logo.gif (1228 bytes)

ÖNSÖZ

Kipling’in son öyküleri, en az Kafka ve Henry James’inkiler kadar içinden çıkılmaz ve korku vericidir ve kuşkusuz daha üstündür; ama 1885’te Lahor’da, Kipling bir dizi kısa, dili ve biçemi çok basit anlatı yazmaya başladı, bunları 1890’da bir derleme şeklinde birleştirecekti.Çoğu – In The House of Suddhoo, Beyond The Pale, The Gate of the Hundred Sorrows – kısa ve öz başyapıtlardır; bir gün kendi kendime, dahi bir delikanlının düşleyip başardığı bir şeye, yaşlılığın eşiğindeki bir edebiyat adamının alçakgönüllülükle öykünebileceğini söyledim. Elinizdeki cilt, okurlarım yargılayacak, bu düşüncenin meyvesidir.

Öykülerimi en basit şekilde yazmaya çalıştım, ne kadar becerebildim, bilmiyorum. Basit olduklarını iddia edemem; her şeyin, en belirgin niteliği karmaşıklık olan evreni önerdiği göz önüne alınırsa, yeryüzünde basit bir tek sayfa, bir tek sözcük yoktur. Yalnızca açıklamak istediğim, bir zamanlar masal yazarı, mesel yayıcı denen veya bugünün deyimiyle politik bağımlılığı olan bir yazar asla olmadığımdır. Aisopos olma iddiasında da değilim. Öykülerim, 1001 Gece Masalları gibi oyalamak ve coşturmak amacını taşıyorlar, inandırmak arayışında değiller. Böyle bir amaç, Hz. Süleyman imgesini kullanırsak, fildişi bir kuleye kapanmaya çalıştığım anlamına da gelmiyor. Politika konusunda inançlarım iyi biliniyor: Muhafazakar Parti’ye yazıldım, bu kuşkucu olmanın bir şeklidir, kimse beni komünist, milliyetçi, Yahudi düşmanı, Hormiga Negra veya Rosas yanlısı olmakla suçlayamadı. Zamanla hükümetlerin ortadan kalkmasını hak edeceğimizi sanıyorum. En güç yıllarda bile görüşlerimi asla saklamadım, ama Altı Gün Savaşı sırasında taşkınlığımın sürüklemesi dışında, edebi eserimi etkilemesine asla izin vermedim. Edebi çalışma gizemlidir; düşündüğümüz geçicidir; Edgar Allan Poe’nun inandığı veya inanır göründüğü, bir şiirin doğmasının zeka eylemi olduğu savı yerine, Platoncu ilham perisi savını yeğliyorum.Klasiklerin romantik bir savı, romantik bir şairin de klasik bir savı desteklemelerine hala şaşırıyorum.

Derlemeye adını veren ve açıkça Lemuel Gulliver’in giriştiği son yolculuktan esinlenen metin dışında, öykülerim, bugün gözde olan bir terminolojiyi kullanırsak, gerçekçidir. Sanırım hepsi, ötekilerden daha az basmakalıp olmayan ve hala bıkmadıysak, çok geçmeden sıkılacağımız bir türün kalıplarına uyuyor. X. yüzyıldan kalma, Maldon’un Anglosakson baladı ve daha sonraki İzlanda sagalarının güzelim örneklerinde var olduğu gibi, bu öyküler de koşullara bağlı olguların yarattığı buluşlarla dolu. İki anlatı, -hangileri olduğunu söylemeyeceğim- aynı fantastik yoruma yol açabilir. Dikkatli okuyucu orada bir yapı benzerliği ortaya çıkaracaktır. Bütün yaşamım boyunca sınırlı sayıda konu beni etkiledi, tekdüze olduğum su götürmez.

Derlemenin en iyisi Markos’a Göre İncil başlıklı öykünün ana izleğini, Hugo Rodriguez Moroni’nin bir düşüne borçluyum; ama korkarım imgelem ve aklımın gerekli gördüğü değişikliklerle bozdum. Sonuçta, edebiyat yönetilen bir düşten başka birşey değildir.

