Kıbrıs'tan Başbuğluğa uzanan yol

FARUK BİLDİRİCİ

Lefkoşe'de küçük bir okul. Anavatan'da esen öztürkçe rüzgarı oraya kadar

ulaşmış, herkes ismini değiştiriyordu. Hocası

Osman Zeki Bey de öğrencisi

Ali Arslan'a eğildi:

‘‘Senin adın

Alparslan olsun.''

Başlarken...

Alparslan Türkeş, politikaya damgasını vuran önemli bir isim. Politika sahnesine, 27 Mayıs 1960 askeri harekatı ile adım atan Türkeş, sonraki yıllarda Türk siyasetinde bir ekol

haline geldi. 1967 yılında ‘Başbuğ' ilan edilen Türkeş, ölümüne değin de ülkücü hareketin tartışılmaz lideri olarak kaldı. Yandaşları için bir ilah, karşıtları için ise ezeli bir düşmandı.

Şimdi yapılması gereken, yaşam öyküsünü bir kez daha gözler önüne sermek. Onun politik kişiliğini ve insan yanını sergilemek. Çünkü, bir dönemi anlamanın yolu da O'nu, doğru değerlendirmekten geçiyor...

Lefkoşe'de küçük bir okul. Anavatan'da esen öztürkçe rüzgarı oraya kadar ulaşmış, herkes ismini değiştiriyordu. Hocası Osman Zeki Bey de öğrencisi Ali Arslan'a eğildi:

‘‘Senin adın Alparslan olsun.''

Alparslan adı böyle kondu. Soyadı ise bilinçli bir seçimdi. Türkiye'ye İngiliz pasaportu ile göçmüşlerdi. Türk vatandaşlığa kabul edildikleri tarih, soyadı yasasının kabul edildiği yıllara rastlamıştı. 1935 yılında Fatih Nüfus İdaresi'ne başvurdular. ‘Soyadımız Koyunoğlu olsun' dediler. Nüfus memuru beğenmedi; öztürkçe değildi. Babasıyla eve dönüp kitapları karıştırdılar. Birinci tercihleri Altay, ikincisi Türkeş'ti. Türkeş, Orta Asya'daki bir Türk boyunun adı idi. Yine Nüfus İdaresi'ne gittiler. Altay'ı daha önceden alanlar olmuştu. Kütüğe Türkeş soyadı yazıldı. Türkiye'de politikaya damgasını vuran Alparslan Türkeş ismi ortaya çıkmış oldu...

Bu ismi, tam 62 yıl taşıdı. 4 Nisan 1997'de yaşama gözlerini yumduğunda geride 80 yıllık bir yaşam öyküsü bıraktı.

Bu öykünün ilk adımı, Lefkoşe'de başladı. 1917 yılı, 25 Kasım'ında, Şirinzade Sokağı 13 Numaralı evde bayram havası vardı. Fatma Zehra Hanım, bir erkek çocuk dünyaya getirmişti.

Öğle ezanı okunurken doğum yapmıştı. Haberi alan baba Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey de mutluluktan uçuyordu. Oğluna, Arslan adını verdi. Göbek adını da Ali koydu. Ali Arslan'ın toplam beş kardeşi oldu. Dört erkek kardeşi üvey, tek kız kardeşi ise aynı babadandı. Çünkü babası üçüncü kez evlenmiş; ikinci eşi ayrılırken 10 aylık kızını kapıya bırakıp gitmişti. Ali Arslan, kız kardeşi Dervişe ile birlikte büyüdü.

 

MÜCEVHERLİ FESLE OKULA GİTTİ

 

Ali Arslan, dört yaş, dört ay, dört günlük iken ilkokula başladı. Annesi, kendisinin mücevherlerini fesine taktı, caminin yanındaki Sarayönü ilkokuluna gönderdi. İlk gün, tüm çocuklar, sarıklı hocanın önünde diz çöktüler. ‘Euzubesmele' çektiler. Hoca da ‘Maşallah' dedi. Arapça harflerini öğreniyorlardı. Dersler sıkıcıydı. İlkokulu ikinci olarak bitirdi.

Sonra rüştiye yılları başladı. Türkçe, Farsça ve Arapça öğrendi. Babasıyla birlikte gece okuluna da gitti. Rum okulunda da İngilizce ve Rumca öğrendi. Ama bu okuldan hoşlanmadı. Çünkü rüştiyedeki hocaları sayesinde Türk milliyetçiliği fikri ile tanışıyordu. Öğretmenleri, Kıbrıs'ın ünlü şahsiyetleriydi. Hocalarından Faiz Kaymak, Kıbrıs Türklerinin mücadelesinin şöhretli isimlerindendi. Turgut Bey de dünya Türklerini anlatıyordu. O dönemde Kıbrıs, İngiliz işgali altındaydı. Rumların sayısı giderek artıyordu.

‘Koyunoğlu Ailesi' 1860'larda Kıbrıs'a gelmişti. Padişah'ın ‘Avşarlar'ı sürmesi sırasında, Kayseri'nin Yukarıköşkerli köyündeki aile de kendini burada bulmuştu. Tuzla da arazileri olan ailenin hali vakti yerindeydi. Ahmet Hamdi Bey, zaman zaman Beyrut'a gidiyor, giyim eşyası ve parfüm getirip satıyordu. Ali Arslan da tatillerde çiçek satıyordu. Güzel kokulu yaseminlerden kazandığıyla aile bütçesine yardım ediyordu.

