsrev kuluna
Ve Ankara’dakilere ve Türkiye’dekilere
ve dünyadaki tüm iyilere
Rahatlık ver.
Onların içinde (varsa eğer)
Hırsız, fena
Ve kötülük etmek için insana
Fırsat bekleyenlere
Ve beni azarlayan kapıcımız Kamber’e
Ve beni bahçede korkutan horoza
Ve ezberimi bilmezsem ceza
Verecek öğretmene
Rahatlık verme
(ceza vermezse rahatlık ver)
Yeter
Bu kadar.Allah kızar sonra çok istersen
Yalnız unuttum; ne olur rahatlık versen
Galatasaray takımı oyuncularına.Yarın
Maçlar var da; yenilmesinler sakın.

“Bu çocuk ne olacak böyle, Müzeyyen?Yaramaz
Olsaydı pısırık olacağına.Hiç kimseyle konuşmaz
Sınıfta.Tek başına koşar durur bahçede.Onu
Eve kapatmak doğru mu?
Çalışkan fakat korkak” Annem üzüldü
Fakat belli etmedi. ‘Öğretmenim’ çok güldü
Çarpınca ağaca ‘Afedersiniz’
Dediğimi anlatırken.Annem sözü kısa kesti: “Dersiniz
Başlayacak.Vaktini aldım Râna.
İnşallah büyüyünce lazım olur vatana”
Olmadı kimseye lazım.Aranmadı.
Aranmayınca.
Okul boyunca
Ne futbol takımına alındı, ne sınıf mümessili olabildi.
Nedense her yönüyle- belki de her yönüyle-saf kalabildi.
Yalnız bir korku kaldı kuşkuyla karışık;
Sonunda kötü birşey oldu korkusuyla yaşadı Selim Işık
Her olayı.Eski bir yara izi içinde sızladı, her eğilişinde
İnsanlara.Dünyaya bir daha gelişinde
Çocuk ve korkusuz yaşamak ister sürekli.

Büyümek yalnız tutunanlara gerekli.
İkinci gelişinde çırılçıplak dolaşacak,
Kelimenin bütün anlamıyla çırılçıplak.
Hep birlikte (son sınıflar) toplandık arka bahçede.
‘Çıktık açık alınla’yı söyledik bir ağızdan
Müzik sınavıydı bu (toptan)
Herkes pekiyi aldı, imtihan iyi gitti,
Son günüydü okulun, müjde ilkokul bitti.

Yaz sıcağında evde
Canı sıkılmasın ve
(Zararlı ilişkileri olmasın sokakla)
Kış günü
Eski hastalığının izlerini taşıyan göğsünü
Üşütmesin düşüncesiyle
Eve kapandığı zaman-yani okul dışındaki bütün saatlerde-
Divana otururdu
Durmadan dergi okurdu.
(Siz ‘Libidonun Ölümü’
Filmini gördünüz mü?)
Binbir roman, Yavrutürk,
Çocuk haftası. “Büyük
Adam olacak” Misafirler saygıyla bakar yüzüme,
Sevgili büyüklerim:işte size manzume

Sabah erken kalkarım
Ne yüzümü yıkarım
Ne sokağa çıkarım.
Kışın soba yakarım
Yazın camdan bakarım
Hayattan yok çıkarım.

Öğlen olur yemek yerim
Fırçalanmaz hiç dişlerim
Acaba ne yapsam derim
Kovboy filmine giderim
Dönünce kızar pederim.

Akşam olur güneş batar
Babam anneme hep çatar
Cici çocuk erken yatar
Hayat sıkıcı ne kadar.

