1. KİTAP
ÖNSÖZ
Aylak okur: bu kitabın, zihnin, düşünebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin. Ancak, tabiat kanununa karşı çıkamadım; tabiatta herşey, benzerini doğurur. Benim kısır, gelişmemiş deham da, her türlü rahatsızlığın hakim olduğu, her türlü hazin sesin duyulduğu bir hapishanede doğmuşcasına kuru, kırışık, maymun iştahlı ve çok çeşitli, kimsenin aklına gelmeyecek düşüncelere boğulmuş bir evlattan başka ne doğurabilir? Huzur, sakin bir yer, kırların hoşluğu, gökyüzünün duruluğu, pınarların şırıltısı ve ruhun dinginliği, en kısır ilham perilerinin bile verimli olup dünyayı hayranlık ve memnuniyete boğan çocuklar doğurmalarına fırsat verir. Olabilir ki, bir babanın çirkin, sevimsiz bir oğlu olur, ama oğluna karşı sevgisi, gözlerine bir perde çeker; onun kusurlarını kusur olarak görmeyip, akıllılık, güzellik gibi algılar ve dostlarına zeka, zarafet olarak anlatır. Ama Don Quijote’nin babası gibi görünsem de, üvey babası olan ben, adetlere uyup, başkalarının yaptığı gibi, neredeyse gözlerimde yaşlarla, oğlumda göreceğim kusurları affetmen veya görmezden gelmen için sana yalvarmayacağım, sevgili okur. Sen onun ne akrabasısın, ne arkadaşı; ruhun kendi bedeninde; gayet yetenekli, hür bir iraden var; evindesin ve kralın vergilerin efendisi olduğu kadar, sen de evinin efendisisin; bilirsin, herkes kendi evinde kraldır. Bütün bunlar, seni her türlü saygı ve mecburiyetten azade kılıyor; kısacası, hikaye hakkında, kötü söylersen karalanmaktan, iyi söylersen ödüllendirilmekten korkmadan, istediğini söyleyebilirsin.
Ne var ki, sana onu saf ve çıplak halde, bir önsözle, kitapların başına konması
adet olan sayısız sone, epigram ve methiyeler listesiyle süslemeden vermek isterdim.
Çünkü şunu söyleyebilirim ki, kitabı kitabı yazmak bana epeyce zahmete mâlolduğu
halde, şu okumakta olduğun önsözü yazmanın zahmeti kadar fazla olmadı. Bunu yazmak
üzere bir çok kez elime kalemi alıp,
ne yazacağımı bilmeyerek bıraktım. Bir gün önümde bir kağıt, kalemim
kulağımda, dirseğim masanın üstünde, yanağım avucumda, şaşkın bir halde, ne
yazacağımı düşünürken, ansızın, çok esprili ve bilgili bir dostum geldi ve beni
böyle düşüncelere dalmış görünce, sebebini sordu. Ben de saklamayıp Don
Quijote’nin hikayesine yazacağım önsözü düşündüğümü, aslında yazmak
istemediğimi, ama böyle soylu bir şövalyenin kahramanlıklarını önsözsüz
yayınlamayı arzu etmediğimi söyledim.
“ Nasıl endişelenmeyeyim? Bunca yıldır unutuluşun sessizliği içinde uyuduktan
sonra, şimdi bütün bu yılların yüküyle, böyle bir hikayeyle karşısına
çıktığımda, halk denilen eski kanun koyucu ne diyecek? Saman gibi kupkuru, yenilikten
yoksun, üslubu güdük, kavram yoksulu bir hikaye; bilgi ve doktrinden tamamen mahrum;
sayfa kenarlarında notlar, kitabın sonunda açıklamalar yok; oysa diğer kitaplar
öyle, görüyorum; uydurma ve acemice olsalar bile, okuru hayran bırakan, yazarlarına
okumuş, bilgili, belagatli adam şanı kazandıran alıntılarla dolular;
Aristoteles’ten, Platon’dan, bütün filozoflar güruhundan. Hele kutsal kitaptan
alıntı yaptıklarında! Kimi Aziz Thomas kesilir, kimi Kilise Babası; burada ustaca
ciddiyetlerini korurlar, bir satırda dalgın bir aşığı tasvir etmişken, bir
başkasında bir Hıristiyan vaazcığı verirler ki, okuması, duyması mutluluk ve zevk
verir. Benim kitabım bütün bunlardan yoksun olacak; çünkü ne sayfa kenarına
yazılacak notlar var, ne kitabın sonuna yazılacak açıklamam; ne de kitapta hangi
yazarları izlediğimi bildiğimden, bunları herkes gibi başına, alfabe sırasına
göre dizebiliyorum; Aristoteles’ten, Xenophon’a, Zoilos veya Zeuksis’e – her ne
kadar biri dedikoducu, öteki ressam idiyse de… Kitabım, baştaki sonelerden de yoksun
olacak; hiç değilse dükler, markiler, kontlar, piskoposlar, çok ünlü hanımefendiler
veya şairler tarafından yazılmış olan sonelerden. Gerçi meslekten iki üç dostumdan
istesem, biliyorum yazarlar, hem de İspanya’mızın en ünlülerinin rekabet
edemeyeceği sonelerden olur. Kısacası, saygıdeğer dostum,” diye devam ettim,
“Tanrı, eksikliklerini giderip onu süsleyecek birini ortaya çıkarıncaya kadar,
Senor Don Quijote’nin La Mancha’daki arşivlerinde, mezarda kalmasına karar verdim.