 

KULELİ'YE KABUL ETMEDİLER

 

Ali Arslan, 1932'de ortaokulu bitirdikten sonra babasını Anavatan'a dönmeye ikna etti. Annesi, babası ve kızkardeşi ile Larnaka limanından gemiye bindiler. Dört kişilik ailenin en mutlu anı, İtalyan bandıralı ‘Viyana' gemisinin Türk karasularına girişiydi. Gemiye Türk bayrağının çekilmesini alkışladılar.

İstanbul'a indiklerinde mutluydular. Tophane rıhtımına indiler. Sirkeci'deki Saadet Oteline yerleştiler. 15 yaşındaki Alparslan, 3 Haziran gecesini heyecan içinde geçirdi. İçi içine sığmıyordu. Sabah, annesi onu temiz pak giydirdi. Kolalı dikyaka, beyaz gömlek, kravat ile çok şıktı. Babasıyla birlikte Kuleli Askeri Lisesi'nin yolunu tuttular. Hedefi subay olmaktı. Çünkü Kıbrıs Türklerini kurtaracaktı...

Kuleli'den beklemediği bir karşılık aldı. Bu anı, Hulusi Turgut, ‘‘Türkeş'in anıları. Fırtınalı Yıllar'' kitabında anlattı. Kayıt Kabul Komisyonu görevlisi Muzafferettin Bey, sert çıktı; ‘‘Siz Türk değilsiniz, kaydedemem.'' Babası da kızmıştı, bağırdı;

- Beyefendi biz Türk oğlu Türküz!

- Ama pasaportunuz İngiliz pasaportu...

- Kabahat sizin. Bizi İngilizlerin eline bıraktınız.

- Çocuğunuzu kaydedemeyiz. Buyrun gidin.

Otele döndüler. Ama geri adım da atmadılar. Tanıdık aramaya başladılar. Sonunda İzmit Mebusu Bellioğlu Sırrı Bey'e ulaştılar. O da Mareşal Fevzi Çakmak'a durum anlattı. Ve emir yüksek yerden gelince Kuleli'nin kapıları sonuna kadar açılıverdi. İyi bir öğrenciydi. Hep ders çalışırdı. Kız arkadaşa bile ayıracak vakti yoktu. Sigara da içmez, kahveye de gitmezdi. Sonucunu da aldı, 1936'da, Kuleli'yi pekiyi dereceyle bitirdi.

Kara Harp Okulu'na girdi. İstanbul'dan sonra Ankara ile tanışıyordu. Onun için Dikmen'deki binada yeni bir yaşam başlamıştı. Harp Okulu yıllarındaki en önemli olay, Nazım Hikmet ile görüşen Harbiyelilerin tutuklanmasıydı. Ünlü ozanın şiirleri, Harbiyeliler arasında da seviliyordu.

Türkeş de ‘Salkım söğüt'ünü okuyor, seviyordu. MHP'nin 1995 kongresinde ‘Dört nala gelip uzak Asya'dan...'' diye okuduğu ‘Kurtuluş Savaşı Destanı'nı da Harbiye yıllarında öğrenmişti. Ama Türkeş'in esin kaynağı Nazım Hikmet değil, şair-yazar Nihal Atsız idi. 1938'de genç bir teğmen olarak Ordu'ya katıldığında Atsız ile görüşüyor, ona mektuplar yazıyordu. Mahkemeler ve işkencelerle tanışmasını sağlayan da bu mektuplar oldu. Sabahattin Ali-Nihal Atsız davasından sonra başlayan tutuklama rüzgarı onu da cezaevine sürükledi. O artık ünlü ‘‘Turancılar davası''nın sanığıydı. 13 Haziran 1944'de tutuklandı.

Sirkeci'deki ünlü Sansaryan Han'daki hücrelerle tanıştı. Önce duvarlarında mengeneler ve prangalar olan hücreleri gezdirdiler. 27 yaşında piyade üsteğmen Türkeş, önündeki boş kağıda baktı; mırıldandı:

- ‘‘Yazacak birşey bulamıyorum. Hükümet aleyhine bir darbe planlamak, ihtilal gibi bir faaliyetin içinde bulunmadık.''

TIRNAĞINI SÖKTÜLER

Askeri savcı ve emniyet müdürü bu sözlerden memnun olmadı. Üzerinde subay üniformasıyla sürüklediler. Tabutluğa götürdüler. ‘‘Bir Türk subayını buraya koyamazsınız'' itirazını da dinlemediler. Oraya attılar.

Sonra, tabutluktan çıkarıp yine sorguya başladılar. Görevlinin elinde ‘madeni bir kıskaç' vardı. Elini yakalayıp, bir tırnağını çektiler.

Ardından Tophane'deki askeri cezaevinde tutukluluk günleri geldi. Hücrede komşularından birisi yazdığı kapağı kırmızı renkli şiir kitabından yatan Rıfat Ilgaz'dı. Bir komşusu da kendisine Marksizm'den sözeden ‘kunduracı Zihni'.

Ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde yargılama başladı. Yargıcın, ‘‘Türkiye'de saf bir soydan gelme ve karışık ırktan olanların bulunmayacağı hakkında düşüncenizin ne olduğunu anlatır mısınız?'' sorusuna kızdı:

-‘‘Türkleşmişse kabul ederim. Efendim ben ırkçılık üzerinde uğraşmış değilim. Kimsenin kafasını ölçmüş değilim.''