ÜÇÜNCÜ ŞARKI

Siz de benim gibi,
Günleri
Sevgiyle isteyerek
Değil de, takvimden koparır gibi gerçek
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan
Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,
Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)
Hergele Meydanı’nda bu sarı ve tozlu alan
İğrendirmediyse sizi,
Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
Kaybettiniz (benim gibi).
Oysa,
Aynı Hergele Meydanı’nda,
Gölgede onbeş, güneşte yedibuçuğa tıraş eden
Berberleri görmeden
Yalnız renkli yanını yaşadıysanız hayatın
Ve hergele ve beygir olduğunu duymadınızsa atın
Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kağıdı satmadınızsa,
İçinde süt ve salebin olmadığı “dondurma kaymak”tan tatmadınızsa
(aynı Hergele Meydanı’nda)
Kazandınız. (Kimse yoktu – çirkinlikten başka – Selim’in yanında)
En bayağı ve müstehcen
(Fakat fiyatı ehven)
Romanları kiralamak için gecesi beş kuruşa,
Samanpazarı’na çıkan yokuşa
Değil de sağa sapın.Etilerin at oynatmış olduğu Ankara’da
Hamalların gittiği Sümer sineması ile aynı sırada
Pardayan, Pitigrilli ve Fantoma
Ve Hayber kalesi ve Tahir ile Zühre bir arada
Yığılmış tezgahın üzerine ‘Geceleri Okumayınız’
Orhan Çakıroğlu’nun maceralarını.
Selim Işık, dünü, bugünü ve yarını
İşte bu ortam içinde öldürdü.
Eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü.
Ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların ucuz yaşantısı
Ucuz huysuzların ucuz saplantısı
Ucuz ucuz ucuz ucuzdu.
Dalgın, sinirli, suskun, huysuzdu.

Altımızda kalabalık bir aile otururdu.
Masasının üstünde bir kuru kafa dururdu,
Ortanca oğulları tıp talebesi Saffet’in
(Sırıtan bir kabustu benim için)
Ne olur şu kuru kafayı kaldırınız
Beni korkutmaya yok hakkınız
Herkes doktor olmaz ki,
Siz bana iyisi mi
Nazım’dan şiirleri okuyun.
Hani şu ‘Culûs-u Hûmayun’
Diye sözlerini pek anlamadığım
Fakat mısralarının sesini sevdiğim şiir,

Bir de ‘Ölüme Dair’
Sonra da Lizst’in İkinci Macar Kampanası
Ve Puccini’nin Tosca Operasını
(Canım, mandolinle çaldığım arya)
Çalarsınız gramofonda.
Bir yumuşama gelir yüzüne
Kafatası durur gene
(Fakat bir tülbentle örtülü)
Caruso’nun eski plakta sesi duyulur yalnız
Sonra tıp talebesiyle kurşun asker oynarız

Cranium fibula radius
Sacrum patella carpus
Nasıl ezberlenir Allahım
Arapça dua eden insanın latince kemikleri?
Saffet kulun anatomiden çaktı,
Selim kulunla oynamayı bıraktı.
Alt katta bir kiracı daha:Ecmel Karakaş
Ve gayrı meşru karısı (yavaş
Söyle duymasınlar) Bana yüz vermiyor bahçede güzel kızı
(Oysa bahçede geçirdim bütün yazı)
Dut ağacına çıkıyor benden kaçarak,
“Sen de arkasından çıksana ahmak!”
Daha daha, pısırık, beceriksiz, korkak.

En üst katta, karşımızda, Arif Beyin refikası
Lamia hanım ut çalardı (Sarahaten acaba söylesem darılmaz mı?)
İster taşrada ister İstanbul’da olsun
İster burnunuza mangal dumanı dolsun
İster merdiven sahanlıklarınızda
Kalorifer dairesinden gelen linyit kokusu,
Hepsinden daha kuvvetli ve etkilidir dokusu
İçinize işleyen ‘alaturka’nın.Küçük yaşta içilir yavaşça
Derinin altına (çiçek aşısı gibi). Arkadaşça
Sokulur okşayarak.
‘Sine-i suzanımı’ eder helak.
Pek tesiri duyulmasa da gündüzü
(Çünkü o saatlerde ya kahvede vakit öldürürüz,
Ya da paydos zilini bekleriz dairede)
Saat beş oldu mu, bin altı yüz kırk sekiz metrede
Ve bilmem kaç kilosikılda başladı mı yayına Türkiye Postaları,
Yatağında zevkle inletir hastaları
Hemen fasıl heyeti,
Duyulur dört bucağında yurdun.Akşam nöbeti
Tutan sınırdaki erden,
İki kere mars oldu diye, terden
Pantalonu iskemleye yapışan pişpirik İsmail’e kadar
Herkesin ciğerine mikroplu havayla birlikte dolar.

