N S - Periyodu Olmayan Periyodik Dergi


Gelecek hakkında



CXVI

Sözünü ettiğim sert seansın bir de içine dönmek istiyorum.Yakıcı bir konu başlığı: Önümüzdeki yüzyılda, imge ve görüntü bağlamında bizi ne bekliyor? Seansın kendisi bazı ipuçları veriyordu: Bizi şiddet, paranoya, imgelerin ve görüntülerin savaşı bekliyor. Bunu Straub’un öfkesinden çıkarıyorum bir tek, işin kötüsü: Paul Virilio da , dingin sayılabilecek konuşma üslubunun arkasına ağır bir panorama yerleştirmekte gecikmedi.Opera IV’ün ana temasını doğruladı o düşünce adamı:Teknik, ilerlemenin bir memesi, öteki memeye kıyamet yapışmış durumda.
Hakikat bu: İlerlemenin negatif yanı üzerinde yalnızca duruyoruz: Ahlaklı, ahlakçı, kof cümlelerle. Bir bilanço çıkaramıyoruz, çünkü asıl bilgiler gizleniyor. Kansere çözüm bulmak istiyorlar mı? Enerji sorunu bağlamında hangi kara planlar çiziliyor? Fizikçiler, kendi alanlarından ekonomik desteğin artık çekildiğini hiç çekincesiz dile getiriyorlar. Buna karşılık, elektronik ve bilişim sektörüne sınırsız kaynak aktarılıyor. Virilio, Japonların müthiş illizyon teknolojileri geliştirdiğini söyledi: Yeni bazı programlar, ekran aracılığıyla birebir duhul ve orgazm duyguları yaratıyor, yaşatıyormuş. Yanlızlığın son çaresi de bulundu demektir.
Ne göreceğiz yeni yüzyılda - en zor soru.
Görüntünün ve imgenin, yapaylığın ve yanılsamanın ekonomik cephesi belirleyecek bunu.Bir yanda herşeyi görmek ve gözetlemek isteyen bir sistem, öte yanda ne görmek isteyecek? Nasıl, önemini yitiren bir soru bugün, yarına son kırıntılarını da yok edecektir:Çözümler bulundu, bir kaç tanı kaldı, az bekleyin.Elbette telefonla konuşurken görecek ve görüleceksiniz; elbette iç organlarınızı,hücrelerinizi ve belleğinizi seyredebilir, içeriğinizi ve ola ki biçiminizi gönlünüzce değiştirebilirsiniz; elbette uydu aracılığıyla Barbara Streisand’ın burnunu nasıl karıştırdığını, Boris Yeltsin’in nasıl uyuduğunu(ve düşünde ne gördüğünü), Octavio Paz’ın bilinçaltını , Hafız’ın mezarındaki kemiklerin son durumunu ekranlarınızdan birine anında taşıyabilirsiniz; elbette sizi seyredenleri de seyredebilirsiniz - fakat ne kadar para var hesabınızda?
Ulaşılacak sahici ve kurmaca görüntülerin sonsuzluğu karşısında sınırlı bütçenizle kavrulun bakalım.
Görüntülerin copyright’ı sizin boyutlarınıza sığmayacak ki. Her görüntü karesi şimdiden parasal karşılığı kolluyor.Şüphesiz ucuz ve yaygın görüntüler hep olacak, örneğin; pencerenizden sözü edilmeye değmez bir ücret karşılığında bakabileceksiniz, ama Sharon Stone’un ücra köşelerine ulaşmak için topu topu bir servet gerekecek,
siz hele kağıt kadar ince bir sürü ekrandan oluşan ufkunuzun karşısına geçin ve kredi hesabınızın numarasını yazın, ölümsüz borçlanma koşulları çoktan hazır,
bütün yapacağınız tuşalara dokunmak,
bundan böyle elleriniz ve parmaklarınız bir tek tuşa basacak zaten, bir de çok seçenekli uzaktan kumanda aletiniz var, dilediğiniz kadar tuşa basabilirsiniz.