Dava, 29 Mart 1945'te sona erdi. Mahkeme, Türkeş'e, 9 ay 10 gün ceza vermişti. Bu mahkumiyet, bir yılı geçmediği için sorun olmadı. Yeniden Ordu'ya döndü.

 

Asıl adı Hüseyin Feyzullah

Alparslan Türkeş, 1917 yılında Lefkoşe'de doğdu.

 

Kuleli Askeri Lisesi, Harp Okulu (1938), Piyade Atış Okulu'nu (1939) bitiren Türkeş, 1944'de yüzbaşı rütbesindeyken ırkçılık turancılık davasından yargılandı. 1948'de Harp Akademesi'ni bitiren Türkeş, kurmay subay oldu, aynı yıl ABD'ye gönderildi. Türkeş, orada Harp Akademisi'ni ve piyade okulunu bitirdi (1954). Türkeş, Genelkurmay Yayın Şubesi'nde 1954-1955 yıllarında görev yaptı. Alparslan Türkeş, Washington' daki NATO Daimi Komitesi'nde (1955-1957), 1959'da kısa bir süre Almanya'da Atom ve Nükleer okulu'na devam etti. Aynı yıl albay oldu ve Kara Kuvvetleri Kumandanlığı NATO Şubesi Müdürlüğü görevinde (1959) bulundu. 27 Mayıs İhtilalinden sonra sivil yaşama geçilmesinden sonra Başbakanlık Müsteşarlığı yaptı.

Milli Birlik Komitesi içinde beliren görüş ayrılığı sonucu 14 üye ile birlikte emekliye ayrıldı ve 1960 yılında Yeni Delhi Büyükelçilik Müşavirliği'ne gönderildi. 1963'te Türkiye'ye dönen Türkeş, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nde girerek 1965'te parti genel başkanı ve Ankara Milletvekili seçildi. Parti programını 9 ışık (ülkücü yol) olarak adlandırılan milliyetçi türkçü görüş doğrultusunda yeniden düzenledi.

1969'da partinin adı, Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirildi. Türkeş, 1975-78 yıllarında 1. ve 2. Milliyetçi Cephe hükümetlerinde başbakan yardımcılığı yaptı. 12 Eylül 1980 harekatından sonra tutuklanarak MHP ve ülkücü kuruluşlar için açılan davada yargılandı. Türkeş, 4.5 yıl tutuklu kaldı.

Siyaset yasağının 6 Eylül 1987'de halkoylaması ile kaldırılmasından sonra Milliyetçi Çalışma Partisi'ne (MÇP) girdi ve partinin 4 Ekim 1987'de yapılan 2. olağanüstü kongresinde genel başkanlığa seçildi.

Kapatılan siyasi partilerin tekrar açılmasına ilişkin yasanın yayınlanmasından sonra MÇP'nin adı Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirildi ve Türkeş, tekrar partinin genel başkanlığına getirildi.

80 yaşında vefat eden Türkeş, 7 çocuk babası idi.

Türkeş'in çeşitli eserleri bulunuyor. Bunlardan bazıları şöyle: ''9 Işık Doktrini'', ''Milliyetçilik Olayı'', ''Türkiye'nin Meseleleri'', ''Yeni Ufuklara Doğru'', ''27 Mayıs, 13 Kasım, 21 Mayıs ve Gerçekler'', ''Temel Görüşler''.

İhtilalin kuvvetli albayı

27 Mayıs 1960 günü, tüm Türkiye, onun sesiyle uyandı. ‘‘Güvendiğiniz Silahlı Kuvvetlerinizin sesi...’’ diye başlayan radyo konuşması yıllarca unutulmadı. Ama bu ünlü konuşma, Türkeş'in radyo ile ilk tanışması değildi. Radyo ile dostluğu, 1950-1955 yılları arasında gelişmişti. Beş yıl boyunca radyo konuşmaları yapmıştı. Konu, ‘kahramanlık’ ve ‘topyekün savunma’ idi.

O nedenle de gönüllü olurken hiç duraksamamıştı. 26-27 Mayıs 1960 gecesi, Kara Harp Okulu Komutanı Tuğgeneral Sıtkı Ulay sormuştu: ‘‘İyi de, radyo için bir bildiri lazım. Bunu kim hazırlayacak?’’ Karargahtaki tüm subaylar susmuş; ama Türkeş, gayet rahat bir havada yanıt vermişti:

‘‘Ben hazırlarım Paşam. İlkeler aklımda. Endişeniz olmasın.’’

Kimse itiraz etmedi, bir odaya çekilip bildiriyi yazmaya başladı. Bildirinin yarısına geldiğinde, dışardan tank sesleri geliyordu. Hemen kağıtları katlayıp cebine koydu. Sıhhiye'ye geldiğinde silah sesleri duyuluyordu. Doğruca Ankara Radyosuna gitti, radyoevi binasını ele geçirdi.

Görevli de ünlü sanatçı Suna Kan'ın eşi Faruk Bey'di. İtiraz etmedi, bandı çalıştırdı. Türkeş de elindeki müsveddeleri gözden geçirip, 1 Numaralı bildiriyi okudu. Birçok kez tekrarladı; düzeltmeler yaptı. ‘‘NATO'ya, CENTO'ya bağlıyız’’ diyerek konuşmayı bitirdiğinde rahatlamıştı.