Sırtı hafif kamburlaşmış ve dar göğüslü
Tamburlardan yavaşça yayılır havaya, akşamüstü.
Efendiyi ve uşağı birlikte mesteden
Makamdan makama ve besteden
Besteye geçerekten
‘tek tek ataraktan, bade süzerekten’
‘Çıkmam Allah etmesin meyhaneden’
Çıkmam kokusuyla alaturkasıyla beni kahreden
İçki Evinden, ölmeden önce.
Bence
Alyuvarlar, akyuvarlar bir de alaturkadan mürekkeptir kanımız.
Dinlerken sıkılsa da canımız,
Nasıl bir şeydir (acaba güzel midir?)
Kim bilir.

Benim kanıma giren başka bir sanat
Darülbedayi’de tuluat
(Taşırım bugün de izlerini)
Annem, ölü doğurduktan sonra ikizlerini,
Bana gebe kaldığının yedinci ayında,
Tepebaşında, tiyatronun salaş sarayında
(Darülbedayi’de) Hazım’ın ‘Lüks Hayat’oyununda,
O kadar gülmüş, o kadar gülmüş ki, sonunda
Korkmuş, birşey olacak diye karnındaki Selim
Oysa Selim,bildiğiniz gibi elim
Olmak isterken gülünç oldu bu sayede
Büyük bir inhiraf oldu gâyede

DÖRDÜNCÜ ŞARKI

Baharın son günleri, kömürlükler arasında
Çamaşır ipleriyle kesilen
Üç ağaçlı bahçemizin yanındaki papatyaya bitişik
Sert kaldırımlı ve yokuşu dik
Yolda, ayakkabılarımın burnunu
Çarpmamaya çalışarak sekiyorum.(Becermek mümkün değil bunu)
Bir satıcı eşeğinin küfeleriyle sığmadığı dar
Boğazı aşıyorum
Ve servi ağaçlarıyla kasvet
Ve daha bir takım ağır duygular veren
Küçük meydana ulaşıyorum.
Burada duvarları yıkık
Bir mezarlık ve içinde bir türbe,
(Yıllar sonra gördüğüm Karacaahmet Mezarlık Bankasının – tövbe de –
Yanına ‘bir küçük hesap sahibi sayılırdı.)
Türbenin parmaklıklarına düğümlenmiş çaputları.
Yosunlar gibi görürdüm.Ve duvarın önündeki kara çalı,
Bana ölümün taştanlığını anlatan bir hocaydı kara sakallı.
Çarpık mezar taşları arasında,
Ölülerin beslediği çimenlerin ortasında
Türbedeki taş tabutlar kadar
Kayıtsızca uzanmış çocuklar.
(Korkuları yaşları kadar)

Oysa,
Saffet ağabeylerdeki ortanca hizmetçi Gülsüm Abla,
Anlatırken ne biçimde gidilir cehenneme
Ve bakarken namaz kılan anneme
Bir eksiklik duyardım ölümün icaplarına dair
İçimde.Şair
Ve mimar Cemil Uluer, buruşuk derisi ve dişsiz ağızıyla
Gülsüm Abla da her akşam vaazıyla
Korkuturdu beni.Hayattayken sağ elle burun silmenin
Ve öldükten sonra kıyamette,
(Cehennemde veya cennette)
Her kılında bir mızıka bulunan Deccal’in eşeğini bilmenin
Günah olduğunu öğrenmiştim.
Zavallı Selim, zavallı Selim:
Kendi kendimi yerdim
Ne yapmalı, ne yapmalı diye
Oysa küçük hizmetçileri Hediye,
Boşverip bütün bu cezalara,
Hazreti Yusuf’un kuyuda çektiği ezalara,
Adem’in buğday ağacından memnu meyveye
Yemesine-yoksa elma ağacı mıydı?-
Kıyamet günü yanlışlıkla çevirince başını
Mızıkalı eşeğin sesine, nasıl yanılacağına, kaşını
Fazla almanın da ayrıca günah olduğuna,
Sağ elle temizlenen bütün pisliklerin cehennemde
Boğazına dolduğuna
Yüzünü çok yıkayan kadının
Bu nedenle alnın yazısını okuyan kadının
Başına gelenlere
Aldırmazdı.Şu karşıki apartmandaki Helenlere
Kaçarak dudaklarını boyardı.
Benimse çok daha ciddi niyetlerim vardı.

