N S - Periyodu Olmayan Periyodik Dergi


KESTANE ŞENLİĞİ


Gözlerimi kapıyorum, bendeki anlamını bulmaya çalışıyorum. Ne...Neler iz bıraktı bunca, kestaneden?!

O unutulmaz acı hikâyeden mi? Gittim kitaplıktan "MahalleKahvesi"ni aldım, 113. sayfada "Kestaneci Dostum". Bir zamanlar sevdiğim şiirlere, sevdiğim öykülere yıldızlar verirdim; "Kestaneci Dostum"a beş yıldız vermişim.

Onu yeniden okuyamadım. Onu size anlatmayacağım. Yalnız ezberimde kalandan bir şeyler söylemek isterim:

Sait Faik'in eskidiğini söyleyenler var. Söylediklerine inanıyorlar mı, yoksa ilginçlik olsun diye mi söylüyorlar? Kanmayın, Sait Faik okumadıysanız "Kestaneci Dostum"la başlayabilirsiniz.

Tanpınar'ın "Bursa'da Zaman"ında kestane geçer mi? Eski bahçeler vardır şiirde, belki onlarda kestane ağaçları vardı.

Kayıngiller familyasındanmış. Fındıkla aynı familyadan. Sert kabuklu meyveler arasında badem gibi, ceviz gibi. Yirmibeş, otuz metreye uzanıyor kestane ağacı. Bir ışık ağacı olan, aydınlığı çok seven kestanenin yurdu, büyük olasılıkla Anadolu. Çok eski çağlarda bile Anadolu'da kestaneye rastlanıyor. Kestanenin yaprakları da güzeldir, büyük, koyu yeşil. Yaz günleri güneş serpintileri süzerek zümrütten bir gökyüzü örtüsü serer kestane. Bununla birlikte ben kestaneyi eylül gelip çattı mı severim, eylülde meyvesi olgunlaşır.

Eylülde, ekimde, kasımda kestanelikten hiç geçtiniz mi? "Büyük kentlerin bitki örtüsünden yoksun yaşamında kestaneliği nereden bulayım?",demeyin. Yolunuz ılıman iklimlere, uzaklara, doğaya düşerse; handiyse üçyüz yıl yaşayan kestanenin üçü beşi karşınıza çıkabilir. Bir bahçede olsun yaşayın kestanenin sonbaharını... Dikenli kılıfla örtülü meyve bütün yaz beklemiş, olgunlaşmış; şimdi dikenli kılıf çatlıyor, asıl meyve toprağa düşüyor: Başlı başına bir peyzajdır.

Sonra bu kestaneler toplanıp büyük kente getirilir, kestanecinin sonbahar, kış mangalına. Okul kapısında, sinema kapısında, rüzgârlı köşebaşında rastladığım kestaneciler! Sizlerin de hayatları Sait Faik'in anlattığı kadar kırık mıydı?

Oysa çocukluğumun kestane kebapları bir sıcaklık getirir, sevinçlere boğardı: Kesekâğıdını yağmurluğun buz kesmiş cebine koyun, kış soğuğu eriyip gitsin...

Mangalı, terazisi, maşasıyla kestaneci muhakkak ki bir Folklordur. Hâlâ sürdürüyor varlığını. Günün birinde silinip gidecek diye korkarım. Sonbaharın geldiğini kestaneci açığa vurur; mangalını topladı mı, ilkyaz sesleniyor demektir.

Çocukluk evimde yılbaşı hindilerinin çeşit çeşit maceraları yaşandı. Çoğu pişmez-yenmez hindi maceraları arasında, bir de başarılı, parmaklarımızı yedirtecek bir kestaneli hindi hatırlıyorum.

Ufarak bir hindiyi Bursalı Nezihe Halamız, Lâleli'deki evinde tuzla baharatla - karabiber mi, baharlı otlar mı? - ovuyor. Ovulmuş hindi büyücek tencereye oturtuluyor ve kızartılıyor. Kızartılmış hindi az sonra fırına atılacak.

Lâleli'deki ev sobalıydı. Mutfak bu yüzden biraz soğuk. Eski, sağından solundan kıvılcımlar, yalazlar fışkırtan havagazı ocağı ve fırın, mutfağı az sonra ısıtır.

Nezihe Halamız soğanlar doğruyor, fıstıklarla soğanlar kavuruyor, son anda kuşüzümleri ekliyor, kestaneler haşlıyor, bir de pilav pişiriyor, soğanları, fıstıkları, üzümleri yenibaharları kimbilir daha neleri pilavına katıyor, koştura koştura pişirdiği kestaneleri pilavla karıştırıyor, dereotu demetini incecik kıydıktan sonra boca ediyor. Fırından çıkan hindiye yerleştirilecek bu malzeme.

Besbelli o yılbaşını Laleli'deki evde geçirmişiz. Bursalı halamızın kestaneli, içpilavlı hindisi gönlümüzü okşamış.

Onlara, Bursa'ya giderdik. Gördüğüm, toprak yollarından geçtiğim,sonbaharlarını teneffüs ettiğim kestanelikler Bursa'daydı. Geçmiş günlerin artık anılara karışmış, belki anılarda bile solmuş yemyeşil Bursa'sında.