Tam radyoevini terkedecekti ki, Tüfekçi soyadlı bir albay içeri girdi; ‘‘Madanoğlu Paşa'dan emir aldım, şunları okuyacağım.’’ Albayı, darbenin ilk lideri Tümgeneral Madanoğlu mu göndermişti? O belli değildi. O an karar verdi; albayı içeri almadı; ‘‘İçerde bildiri okunuyor. O yeter.’’

AMERİKAN YARDIMIYLA TASFİYE

 

Askerin sesi, Milli Birlik Komitesi üyesi oldu. 27 Mayıs harekatının liderlik koltuğuna oturtulan Cemal Gürsel'in de gözüne girmişti. Gürsel, onu Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirdi. Yönetimde etkili bir isim haline geldi.

‘İhtilalin kuvvetli albayı’, işe hakim olmak için çalışıyordu. Birgün, İçişleri Bakanlığı'nı gezerken dikkatini çekti. Birkaç Amerikalı, bir odada oturmuş çalışıyorlardı. Sordu; ‘‘Memurlarımızı eğitiyorlar’’ yanıtı verildi. İnceleyince gördü ki, bakanlığa gelen tüm bilgi ve belgeler Amerikalılar'ın ellerinden geçiyor. ‘‘Bunlar, buradan çıksınlar, Amerikan Yardım Binası'na gitsinler. Orada çalışsınlar’’ talimatı verdi. Amerikan Büyükelçisi bile araya girdi. Yine de kararını değiştirmedi. Amerikalılar'la ilişkisi, her zaman böyle olmadı. Ordudaki büyük tasfiye sırasında onlardan yardım istedi. 27 Mayıs sonrasında, 300 general, 700 kadar da albay, binbaşı emekliye sevkediliyordu. Ancak bu askerlere verecek ne emekli maaşı, ne de emekli ikramiyesi bulunabiliyordu. Amerika, Türkeş'in para isteyen mektubuna olumlu yanıt verdi. Ordudaki tasfiye, ABD'nin verdiği 15 milyon dolarlık hibe ile gerçekleştirildi.

MBK'dan TASFİYE

Amerika, Türk polisine de para yardımı yaptı. Sıcak ilişkiler hep sürdü. Belki de yıllar sonra, ‘‘27 Mayıs'ta CIA'nın rolü var’’ iddiasının ortaya atılmasına da bu ilişkiler neden oldu. İlk kez 1972 yılında İngiliz Sunday Telegraph gazetesindeki ortaya atılan bu iddiayı Türkeş, hiçbir zaman kabul etmedi. ‘Emekli İnkilap Subayları’, kısaca ‘EMİNSU olayı’, tartışma yaratmıştı. Prof. Cemal Anadol'un ‘Olaylar, Hatıralar’ kitabına göre, NATO'nun Amerikalı Başkomutanı General Norstad bile, ‘‘Ruslar bir atom bombası atsaydı, bir hamlede bu kadar Türk generalini safdışı bırakamazdı’’ diyordu. Tartışma, MBK'ya da yansımıştı. Gürsel de karşı çıkınca, Türkeş, ‘‘Hiç kimse anasının karnından general olarak doğmaz. Ordu generalsiz kalmayacak’’ karşılığını vermişti.

Bu ilk anlaşmazlık değildi. Gürsel ve MBK'nın bir kısmı CHP'ye sıcak davranıyor; bu bir grubu rahatsız ediyordu. Türkeş ve arkadaşları, hemen seçim yapılmasına, iktidarın sivillere hemen devredilmesini istemiyorlardı. MBK'da kimse kimseye güvenmiyordu. Bunun sonucu olarak da gruplaşmalar oluyordu. Türkeş de bir grup oluşturmuştu. Kasım ayının ilk günlerinde İstanbul'a gitmişlerdi. 2 veya 3 Kasım'dı. Arkadaşlarıyla bir otomobilde buluştu. Şoförü indirdiler; direksiyona Orhan Erkanlı geçti. Araçta, Orhan Kabibay, Numan Esin ve İrfan Solmazer vardı. Türkeş, kararlıydı: ‘‘Mesele artık iyice grift hale geldi. Bunu çözmemiz gerekiyor. Çözmek için de müdahale etmemiz lazım. Direksiyona oturmak lazım.’’

Arkadaşlarının bazıları, ‘‘Cemal paşa'ya gidip anlatalım’’ önerisini getirdiler. Türkeş, karşı çıktı; ‘‘Sakın böyle birşey yapmayın. Buna yaparsak işin sonu kötüye varır.’’ İtiraz etmediler; ama ayrıldıktan sonra doğruca Florya Köşkü'ne gittiler. Gürsel'in kendilerine yardımcı olacağını sanıyorlardı. Bekledikleri gibi olmadı. Gürsel çok kızdı; Madanoğlu'na ‘‘Bunları Ankara'da tutukla’’ emrini verdi. Paşa'nın emri 13 Kasım'da yerine getirildi. Bir sabah kapı çaldı; askerler bir zarf uzattı; ‘‘Bunu tebliğ etmek zorundayız.’’ Zarfı açtı; ‘‘MBK üyeliğinden azledildiniz. İkinci bir emre kadar evden çıkmanız yasaklanmıştır.’’ Geceyarısı yine kapı çaldı; ‘‘Sizi götüreceğiz’’ dediler. ‘‘Gece yarısı nereye gideceğim?’’ deyip kapıyı kapattı. Kapıyı kırıp girdiler. Mürted'e götürdüler; diğer arkadaşları da oradaydı. ‘14'ler’ MBK'dan tasfiye edilmişti. Tümü emekli edildiler.