Çünkü ben yetersizliğimle, cehaletimle, eksikliklerini gideremeyeceğim; mizaç olarak
da tembel ve üşengeç olduğum için, benim kendi başıma söyleyebileceğim şeyleri
söylesinler diye yazar aramayacağım. İşte beni düşünceli ve dalgın bulmanızın
sebebi bu dostum; bu durumda olmam için, anlattıklarım yeterli bir sebep.”
Bunu duyan arkadaşım, alnına bir şaplak atıp kahkahaya boğularak dedi ki:
“Tanrı aşkına, kardeşim, sizi tanımış olduğum uzun süre boyunca içinde
bulunduğum yanılgıdan şimdi kurtuldum; ben sizi hep ölçülü, her hareketinizde
tedbirli bilirdim. Ama şimdi görüyorum ki, gökyüzü topraktan ne kadar uzaksa, siz de
öyle olmaktan o kadar uzaksınız. Nasıl olur da, bu kadar önemsiz, çaresi bu kadar
kolay bulunur bir şey, sizinki kadar olgun, daha büyük zorlukları çiğnemeye muktedir
bir dehayı şaşırtıp kaygılandırabilir? Emin olun, bunun sebebi yetenek eksikliği
değil, aşırı tembellik ve mantık kıtlığı. Söylediğimin doğru olup
olmadığını merak ediyor musunuz? Öyleyse dikkat edin, bakın nasıl göz açıp
kapayıncaya kadar, bütün zorluklarınızı yeniyorum; sizi şaşırtan ve ürküten,
gezgin şövalyeliğin ışığı ve aynası, ünlü Don Quijote’nizin hikayesini,
yayınlamaktan vazgeçiren bütün eksiklikleri nasıl gideriyorum.”
Söylediklerini dinleyip, “Anlatın” dedim, “korkumun yarattığı boşluğu nasıl
dolduracaksınız; şaşkınlığımın yarattığı kargaşayı nasıl açıklığa
kavuşturacaksınız?”
Buna şöyle cevap verdi:
“İlk eksiklik olarak düşündüğünüz. Ciddi ve asalet unvanı taşıyan kişiler
tarafından yazılmış, başlangıçta yer alacak, soneler, epigramlar ve methiyelerin
eksikliğini, siz biraz uğraşıp yazarak giderebilirsiniz; sonra onlara istediğiniz
ismi verirsiniz, ister Hint Kralı keşiş Yohannes’e ithaf edin, ister Trabzon
İmparatoru’na; ikisinin de ünlü şairler olduğunu duydum. Onlara ait olmadığını,
birkaç ukala geveze, arkanızdan fısıldayıp dedikodu yaparsa da, metelik vermeyin;
çünkü yalanınız ortaya çıksa bile, yazdığınız eli kesecek değiller. Sayfa
kenarlarına, hikayenize koyduğunuz cümleler ve deyişleri hangi kitap ve yazarlardan
aldığınız not etme meselesine gelince, yapılacak tek şey, uygun düşecek yerlere,
ezberden bildiğiniz, ya da en azından, fazla uğraşmadan bulabileceğiniz cümleler,
Latinceler yerleştirmek; mesela özgürlük ve kölelikten bahsederken:
Non bene pro toto libertas venditur auro (1) -
1(Hiçbir altın özgürlüğün bedelini ödeyemez)
diye yazabilirsiniz, sonra sayfa kenarında Horatius’u, ya da kim söylemişse onu
anarsınız. Ölümün gücünden bahsediyorsanız, şunu kullanabilirsiniz:
Pallida mors aequo pulsat pede puaperum tabernas, regumque turres (2)
2(Ha yoksulun kulübesi ha zenginin köşkü, soluk benizli ölüm için farketmez.)