Türbenin hemen yanında, gene dar bir sokakta,
Kerpiç bir evde, fakir arkadaşım Sabri’yle sıcakta.
Ter ve yıkanmış kilim kokan odasında konuşuyoruz.
Pencereden giren güneş sefaleti keskinleştiriyor.Temmuz
Ayının bitkinliği ve ölüm korkusu
Kelimeleri ağırlaştırıken, terimi silmiyorum
Dinsel bir korkuyla.Daha, ‘Eüzü mineşşeytanı racim’i bilmiyorum
Başlamak için duaya.Sabri bir din adamının yavaş
Hareketlerini taklit ediyor.Bende saygılı bir telaş.
Namaz surelerini ezberlemekle geçiriyoruz
Bizi ölüme yaklaştıran zamanı.Yıl bin dokuz yüz kırk dokuz.
Ankara’nın bütün küçük kubbeli camilerini
Ve kararmış kiremitlerini mescitlerini dolaştı.’inna ateyni
Kelkevser, fesalli lirabbike…hüvel ebter’
Körpe dizlerde derman biter
Yatsı namazında, yanlış mırıldanan kelimeler sırasında
Palabıyıklı, sakallı ve yırtık çoraplı cemaat arasında
Dini bütün iki Türk çocuğu kilimler üstünde yata kalkar
Sürekli (kendine amansız) ilahiler, dualar…
Allahın peşinde
Yirmi bin fersah.Temmuz güneşinde, Ağustos güneşinde,
Kirli şadırvanların çamurlu taşlarına
Uzatırlar ayaklarını yalnız başlarına.
Tozlu ayakları çamurlaştıran sular,
Avuç içinden bileklere, dirseklere kayar.
Hangi elimle yıkayacaktım, hangi kulağımı?
Ne tarafa dönecektim? “Selamlasana sağını!”
Pabuçları çalarlar mı dersin Sabri?
Duydun mu gazetedeki haberi
Pabuç hırsızlarına dair?
“Haydi Selim, herkesle birlikte çevir
Sola başını”Neden Sabri bu ilahiyi öğretmedi bana?
Hiç olmazsa biraz dudaklarını oynatsana!
Şol cennetin ırmakları, akar Allah deyu deyu
Öğle namazında güneş, yakar Allah deyu deyu
Geç katıldı bu kervana, Allahım yakındır sana,
Bir o yana bir bu yana, bakar Allah deyu deyu.
Burası Allah yapısı, açılsın cennet kapısı,
Bu imtihansa hepisi çakar Allah deyu deyu.
Bu kervanda herkes yaya, rastlanmaz beye, ağaya
İnsan aklını duaya takar Allah deyu deyu
Dualar bağlı toprağa, düşünce saplı batağa,
Gene camiden sokağa çıkar Allah deyu deyu

Selim Işık yaz dindarı, yetti ona bu kadarı
Cemaat kışın ne yapar, bilmez artık orasını
Hacı Bayram Camisi’nin çevresindeki küçük evlerden birinde,
Yeni bir rüzgar esti (olumsuzluk rüzgarı).Yokluk Tanrısının emrinde.
Yeni bir savaşa katıldı bütün kavgaların yedek neferi Selim.
(Ben neyim, ne değilim?)