HİNDİSTAN'DA SÜRGÜN DİPLOMAT'

Sürgünde diplomatlık günleri, 19 Kasım 1960'ta başladı. Tutuklu bulunduğu Mürted Askeri Hava Üssü'ndeki hücresine giren subaylar, ‘‘Hazırlanan, yurtdışına gidiyorsunuz’’ dediler. ‘‘Hindistan'daki Türkiye Büyükelçiliği'ne hükümet müşaviri tayin edildiniz.’’ Giydirip Esenboğa havaalanına götürdüler. En büyük şaşkınlığı ve mutluluğu burada yaşadı. Eşi Muzaffer Hanım ve beş çocuğu burada kendisini bekliyordu.

Hindistan'daki yaşamın ilk adımı ‘Aşoka’ adlı lüks oteldi. Karşılaştıkları ilk sorun da yaptırdıkları aşıların etkisiydi. Kolera, tifo, tifüs karma aşısının etkisiyle, tüm aile, 10 gün kadar yataktan çıkamadı. Hükümetin verdiği 400 dolarlık yolluk da hemen tükeniverdi. Büyükelçiden borç istemek zorunda kaldı. Otelden de ayrılıp büyükelçiler semtinde iki katlı bir ev kiraladı. İşi yoktu. Bir gün baktı ki, Büyükelçilikte Askeri Ataşelik görevi boş, hemen bu görevi üstlendi.

Günlerini gezerek geçiriyordu. Başbakan Nehru da Türkeş'e ilgi gösteren Hintlilerdendi. Oradan Gürsel'e de iki mektup yazdı; Menderes ve iki bakanının idam edilmemesini istedi. Ancak etkili olamadı. Bu arada 14'leri de unutmuyordu. Kendisi gibi çeşitli ülkelere sürülen arkadaşlarına sık sık mektuplar yazıyordu. 22 Şubat 1963'te döndüklerinde de arkadaşlıkları devam ediyordu. Önce ‘silah arkadaşı’ idiler, çoğu daha sonra ‘dava arkadaşı’ oldu.

Gerilla öğretmeni Alparslan Türkeş

1948'de Genelkurmay'ın açtığı sınavı kazanınca Cansas'ta Amerikan Kara Harp Okulu'nda eğitime gitti. 2. Dünya savaşı sırasında Hitler Almanyası'na sempatiyle bakan ülkelerin subaylarıyla arkadaşlığı, Türkeş'in milliyetçilik çizgisini pekiştirmesini sağladı. Amerika dönüşünde atandığı görev ilginçti: ‘Gerilla öğretmenliği’. Çankırı'daki Gerilla Okulu'nda askerlere, kontr-gerilla faaliyetlerini öğretti. Yüzbaşı Türkeş, bu görevi 2.5 yıl sürdürdü.

Kurmay sınavını kazanınca yeniden İstanbul yolu göründü. Harp Akademisi'nden, Kurmay Binbaşı rütbesiyle mezun oldu. Bu kez görev yeri Ankara'ydı. Genelkurmay Yayın Şubesi'ne atandı. 1955'te, Genelkurmay'da dış görevler için sınav açılmıştı. Sınavı kazanınca Pentagon görevi başladı. Washington’da NATO Daimi Komitesi’nde görev aldı. 1958'e kadar bu görevde kalan Türkeş, bu süre içerisinde George Washington Üniversitesi'nin gece bölümüne devam etti. Uluslararası iktisat öğrenimi gördü.

1959'da, Almanya'ya atom ve nükleer okuluna gönderildi. 27 Mayıs öncesinde Kara Kuvvetleri NATO Şubesi müdürü Albay Türkeş'ti...

Bozkurt ortaya çıkıyor

TÜRKEŞ ELE GEÇİRDİĞİ CKMP'NİN ADINI MHP'YE DÖNÜŞTÜRÜYOR VE BAŞBUĞ İLAN EDİLİYOR

Hindistan'daki sürgün günleri bittiğinde artık kendisini ‘liderlik’ için hazır hissediyordu. 22 Şubat 1963'te Ankara'ya ayak bastığı gün de duygularını dile getirmekten kaçınmadı: ‘‘Ya parti kuracağız ya da mevcut partilerden biri doktrinlerimizi benimseyecektir.’’

‘14'ler’ olarak saf tutmuşlardı. Doktrinleri, Türkçülük ve anti-komünistlikti. Bir yandan Adalet Partisi'ni yokluyorlar; başsız kalan DP'nin mirasına konmanın yollarını arıyorlardı. ‘Ülkü ve Kültür Birliği’ adlı bir dernek de kurmaya çalışıyorlardı. Bir yandan da ordu içindeki gruplarla temaslar yürütüyorlardı. Onların da desteğini almanın önemine inanıyorlardı. Türkeş, 27 Mayıs'ın ‘haşarı çocuğu’ Albay Talat Aydemir ile de temas kurdu. Aydemir, 22 Şubat 1962'de darbe girişiminde bulunmuş, ama sonra affedilmişti. İlkinde, Aydemir'in evinde buluştular. Görüş birliği sağlayamadılar.

İkinci buluşmalarının yeri bile sorun oldu. Aydemir, Türkeş'in evine gelmeyi reddetti; o da ‘‘Neden yine evine gideyim?’’ yanıtını verdi. Sonunda ilginç bir buluşma yeri saptandı: Dikmen'deki Taşocağı. Ünlü zirve, 10 Nisan 1963'te gerçekleşti. Rüzgar sert esiyordu, Türkeş, sesini duyurmak için bağırdı:

- Talat, benim liderliğim altında, demokrasi zemininde birleşerek meşru yoldan siyasi çalışmayı kabul ediyor musun?