Eğer Tanrı’nın, düşmana beslenmesini emrettiği sevgi ve dostluktan
bahsediyorsanız, hemen Kutsal Kitaba başvurun: Ego autem dico vobis: diligite inimicos
vestros. (3)
3(Fakat ben size derim: Düşmanlarınızı seviniz)
Kötü düşüncelerden bahsediyorsanız, İncil’den yararlanın: De corde exunt
cogitutiones malae. (4)
4(Kötü düşünceler yürekten çıkar)
Dostların dönekliğinden bahsederken, Cato size şu beyti verecektir:
Donec eris felix, multos numerabis amicos,
Tempora si fuerint nubila, solus eris (5)
5( Talihin iyiyse arkadaşın çok olur,
ama bir bulutlandı mı havalar, kalırsın yapayalnız ortada.)
Bu ve buna benzer Latincelerle, sizi dil alimi bile sanırlar ki, günümüzde oldukça
şerefli ve yararlı bir şeydir. Kitabın sonuna açıklamalar koyma meselesine gelince,
eminim şu şekilde halledebilirsiniz: Kitabınızda bir devden söz edersiniz, dev Golyat
olsun; bu sayede, hemen hiç bir zahmete katlanmadan, önemli bir açıklamanız olur,
şöyle diyebilirsiniz: Golyat, çoban Davut’un, Ela Vadisinde sapanla taş atarak
öldürdüğü Filistinli devdir; Krallar Kitabında anlatılır. Hangi bölümde
bulunduğunu da yazarsınız. Bunun ardından, edebiyatta ve kozmografyada bilgili
olduğunuzu göstermek için, hikayenizde Tajo nehrinin adını geçirin, o zaman yine
mükemmel bir açıklamanız olur, şöyle dersiniz: Tajo Irmağı, adını bir İspanya
kralından alır; falanca yerden doğar, ünlü Lizbon kentinin surlarını yalayıp Atlas
Okyanusu’na dökülür, kumlarının altın olduğuna inanılır, vs. Hırsızlardan
bahsederseniz. Ben size ezbere bildiğim, Cacus hikayesini anlatırım. Fahişe
kadınlardan sözedersiniz; Mondonedo piskoposu size Lamia, Ladia ve Flora’yı
verecektir; bu açıklama size büyük değer kazandıracaktır. Zalimlerden bahsederken,
Ovidius size Media’yı sunacaktır. Büyücü kadınlardan bahsederseniz, Homeros’un
Kalypso’su, Vergilius’un Kirke’si var. Cesur denizcilerden bahsedecekseniz, Julius
Caesar’ın kendisi, Yorumlar’ında, kendisini size sunacak, Plutarkhos size bir
İskender verecektir. Aşktan bahsedecek olursanız, bildiğiniz iki kelime
İtalyanca’yla, Leon Hebreo size geniş bir kaynak olur. Yabancı ülkelere gitmek
isterseniz, evinizde Fonseca var; Tanrı Aşkına Dair’de, sizin de, en büyük dahinin
de bu konuda isteyebileceği her şey özetlenmiştir. Kısacası, sizin yapacağınız
tek şey, söylediğim bu isimleri anmak, veya bu hikayelere hikayenizde değinmek;
notları, açıklamaları siz bana bırakın; yemin ederim, sayfa kenarlarını
doldururum, kitabın sonunda da dört yaprak harcarım. Gelelim, öteki kitaplarda bulunup
sizde eksik olan, yazarların sıralanmasına. Bunun çaresi çok basit; tek
yapacağınız şey, dediğiniz şekilde A’dan Z’ye hepsini sıralayan bir kitap
bulmak. Aynı alfabeyi siz kendi kitabınıza koyacaksınız; onlardan pek
yararlanmayacağınızdan, yalanınız açıkça belli olsa bile, önemli değil. Belki,
basit, sade hikayenizde hepsinden yararlandığınıza inanacak saf birisi çıkar.,
başka bir işe yaramasa da, uzun yazarlar listesi, hiç değilse kitaba beklenmedik bir
otorite kazandırır. Zaten, kimseyi ilgilendirmediğinden, kimse onları izleyip
izlemediğinizi araştırmaz. Üstelik, yanılmıyorsam, sizin bu kitabınızın, eksik
dediğiniz şeylerin hiçbirine ihtiyacı yok; çünkü zaten kitabın kendisi,
Aristotales’in aklından bile geçmeyen, Aziz Basileios’un sözünü etmediği,
Cicero’nun hiç karşılaşmadığı, şövalyelik kitaplarına karşı bir saldırı.