Birden Jules Verne mi kıpırdadı içimde, hayır: bir gelecekten bile söz ettiğimi sanmıyorum, yirmi beş yıl önce ortaya çıkan bir ucu koparılmış ikinci elma’dan bu yana hız denetimi hakkında kimsenin ölçü birimi koyamadığı bir girdaba göz ucuyla bakıyorum: Saat şimdiyi gösteriyor.
İki bin yılı birinci elma’nın yarattığı haz ve yasak denklemi içinde geçiren adem ve havva oğlu,üçüncü bine böyle başlıyor işte: Dileyen benim “elma kuramı”m ile dilediğince alay edebilir.
Kendimi daha da alay konusu olacağım bir karşı-kuram’a da aynı anda kaptırdım kaldı ki: “Zapping kuramı” mı hala K’ ya bırakmakta kararlıyım.
Bir de elini tuşlardan uzak tutma kuramı geliştirmiyor muyum,bu ikisi yetmemiş gibi?
Onun yeri El’in ikinci bölümü olsun,kalsın.
CLXXIV

Şimdi uyusam, yüz yıl sona uyansam...Herkesin başına geliyordur bu türden saçma sapan fikirler, öyle sanıyorum.
Tanıdığım hiç kimse kalmazdı yeryüzünde. Torunum olmuşsa ve hala hayattaysa, babasının yaşında olurdu. Belki onu ve ailesini heyecanlandırırdı geri dönüşüm. Hala kitap basılıyor, hala kitaplarım basılıyorsa; okurlarımı da. Yazdıklarımın topu topu yüz yıl sonra kimin için anlam taşıyabileceğini kestirmem olanaksız: Hepten unutulmuş, güç bela arşivlerde bulunabilecek kitaplar mı yazdım, yazıyorum, yoksa farklı mı durum, kimse bilemez bunu, ben de bilemem.Yazarken inanıyorum: Zaman geçince de bir anlamları olacaktır, diye. Neye dayanıyor inancım? Biraz dünün ve bugünün ölçülerine: Cenab Şahabettin’in yüz yıl önce İstanbul’da,Chenier’in iki yüzyıl önce Paris’te yazdıkları yeniden basılıyor. Bu ölçüler yarına kalmayabilir: Talep görsün görmesin, ola ki kitaplar bir daha basılmayacaklar da gelecekte, bilgisayardan başvurulacak onlara. Ya da bir bölüğü basılacak, bir bölüğü elektronik ( ya da nükleer) arşivlerde bir soranı olursa diye bekletilecek. Belki tam tersi geçerli olacak: Yazdıklarıma, bir düğmeye basıp, bütün dillerde ulaşma olanağı doğacak.Nasıl kuruyor, düşlüyorsak öyle olacak kısacası.

Yeryüzü’nün durumu ne olacak peki? Öngörüde bulunmak için hep geçmişe başvuruyoruz.1897’de İstanbul’da ya da Paris’te gündelik hayatla ilgili epey bilgimiz var, gene de somutlaştırmakta güçlük çekiyoruz verileri, daha çok havada yüzüyorlar.1897’den 1997’ye bakıp nasıl bir yaşama düzeni, pratiği düşünüyorlardı - bunu ütopyacılara bakıp belki bir oranda çözümlemek elde.İyi de kaç ütopyacı vardı, düşlemleri ve imgelem kasları nasıl çalışıyordu? XX. Yüzyılda Paris’ i var Jules Verne’nin : Gerçeğe biraz yaklaşıyor, oysa çok uzağında düşlüyor.
İnsanoğlu, 1897’den bu yana en hızlı çağını yaşadı.2097 ‘ye dek yaşayacağı hız sanıyorum benzersiz olacak.Yüzyıl sonrasının gündelik gerçekliğini önümüzdeki boşluğa gözlerimizi dikerek kuramayız, kuramıyoruz.
Gece, La Defense’ın uzay üssünü çağrıştıran soğuk “sokak”larında dolaşırken gidip gidip uçtaki duvara çarptım.Yarının bir göstergesi mi o ultra-modern bütünlük? Bence değil: Yarına ait olsaydı,bugün burada olabilir miydi?
İnsan’ın en korkunç gerçeği, ne kadar yaşayacağını (ne zaman yok olacağını) bilmemesi - diyorum yıllardır.
İnsanlığın korkunç gerçeği de aynı bilinmeyenler ağında duruyor: Bilim de, İnanç da, Düşgücü de 2097 konusunda herhangi bir kesinlik etrafında dolaşmamızı sağlayacak cümleler kurma yetisine sahip olamıyor - önümüzdeki yüz yılı nasıl geçeceği belli değil ki dünyanın, bu sürecin sonunda nerede olunacağı anlaşılabilsin.
Bir de “bilgi çağı”ndan söz ediyoruz: Geçmişle ve Gelecekle iletişimimiz bunca kısıtlıyken.
Soğuk sokakların arasından gökyüzüne bakıyorum - tek kesin olan: Gece,rüzgar,atmosfer: Şimdilik.