Aydemir de bu soruya kestirmeden yanıt verdi:

- Hayır olmaz. Çünkü sen milliyetçi, Turancı tanınıyorsun. Aynı zamanda DP taraftarı ve şimdi de AP yanlısı tanınıyorsun.’’

Buluşma kısa sürdü, anlaşamadılar. Ordu kanadındaki girişimleri noktalamıştı.

AP GENEL BAŞKANLIĞI ARAYIŞI

Türkeş, artık AP'lilerle temasa ağırlık veriyor; Genel Başkanlık kapısını burada yokluyordu. 21 Mayıs gecesi, AP'li bazı İl Başkanları, milletvekili ve senatörlerle, Kader Sokak'taki evinde buluştu. Toplantıyı çok uzatmadı. Çünkü Aydemir'in yeni bir darbe peşinde olduğunu öğrenmişti.

Bu işe karıştırılmak istemiyordu. Önlem olarak, 21 Mayıs 1963 gecesi evinde kalmadı. O gece iki kez yer değiştirdi. Önce Cebeci'de, sonra da Hacettepe'de bir evde kaldı. Darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlandığını radyonun normale dönmesinden anladı. Sabah evine döndü.

Öğleye doğru polisler kapısını çaldı. Korktuğu başına gelmişti. Çankaya Karakolu'na götürdüler. Karakol önünde birisinin, ‘‘İyi ki bunu yakaladınız’’ dediğini duydu. Sinirlenmişti, bir tokat attı.

Karakolda 10 gün kaldı. Sonra, tutuklanıp Mamak Askeri Cezaevi'ne götürüldü; yaşamının ikinci muhpusluk günleri 5 Eylül 1963'e kadar sürdü. Yargılama sonunda Aydemir, idama mahkum edildi. İsmet İnönü, bu kez affetmedi. Türkeş ise aklandı. Ancak 21 Mayıs olayı nedeniyle yıllar boyunca suçlandı; ‘‘Darbeyi İnönü'ye önceden haber vermişti.’’ Türkeş, bu iddiayı hep reddetti: ‘‘İsmet Paşa, zaten Aydemir Cuntası'nın içine girmişti. Her şeyi duyuyor, biliyor, yönlendiriyordu.’’

Türkeş, komploya kurban gittine inanıyordu. AP Genel Başkanlığı'nın önlenmesi için adının darbeye karıştırıldığını söylüyordu. Oysa AP'nin liderlik kapıları, ona 21 Mayıs öncesinde de açılmamıştı...

 

CKMP'NİN YENİ FÜHRERİ

 

Artık kararını vermişti. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne yöneldi. Hem o sırada Osman Bölükbaşı da CKMP'den ayrılmış; parti zayıflamıştı. Türkeş, 31 Mart 1964'te CKMP'ye girdi.14'ler'den 10'u CKMP saflarında buluştu. Zaten Bölükbaşı da eski partisinin yeni kimliğini anlatırken, bu noktaya değiniyordu: ‘‘Orası ordu karargahına döndü. Çizme gıcırtısından, kılıç şakırtısından oraya girilmiyor artık...’

Türkeş, partide hızla ilerledi. Önce kendisini ‘Parti Genel Müfettişi’ seçtirdi. M.Ali Ağaoğulları'nın Türkiye Ansiklopedisi’ndeki yazısına göre, Türkeş, bu görevini ‘‘yerel örgütlerle doğrudan ilişki kurup yanına çekmek için’’ kullandı. Bunda da başarılı oldu.

Kendisini partiye davet eden eski CKMP'liler bu kez suçlamaya başladılar. En ağır suçlama Ürgüplü koalisyonunda CKMP'nin Adalet Bakanı olan İrfan Baran'dan geldi: ‘‘Yeni Führer, partiye nasyonal sosyalist nitelik kazandırıyor.’’ Ama bu karşı çıkışlar etkili olamadı. Eski CKMP'lilerin adayı Ahmet Tahtakılıç, Türkeş'in liderliğini önleyemedi. 31 Temmuz 1965 kongresinde Tahtakılıç 516, Türkeş ise 698 oy aldı. Türkeş, artık CKMP Genel Başkanıydı. Eskilere partiden ayrılmak düştü.

 

ÜLKÜ OCAKLARININ DOĞUŞU

Lider olarak girdiği ilk seçimde sonuçlar göz kamaştırıcı değildi. CKMP, 22 Ekim 1965 seçimlerinde yüzde 2.2 oy aldı. Türkeş, Ankara Milletvekili seçilmiş, CKMP, toplam 11 milletvekili ile Meclis'e girmişti. Bu dönem tam da Türkiye İşçi Partisi'nin yükseldiği dönemdi. TİP, yüzde 3 oy almış ve 15 Meclis'e 15 milletvekili sokmuştu. CKMP ve TİP, iki zıt kutuptu. TİP kongreleri, binaları basılıyor. Her yerde kavgalar çıkıyordu.