Halamızın elbette başka kestaneleri de vardı. Onları anlatacağım, fakat yeri gelmişken ipek mendillerini bir kez daha hatırlayayım: Bayram günleri öpüşmelerden, el öpmelerden sonra Bursa ipeklisi mendillerimiz, uzunlamasına ütülü beyaz ipek mendillerimiz... İstanbul'da yaşayalı hani, Nezihe Hala yine Bursa ipeklisi mendiller armağan eder.

Ve Bursa çarşısında, küçücük, kama biçimi, üstü mineli, rengârenk çakılar vardır...

HALAMIN MARİFETLERİ

Bursa sona ermiş; Lâleli'deki evde kestane, Bursa hatırası olup çıkmıştır. Bursalı hanımların hepsi Nezihe Halamız gibi kestane marifetleri bilirler miydi?

Nezihe Hala, meyvesi iri ve tatlı Bursa kestanesini evirip çevirip kotardığı gibi, ufak meyveli çok tatlı kuzu kestanesinden de harikalar yaratırdı. Ne olurdu, nasıl olurdu, bu kestaneler haşlanır, bir püre mi diyeyim, krema, kaymak mı diyeyim, pembemsi bir doyulmazlık olup çıkardı.Ben sonraları en ünlü pastanelerimizden kestaneli pastalar, kestane kubbeleri almadım mı sanıyorsunuz! Gelgelelim hiçbirinde halamızın kestane marifetlerinin tadını yakalayamadım. Yok, severim kestaneli pastayı, çikolata dökülmüş, içi portakal kabuklu, kiraz şekerlemeli kestane ezmesini; ama hepsi o kadar. Ev yapımları, Nezihe Hala'nın eli değmişleri nerede!

Bundan kırk yıl öncesinin hanımları sabır doruklarına çıkmışlar. Onları kestane şekeri hazırlıkları ortasında gördüm; bu da bir şekerleme şiiriydi:

Büyük kestaneler seçilirdi; küçümenler şekerlemeye yaramaz. Büyük kestaneler kabuklarıyla suya atılır, haşlanır. Galiba kabuklara bıçak atılır haşlanmadan önce. Sonra meşinimsi, rengi pek kahverengi dış kabuklar soyulur, içler yine haşlanır.Haşlamanın kıvamını tutturacaksınız ve kestane dağılmayacak. Bu kez iç kabuk, yani ince kabuk çıkartılacak. Özenle kesilmiş kestane şekeri tülbentlerine meyveler tek tek sarılacak, tülbent uçtan dertop edilip bağlanacak. Kapta koyu bir şeker şurubu. Tülbentli kestaneler, şuruba tek tek, sırayla, düzenle yatırılıyor.

Galiba biraz da limon.

Artık bekleyeceksiniz, kestane şekeri iyice çekecek. Yoksa yeniden mi kaynatılıyor? Hazırına alıştığımızdan, bendeki kestane şekeri resimleri git gide unutkanlığın tutsağı olmuş...

Tülbentler tek tek çözülecek, böylesi bir emekten sonra afıyetle yiyeceksiniz kestane şekerini.Nezihe Hala kestane reçeli yapardı.Kavanozlara koyar, bir zamanlar yaşadığı Bursa'nın yadigârı gibi, akrabalarına kestane reçeli armağan ederdi.

Bütün o kestaneli günlerinde Laleli'nin gün ışığı görmeyen sokağındaki eski ev, küçük ev, halamız için belki de Bursa'nın bir köşesi olup çıkıyordu. Bursa'nın yöre kentindeki evleri dağa, rüzgâr tutmayan yamaçlara bakardı. Halamız kestaneleriyle haşır neşir oldukça yine belki de aynı manzarayı görür gibi oluyordu.

Dikenli kılıfı içinde sonbaharı bekleyen kestaneleri belki hemen gözünün önüne getiriyordu. Dikenli kılıfın açık, sarımsı yeşiline, sonbahar,kahverengi lekelerle yürür. Halamız da toprağa saçılmış dikenli kılıfı bir köşeye topladığını, parlak, kahverengi kabuklu kestaneleri sepete koyduğunu hatırlıyordu.

Hepsi şimdi ben uydursam bile, onun dünyasında kestane şenliğinin varlığını nasıl hissetmem?!

Zaten onlar öyle zamanlardı ki, mevsimler hep çiçekleri, bitkileri, sebzeleri ve meyveleriyle gelirlerdi. Bu çiçekler, bitkiler, sebzeler ve meyveler mevsimlerin en güzel birer simgesiydi. Kestane daha eylülde fırtınasını çıkarır, eylül sonundaki sayılı fırtınaya ille kestanekarası fırtınası denirdi.

Halamız kestanesiz yaşayamadığından olacak, kestane için yemekler icat ederdi. Hindisinden başka, onun bir de kestaneli bifteğini yemiştim. Hatta kestaneli keki, kestaneli böreği vardı; bunların nasıl yapıldığına yazık ki tanıklık etmemişim.

Sizde tarifleri varsa bana yazar mısınız?


Selim İLERİ