CLXXVIII

Gelenek-Yenilik çatışmasının bedeli bazı ülkelerde daha ağır mı oluyor? Güçlü gelenek deposuna sahip ülkenin bireyi, dışardan güçlü bir yenilik atağı gelip içerde kök salmaya başladığında savrulup gidiyor.
Otaku: Japonya’da kaymış, yarıyarıya ya da hepten uçmuş gençler böyle vaftiz ediliyor.Boşalan insanlar bunlar: toplumlarının örf ve adetlerinden dehşet sıkılarak kopmayı seçmiş, ‘yeni dünya’nın başarı ölçekli ritminde dikiş tutturamamış, bir sanrılar evrenine tutsak düşmüşler.İki gözde uğraşları var: Video oyunları ve Mangalar.
Manga, usul usul Batı’yı da işgal etmeye başlayan Japon çizgi-romanları.Genellikle şiddetli, bazen romantik içerik taşıyan maganda kültürünün ürünleri milyonlar düzeyinde satılıyor hep; hareketli ekranlardan artan zamanı hareketsiz ekranda geçiriyorlar böylece.

Oyun endüstrisi Japonya’da dudak uçuklatıcı boyutlar almış durumda, eksiksiz bir alternatif hayat sunuyor kişiye, Paul Virilio anlatıyordu: Orgazm yanılsaması yaratan ekran programları üretiliyormuş artık.
Önce eğitim yolu, sonra İş yolu tıkanan Japon genci yapay cennetlere yönelmekte gecikmiyor. Herkesle iletişimini kesiyor, imgelem dünyasının ortasında farklı bir iletişim mağarasına dalıyor, oradan çekip çıkarılacak olsa ağır hasta, giderek orada kalması bir çözüm sayılıyor, tabii ne kadarlığına - o ayrı.
Teknoloji, amansız virüsler taşıdı yeryüzüne. Uçsuz bucaksız illüzyon tarlalarında afyon yetiştirmeye gerek kalmadı.Her eve bir bilgisayar, bir ekran ve bir tıktık faresi, bir uzaktan kumanda aleti ve bir oyun “direksiyon”u: Kimseyi söküp alamazsınız artık, içine devrildiği dördüncü boyut gerçekliğinden.
Seçenek ne öte yandan;
1. “Başarı”.
2. ”İman”.
Japonya’da hırs, azim, sonsuz enerji ile başdöndürücü başarı merdiveni (bir koşan merdiven bu) tırmanmak ile bir ideolojiye kapanmak (ırkçı bir gruba, bir tarikata vb.) arasından bu üçüncü yol çıkmış: Okatu olmak.
Başka seçenekler:
1.”Adam gibi” biri olmak.
2. Sepkuhu ya da Harakiri.
İşte yelpaze tamam.Sayım yapılabiliyor mu? Kaç milyon “başarılı”, kaç milyon “mümin”, kaç yüz bin “Okatu”, kaç bin “adam” ya da kaç bin “ölü adayı”.
Neden bilmem: Japonlar sayıyorlardır gibi geliyor bana. Biz sayım yapabilir miyiz peki - sanmıyorum:
Türkiye’deki kıraathane sayısı ve günlük müşteri oylumu; gerçek öğrenci, sözümona öğrenci, militan ve mümin ve işsiz bilançosu; okey ve internet arası kaybolmuşlar listesi...
Ne düşler, ne düşkırıklıkları.
Genç insana hazırlanan dünya herhalde her dönemde mayın tarlalarından farksızdı.Mayınların niteliği değişiyor belki, artan nüfusa oranlı olarak kurban sayısı kabarıyor bir de, Aciz Çağ’ın biri kapanırken öbürü dişlerini geçirmekte gecikmiyor.



Enis BATUR - Gelecek Hakkında