CKMP'de hızlı bir örgütlenme başladı. 1965'te 25 İlde örgütlü olan CKMP'nin il örgütü sayısı 1967'de 61'e yükseldi. Türkeş, partiye yeni bir biçim veriyordu. CKMP'deki asıl dönüşüm Kasım 1967 kongresinde sağlandı. Bu kongredeki yenilenmeyi, Tanıl Bora ve Kemal Can'ın, ‘Devlet-Ocak-Dergah’ adlı kitabından aktaralım:

‘‘CKMP'nin Kasım 1967 kongresinde, ‘toplumcu milliyetçi’ Dokuz Işık doktrini resmen benimsendi. Türkeş'in, ‘Başbuğ’luğu bu kongrede ilan edildi; onun ünlü ‘Davaya katılıp ihanet eden herkesi vurun’ sözleri de ilk kez bu kongrede dağıtılan bir bildiride yer aldı.’’

Başbuğ Türkeş, kongre konuşmasında gençlik örgütlenmesine yöneleceğinin açık bir işaretiydi: ‘‘Üniversitelerimiz içerisinde, komünist kışkırtmacılara karşı imanlı bir milliyetçi gençlik cephesi yükseliyor.’’

Sağın ünlü yazarlarından İlhan Darendelioğlu da ‘Türkiye'de milliyetçilik hareketleri’ adlı kitabında, onun bu tespitine katılıyor: ‘‘27 Mayıs'a Türkiye'de aksiyoner halde olan milliyetçilik 1960'dan sonra reaksiyoner hale gelmiştir.’’

Evet, sağın reaksiyoner hale gelmesinde Türkeş'in katkısı çok önemliydi. CKMP'nin 1967 kongresi de bu doğrultuda önemli bir aşamaydı. Gençlik içinde hızla yayılıyorlardı. ‘Ülkü Ocakları’ da kurulmaya başlanmıştı. Ülkücü gençler, Başbuğ'un adını dağlara taşlara yazıyorlardı. Onun için marşlar yazıyor; sloganlar üretiyorlardı: ‘Başbuğ Türkeş / İsmin Alparslanlara eş/ Milletinin gözü yaşlı/ Kurtar onu Başbuğ Türkeş’’

Asıl büyük adım, 8 Şubat 1969'taki Adana kongresinde geldi. Türkeş, CKMP'nin adını MHP'ye dönüştürdü. Yeni tüzük, partinin amblemini, ‘Kırmızı zemin üzerine üç hilal’ olarak belirliyordu. Bozkurt da ilk kez, Adana kongresinde ortaya çıkmıştı. Gençlik Kolları'nın amblemi de ‘hilalli bozkurt’ olmuştu. Yeni tüzük, düşüncedeki değişimi de yansıtıyordu. ‘Milliyetçi Toplumcu Dokuz Işık’ doktrini için sadece ‘Dokuz Işık’ denilmeye başlandı. Çünkü ‘Milliyetçi Toplumcu’ sözleri, ‘Nasyonal Sosyalizm’in Türkçeleştirilmiş haliydi. Bir yenilik de Türklük-Müslümanlık ikileminde yaşandı. İlk bölünmeleri bu noktada yaşayan Türkeş, çizgisinde, laiklik yerine Müslümanlığı belirginleştirdi: ‘‘Biz Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız. Her iki felsefe de bizim şiarımızdır.’’

Dokuz Işık'ın ilkeleri

 

Alparslan Türkeş'in ilk kez 1965 yılında ortaya koyduğu ve CKMP'nin 1967 kongresinde de benimsenen ‘Dokuz Işık’ doktrininin ana ilkeleri şunlar:

 

1- Milliyetçilik

2- Ülkücülük

3- Ahlakçılık

4- Toplumculuk

5- İlimcilik

6- Hürriyetçilik

7- Köycülük

8- Gelişmecilik ve Halkcılık

9- Endüstricilik ve Teknikçilik.

 

Parti onayıyla ikinci evlilik

İLK EŞİ MUZAFFER HANIM ÖLÜNCE YENİDEN EVLENMEK İSTEYEN TÜRKEŞ'E BAZI MHP'LİLER KARŞI ÇIKTI

İlk eşi Muzaffer Hanım, 12 Haziran 1974'de bir ameliyat sırasında ölmüştü. Türkeş, yalnızlığa iki yıl dayanabildi. Hem artık 2. Milliyetçi Cephe hükümeti kurulmuş ve Başbakan Yardımcısı olarak hükümete girmişti. Hükümet işlerinin yoğunluğu da yalnızlık duygusunu güçlendiriyordu.

Ancak yeniden evlenme istediği MHP'de sorun yarattı. Partide karşı çıkanlar oldu. ‘‘Yalnızım. Bana bakacak kimse de yok. Evlenmek istiyorum’’ dese de itirazlar dinmedi. Türkeş'in, Seval Hanım ile evlenebilmek için bulduğu yöntemi, Prof. Dr. Cemal Anadol'un, ‘Alparslan Türkeş, MHP ve Bozkurtlar’ adlı kitabından aktaralım:

‘‘Eşi Muzaffer Hanım'ın ölümünden sonra 1976 yılında Seval Hanım ile evlenmeye karar veren Türkeş'e MHP içinde bazı kesimler karşı çıktı. MHP içinde ‘Üniversiteliler Derneği’ diye adlandırılan kesim bu evliliğe karşı çıkarak eleştiri getirdi. Nevzat Kösoğlu, Galip Erdem ve Kültür Bakanlığı Müsteşarlığı'nı yürüten Acar Okan karşı çıkan isimler arasında yer aldı. İzlenen sistem ‘demokratik’, sonuç ilginçti:

- MHP Genel İdare Kurulu, Türkeş'in evliliğini özel gündem ile ele aldı. Genel İdare Kurulu evliliği onayladı.’’