Bunların hayali saçmalıklarında gerçeğin titizliğine, astrolojinin gözlemlerine
yer yoktur; geometrik ölçülerin, retorikte yararlanılan önermelerin
çürütülmesinin, önemi yoktur; kimseyi kınayacak durumda değildirler, çünkü hiç
bir Hıristiyan aklına sığmayacak bir şekilde, dünyevi olanı ilahi olanla
karıştırırlar. Önemli olan tek şey, yazılanlarda taklitten yararlanmaktır; taklit
ne kadar mükemmel olursa, yazılan da o kadar iyi olacaktır. Sizin bu kitabınızın
amacı, şövalyelik kitaplarının dünyadaki ve halk üzerindeki otoritesini, etkisini
kırmak olduğuna göre, filozoflardan cümleler, Kutsal kitap’tan nasihatler,
şairlerden efsaneler, retorikçilerden söylevler, azizlerden mucizeler dilenmenize gerek
yok; aksine, cümlelerinizin, paragraflarınızın, sade bir şekilde anlamlı, açık,
yerinde kelimelerle, fikrinizi mümkün olduğunca canlandırması, düzgün ve renkli
olması için uğraşın; kavramlarınızı karmaşık, karanlık hale getirmeden
anlatın. Ayrıca, hikayenizle hüzünlü kimseleri neşelendirmeye, neşelelerin
neşesini artıttırmaya çalışın, saf kimseleri kızdırmayın, zeki kimseleri
yeniliğe hayran bırakın, ciddi kimseler küçümsemesin, ihtiyatlı kimseler de övmeyi
ihmal etmesin. Kısacası, amacınız, birçok kişinin nefret ettiği, daha da fazla
kişinin övdüğü bu şövalyelik kitaplarının temelsiz sanat yapısını yıkmak
olsun; bunu başarırsanız, az şey başarmış olmazsınız.”
Dostumun söylediklerini hiç ses çıkarmadan dinledim; sözleri öyle yer etti ki bende,
hiç tartışmadan doğruluğunu kabul ettim ve önsöz olarak da bu konuşmayı yazmak
istedim. Tatlı okur, bu önsözde, dostumun ne kadar zeki olduğunu; benim, onca ihtiyaç
duyduğum bir zamanda böyle bir nasihat veren bulduğum için ne kadar talihli olduğumu:
senin de Montiel Ovası civarının bütün sakinlerinin nezdinde, uzun yıllardır
buralarda görülmüş en aşık ve en cesur şövalye olan la Mancha’lı ünlü Don
Quijote’nin hikayesini böyle içten ve dolambaçsız bulduğun için ne kadar
ferahlayacağını göreceksin. Sana böyle soylu ve şerefli bir şövalyeyi tanıtmakla
yaptığım iyiliği abartmak istemiyorum; çünkü bence, bütün o kasıntılı
şövalye kitapları güruhuna serpiştirilmiş olan silahtarlık meziyetlerini, onun
şahsında, özetlenmiş olarak sana veriyorum.
Haydi, tanrı sana sıhhat versin, beni de unutmasın. Vale.