Herkes mutlu ve sorumsuz
Herkes olumlu, ben olumsuz
Yaşıtlarım, artık uzun pantalon giymenin bağımsızlığını yaşarken
Okulun paydos ziliyle hemen sokağa taşarken
Yıkıcı fikirleriyle aklımın ince örgüsünü karıştıran
Otuz üç yaşında benimle söz yarıştıran
Nihat ağabeyin yanında işim neydi?
Gene böyle yıldızlı ve ılık bir geceydi
Kardeşim Süleyman; “Hiç, ama hiçbir şey yapmadık,” derken.
Karşımda, bardak bardak koyu çay ve paket paket ucuz sigara içerken
Çırpınıyordum:Dumlupınar, Sakarya
İstanbul’un fethi, Kosova
Birden başını kaldırıp gülümseyiverdi
Kara bıyıklarının arasında ışıldayan dişleri
Bütün inançlarımı eritti.
Anlıyorsun, bilinç, inanç bugünün sözcükleri
O, şuur ve tahripten bahsederdi
Bunca Türk büyüğünün – bir kitaba göre elli kadardı-
Kazandığı bütün savaşları kaybettim orada,
(Ahşap evin beyaz perdeli odasında)
Ne Mohaç, Ne Mercidabık, ne yeni, ne sabık
Zaferlerimiz dayanmadı.Yalnız kromda ve güreşte birinciydik artık
Eski kahramanlıklardan başka
İleri sürecek neyimiz kalmıştı dokuz yüz kırk dokuzda.
Selim Işık, yenilmişti, bitmişti.
Neyse tam o sırada, Marşal Amca yetişti

BEŞİNCİ ŞARKI

Tutunamayanların destanıdır bu şarkı,
Dostum Süleyman Kargı.
Eller boşta kalıyor, tutunamıyor toprağa
Anlatamıyorlar, anlatılamayanı.
Anlatmak gerek.Düşman sarmış her yanı
Oysa, mesela Selim Işık
Anlatmadan anlaşılmaya aşık
Böyle adama
(Darılma ama)
Yaklaşmaz hiçbir güzellik
Doğduğu günden beri kalbinde bir delik
Almak için bütün sızıları içine.
Her zaman utanmıştır başkaları yerine.
Elim varmıyor yazmaya, inmeyelim derine
Taş dervi, Sabri devri, Nihat devri, tunç devri
Aşık oldu-söyleyemez-utanç devri
Hep utandı hayatı boyunca,
(Annesi yıkamak için soyunca)
Sınıfta birinci olduğu gün, eve geç kaldım, diye üzüldü
Canı sıkıldı güldü, kalbi incindi güldü
Allahı ya da ona engel olan gizli kuvvetleri
Hiçbir zaman kızdırmak istemedi
Küçük pazarlıklar yaptığı,
Camide korkarak taptığı
Zamanlarda sürdürdü bu uzlaşımcı varlığı
Annesinin yün fanilasına taktığı nazarlığı
Çıkaramadı yıllar boyunca.İlk defa domuz eti yerken,
Arkadaşlarının ısrarıyla geneleve giderken,
Hep ONUNLA (O kimdi?) bozmamaya çalıştı arayı,
İki gün oruç bile tuttu bir Ramazan ayı
(Sapı silik ve tutuk bir tabancaydı)
Bir gün ölürse, bu vatan ona bir mezarlık yer verecek
Oturdu bir destan yazdı, kendini yerecek
Sazını ve cesaretini aldı eline (bütün cesareti,
Daha kötü şeyler olması korkusundadır)
Canını dişine takarak,
Yazılmış eski destanlara bakarak.
Sözü uzattı durdu
İşte böyle buyurdu:

Numanoğlu Selim derler adımız
Gürültüye geldi feryadımız
Nedense tamamdır itikadımız
Dikilen her kumaş bol gelir bize

Çocukken güneşin tadın bilmedik
Büyüdük kadının adın bilmedik
Bizi anlayacak kadın bilmedik
Sevgisiz bir hayat çöl gelir bize

Bize öğretilen her söze kandık
‘Yasaktır’, ‘Memnudur’ dendi, inandık
Hep ‘Girilmez’ levhasına aldandık
Bu tutulan, yanlış yol gelir bize

Benim cefalı yarim kafamdır
Divanda düşünmek bütün safamdır
Mülkiyet benimçün büyük evhamdır
Senin olanları nideyim gayrı

Dostun vefalısı bütün isteğim
Kız peşinde koşan dostu nideyim
Her an yaşamalıyım kendi gerçeğim
Kendi içimdeki indeyim gayrı

Dostlar dedi, bu can bizden değildir
Düşman kırdı, oysa buzdan değildir
Gene de herhalde sizden değildir
Çare yok dünyadan gideyim gayrı

Bana ilham getirdin
(Hem de yaktın bitirdin)
Ey!Elesius dağlarından esen rüzgar
Kıssamız burada biter.
Bu kadar

Oğuz Atay, Tutunamayanlar