Barok biçimin şaşırtılarından ve beklenmedik bir son düzenleme iddiası taşımaktan vazgeçtim. Kısaca, bir şaşkınlıktan çok, bir beklenti doğurmayı yeğledim. Uzun zaman, bir sayfayı güzelleştirmek için, çeşitlemelere veya yeni uygulamalara başvurmanın yettiğine inandım; yetmiş yaşını aştığım bugün, kendi anlatımımı bulduğum kanısındayım. Çok ağır bir cümleyi hafifletmek veya bir abartmayı yumuşatmak dışında, hiçbir sözcük değişimi, yazdırdığımı bozamaz, iyileştiremez de. Her dil bir gelenek, her sözcük kabullenilmiş bir simgedir; bir yenilikçinin değiştirebileceği olsa olsa uyduruk olur; bir Mallarmé’nin, bir Joyce’un görkemli, ama genelde okunmaz eserlerini anımsayalım. Bu mantıklı akıl yürütmeler, yorgunluğumun ürününe benziyor. Yaşım ilerledikçe, Borges olmaya boyum eğdim.

İspanyol Kraliyet Akademisi Sözlüğü, Paul Groussac’ın melankolik yargısına göre –don’t chaque édition fait regretter la précédente (her yeni baskısı bir öncekini aratıyor) ve ağır Arjantin deyimleri, sözcükleri beni pek kaygılandırmıyor, yansız konuşmak gerekirse. Okyanusun her iki yakasındaki bütün bu yapıtlar, farkları vurgulamak ve İspanyolca dilini bölmek eğilimi taşıyorlar. Günün birinde, romancı Roberto Arlt’un argo konusunda bilgisizliğinin yüzüne vurulduğunu ve “ben Villa Luro’da yoksul ve kanundışı insanlar arasında yetiştim ve bunları araştırma fırsatı bulamadım” diye yanıtladığını anımsıyorum. Gerçekte argo, komedi ve tango sözü yazarları tarafından icat edilmiş edebi bir şakadır; bir fonografın plaklarından öğrenmedilerse, kenar mahalle sakinlerinin bu dilden haberi yoktur.

Öykülerimi, ya zaman ya mekan olarak, biraz uzağa yerleştirdim. Böylece imgelem daha özgürce çalışabilirdi. Kim 1970 yılında, geçen yüzyıl sonlarında Palermo ve Lomas kenar mahallelerinin nasıl olduğunu anımsayabilir kesinlikle? Ne kadar inanılmaz görünse de, bazı kuruntulu zihinler, küçük dalgınlıklar peşinde polisçilik oynuyorlar. Örneğin, Martin Fierro’nun kemik dolu bir çantadan değil, kemik dolu bir keseden söz ettiğine dikkat çekiyorlar ve belki haksız yere edebiyatımızda ünlü kır bir atın elbisesini yadsıyorlar.

Tanrı seni esirgesin, ey okuyucu, uzun önsözlerden! Alıntı Quevedo’dan ve bir anakronizmayı önlemek için, uzun zamanda keşfedildiğini ve Bernard Shaw’u asla okumadığımı belirtelim.

Jorge Louis BORGES
Buenos Aires, 19 Nisan 1970



“Her zaman aynalardan korkmuşumdur. Çocukken, evde korkunç birşey vardı. Odama üç tane ayna konmuştu. Ayrıca, mobilyalar da maundandı ve bir çeşit karanlık ayna oluşturuyorlardı. Bütün bu aynalar beni ürkütüyordu, ama çocuk olduğumdan, ses çıkarmaya cesaret edemiyordum.”

“Yavaş yavaş kör olmaya başladığımın farkına vardım, belirli bir an değil yani. Ağır bir yaz günbatımı gibi geldi. Ulusal Kütüphane Müdürü idim ve kendimi harfsiz kitapların ortasında buldum. Sonra dostlarım yüzlerini kaybettiler. Sonra, aynalarda kimsenin yansımadığını gördüm.”

Jorge Louis BORGES