Vale Latince veda sözü
2. KİTAP
OKURA ÖNSÖZ
Aman Tanrım! İster soylu ol, ister halktan, sevgili okur, şu anda bu önsözü
kimbilir ne büyük bir hevesle bekliyor, bu önsözde ikinci Don Quijote’nin
yazarından, yani Tordesilles’ta filizlenip Tarragona’da doğduğunu söyleyen
adamdan, intikam alacağımı, onunla atışacağımı, onu kınayacağımı
sanıyorsundur. Doğrusunu istersen, sana bu tatmini vermeyeceğim; çünkü her ne kadar
haksızlık, en alçak gönüllü yüreklerde bile öfke uyandırsa da, benimkinde bu
kural bir istisnaya uğrayacak. Sen ona eşek, gerizekalı, küstah dememi isterdin; ama
benim aklımdan bile geçmiyor böylesi. Onun cezası, günahı olsun; ne hali varsa
görsün, benden uzak olsun. Benim yine de üzüldüğüm bir şey oldu; o da bana yaşlı
ve çolak demesi; sanki ben zamanı durdurup benim için geçmesini engelleyebilirmişim
gibi; sanki çolaklığım, geçmiş yüzyıllarda görülmüş, gelecek yüzyıllarda
görülebilecek en yüce savaşta değil de, bir meyhanede olmuş gibi. Yaralarım,
bakanların gözünde parlamasa da, hiç değilse nerede alındıklarını bilenler
tarafından takdir edilir; savaşta ölen asker görüntüsü, kaçan hür askerden daha
iyidir. Bu benim için o kadar doğrudur ki, bana şimdi imkansız bir şeyi teklif edip
mümkün kılsalar, o savaşta çarpışmayıp, yaralanmayıp, sağlıklı olmaktansa, o
olağanüstü çarpışmada bulunmuş olmayı tercih ederim. Askerin yüzünde,
göğsünde, görünen yaralar, başkalarını şeref katına yükselten ve hakettiği
övgüye yönelten yıldızlardır. Şunu da unutmamak gerekir ki, insan saçındaki
aklarla değil, yıllar geçtikçe gelişen zihniyle yazar.
Ayrıca bana kıskanç demesine ve cahil birine anlatır gibi, bana kıskançlığın ne
olduğunu anlatmasına da üzüldüm. İşin tam doğrusu şu ki, ben kıskançlığın
değil, kutsal, soylu ve iyi niyetli olan imrenmenin ne olduğunu bilirim. Ve bu sebeple
de, benim herhangi bir rahibe, özellikle de Engizisyon rahibine (Lope de vega)
saldırmam, söz konusu değildir. Eğer bu sözü tahmin edilen kişi için söylediyse,
tamamen yanılıyor; çünkü o kişinin dehasına taparım, eserlerini, kesintisiz ve
faziletli çalışmalarını takdir ederim. Bütün bunlara rağmen, hikayelerimin örnek
alınacak hikayelerden çok, hicivli olduklarını, ama iyi hikayeler olduklarını
söylediği için, sayın yazara teşekkür ederim; içlerinde her şey olmasa, iyi
hikayeler olmazlardı.
Bana öyle geliyor ki, kendimi çok kısıtladığımı, alçak gönüllülüğümün
sınırları içine hapsettiğimi söylüyorsun, sevgili okur. Ben kederli insanın
acısına acı katmamak gerektiğini biliyorum; bu beyefendinin kederi de, şüphesiz çok
büyük olmalı; çünkü apaçık ortalığa çıkmaya cesareti yok; asıl adını,
memleketini gizliyor; Majestelerine karşı ağır ihanet suçu işlemiş sanki.
Tesadüfen onunla karşılaşcak olursan, tarafımdan söyle, kendimi hakarete uğramış
saymıyorum; şeytanın kışkırtmalarını çok iyi biliyorum; en büyüklerinden
birinin, bir insanın kafasına, kendisine para kadar şöhret, şöhret kadar para
kazandırabilecek bir kitap yazıp bastırabileceği fikrine sokmak olduğunu biliyorum.
Bunun doğruluğunu göstermek için de, kendisine esprili ve hoş anlatımınla şu
hikayeyi anlatmanı istiyorum:
Sevilla’da bir deli varmış, dünyada hiç bir delinin aklına gelmeyecek kadar
gülünç ve saçma bir fikre aklını takmış. Kamıştan, bir ucu sivri bir boru
yapmış; sokakta veya başka bir yerde bir köpek gördüğünde, bir ayağını
köpeğin arka ayaklarından birinin üstüne bastırır, öteki ayağını eliyle tutup
kaldırır ve boruyu köpeğin uygun yerine yerleştirip üfleyerek, top gibi yusyuvarlak
hale getirirmiş. Ondan sonra da, karnına iki şaplak atıp bırakır, her zaman
etrafına biriken çok sayıda seyirciye de, şöyle dermiş:
“Saygıdeğer beyefendiler, bir köpeği şişirmek kolay iş mi sanıyorsunuz yoksa?”
Zat-ı aliniz, bir kitabı yazmak kolay iş mi sanıyorsunuz yoksa?
Bu hikayeden hoşlanmazsa, sevgili okur, yine deli ve köpeklerle ilgili olan şu hikayeyi
anlatırsın:
Cordoba’da bir başka deli varmış, alışkanlık halinde, kafasının üstünde bir
mermer veya ağır bir taş parçası taşırmış. Başıboş bir köpek gördü mü,
yanına yanaşır, ağırlığı dimdik üzerine düşürürmüş. Köpek dehşete
kapılır, havlayarak, uluyarak, hiç durmadan üç sokak koşarmış. Yükünü
boşalttığı köpeklerden bir tanesi, bir şapkacının, sahibi tarafından çok sevilen
köpeği çıkmış. Taş düşüp köpeğin kafasına isabet etmiş; canı yanan köpek
ulumaya başlamış; sahibi görüp sinirlenerek bir cetvel kapmış; delinin peşine
düşmüş ve vücudunda sağlam kemik bırakmamış. Her vuruşta da diyormuş ki:
“Seni haydut, benim spanyelime ha? Gaddar herif, köpeğimin spanyel olduğunu görmedin
mi?”
Spanyel kelimesini sık sık tekrarlayıp, deliyi pestili çıkmış halde bırakmış.
Deli bu olaydan ders alıp gitmiş ve bir aydan uzun bir süre, hiç ortalığa
çıkmamış; ama sonra, daha ağır bir taşla, eski icadına dönmüş. Köpeğin
yanına kadar gidip gözünü dikerek bakıyor, taşı düşürmeden, düşürmeye cesaret
edemeyerek, diyormuş ki:
“Spanyel bu, aman ha!”
Aslında, bütün karşılaştığı köpeklere, danua da olsalar, fino da olsalar,
spanyel diyormuş ve bir daha taşını hiç düşürmemiş. Belki böylece bu hikayeci de
dehasının yükünü , kötüleri kayadan sert olan kitaplara boşaltma cesareti
göstermez.
Ayrıca kendisine söyle, kitabıyla benim kazancımı elimden alacağına dair tehdidi,
hiç umurumda değil. La Perendenga’nın meşhur satırlarıyla cevap veriyor,
başkanım, efendim çok yaşasın, huzur herkesin üzerine olsun diyorum. Herkesçe
bilinen Hıristiyanlığı ve cömertliğiyle, kara bahtımın bütün sillelerine rağmen
beni ayakta tutan yüce Lemos kontu çok yaşasın; Toledo muhterem başpiskoposu Don
Bernandode Sandoval y Rojas’ın sonsuz merhameti çok yaşasın; isterse dünyada matbaa
kalmasın, isterse aleyhimde Mingo Revulgo’nun mısralarındaki harflerin sayısından
çok kitap yazılsın. Bu iki prens, benim iltifatlarımın veya başka bir alkışın
ısrarı olmadan, sırf iyiliklerinden, bana lütuf ve yardımda bulunmayı görev
edindiler; talih beni olağan yollardan doruğa yükseltse, kendimi bu kadar talihli, bu
kadar zengin saymazdım. Yoksul insan şerefli olabilir, kötü insan olmaz; yoksulluk,
soyluluğa gölge düşüreblir, ama tamamen karartamaz. Oysa fazilet, yokluğun
zorlukları ve dar aralıklarından bile olsa, kendi ışığını gösterdiğinde, yüce
ve soylu ruhların takdirini ve dolayısıyla lütfunu kazanır.
Başka da bir söyleme kendisine; ben de sana başka bir şey söylemeyip sadece şuna
dikkatini çekmek istiyorum: Sana sunduğum Don Quijote’nin bu ikinci kısmı,
birincisiyle aynı kumaştan, aynı zanaatkar tarafından kesilmiştir ve bu kısımda
sana don Quijote’yi daha geniş biçimde ve sonunda ölü, mezarında sunuyorum ki, hiç
kimse kendisine yeni olaylar atfetmeye kalkmasın; geçmiştekiler yeterli çünkü.
Şerefli bir insanın bu dahiyane çılgınlıkları aktarmış olması da yeterli; bir
daha bu konuya girmek istemiyorum; çünkü bir şey, iyi de olsa, bol oldu mu, değer
verilmez; oysa kötü şeylerin bile kıtlığı, değerini arttırır. Unutmadan
söyleyeyim, bitimekte olduğum Persiles’i ve La Galatea’nın ikinci kısmını bekle.
Miguel de CERVANTES SAAVEDRA
LA MANCHA’LI
YARATICI ASİLZEDA
DON QUIJOTE
I
Çeviren: Roza Hakmen