Birkaç kişi karşı çıkmış; ama çoğunluk, Türkeş'in istediği yönde oy kullanmıştı. Zaten Genel İdare Kurulu'nun, Başbuğ'un isteklerini onaylamadığı hiç görülmemişti. Hiç vakit geçirmedi, 17 Ekim 1976'da, Yalova'da, MHP GİK üyesi Turan Koçal'ın evinde düzenlenen sade bir törenle evlendi. Eskişehir Öğretmen Lisesi'nde Matematik öğretmeni olan Seval Günler, 31 yaşındaydı. Türkeş ise 59. Balayına çıkmadılar; ertesi gün, karayoluyla Ankara'ya döndüler. Türkeş ve eşi, aynı araçta seyahat etmediler. Seval Türkeş, başka bir araçla eşinin bulunduğu aracı izledi. Ve Oran Sitesinde yeni alınan daireye yerleştiler.

Türkeş'in, Seval Hanım'dan iki çocuğu oldu. Adlarını Ayyüce ve Ahmet koydu. İlk eşi Muzaffer Hanım'dan da beş çocuğu olmuştu. Türkeş, Hulusi Turgut'a, Nihal Atsız'ın, 1940-1948 yılları arasında doğan dört kızının isim babalığını yaptığını anlatmıştı. Kızların isimleri, Orta Asya kökenliydi: Ayzıt (Göktürkler'de fazilet ve güzellik ilahesi), Umay (Göktürkler'de fazilet ve şefkat meleği), Sevenbige (Kazan hükümdarlarından birinin adı), Selcen (Dede Korkut hikayelerinin bir kahramanı).

Oğlu doğduğunda Türkeş ile Atsız'ın ilişkisi kopmuştu. Oğlunun adını kendisi koydu. Ev sahibi, oğlunun doğacağını bir gece önce rüyasında görmüştü. Rüyada yıldırımlar çakıyordu. O nedenle de Yıldırım Tuğrul adını verdi.

BAKANLIK İÇİN OYLAMA

Türkeş, o günlerde, MHP'nin koalisyon ortağı olmasının mutluluğunu yaşıyordu. Partisi, 1977 seçimlerinde, 16 milletvekili çıkarmıştı. Süleyman Demirel başkanlığında kurdukları iki koalisyon, ‘Milliyetçi Cephe’ olarak adlandırılıyordu. Türkeş, bu adlandırmaya hep karşı oldu. Ancak bu tanımlamanın belleklerde derin izler bırakmasını önleyemedi. Çünkü yaşananlar, ‘cephe’ tanımına denk düşüyordu.

1. ve 2. Milliyetçi Cephe Hükümetlerinde Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. Bu görev, 31 Mart 1975'ten 5 Ocak 1978'e kadar -arada bir aylık Bülent Ecevit'in azınlık hükümeti dönemi hariç- 2.5 yıl kadar sürdü. Bu dönemden anılarında kalan, koalisyon ortağı Necmettin Erbakan'ın kişiliğiydi. Türkeş, yıllar sonra bile, Erbakan'ın hükümet etme anlayışına şu örneği veriyordu: ‘‘Erbakan'ın itirazları nedeniyle aylarca TRT Genel Müdürü atayamamıştık. Üçlü bir görüşmede, Erbakan, TRT için Aytaç Bilgiç'i önermiş; Demirel ve Türkeş de kabul etmişti. Bunu gören Erbakan, önerdiği isimden kendisi vazgeçmişti.’’

2. MC'nin kuruluşu sırasında yaşanan bir olay da Türkeş, açısından ilginç bir örnekti. Temmuz 1977'de, 2. MC kuruluyordu. MHP, koalisyonda beş bakan ile temsil edilecekti. Bakanları belirlemek için Genel İdare Kurulu toplandı. Ziya Derya ve Avni Çarsancaklı, Türkeş'e, beklemediği bir öneri getirdiler:

‘‘- Siz hariç, kimin bakan olacağı oylansın.’’

Türkeş de kabul etti. Oylama yapıldı. En fazla oyu Gün Sazak aldı. Diğer üç bakanlığa da Sadi Somuncuoğlu, Agah Oktay Güner ve Cengiz Gökçek seçildi. Bakanlıkları ise kendisi isimlendirdi.

O dönemde, MHP'li bakanlıklardaki ülkücü kadrolaşmalar dikkati çekiyordu. Bu kadroların olaylara da karıştığı öne sürülüyordu.

ÜLKÜ OCAKLARI'NIN İLK KAPATILMASI

MHP'yi koalisyona taşıyan kitleselleşme süreci, 1974 yılında Ecevit hükümeti döneminde başlamıştı. Çünkü o günlerde, sol dalga yükseliyordu. Anti-tezi olan MHP de gelişiyordu. Süreç, ‘Milliyetçi Cephe’ hükümetleri döneminde yeni boyutlar kazandı. Bu gelişmenin temelinde sokaktaki kavgalar yatıyordu. Cinayetler, saldırılar sürekli tırmanıyordu. Kavganın bir tarafında ‘ülkücü gençlik’ vardı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'in, cinayet işleyen ülkücüleri hükümetin koruduğu söylentilerini hatırlatan gazeteciye verdiği yanıt yıllarca unutulmadı: ‘‘Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz.’’

Aslında bu tartışmalar ilk değildi. Son da olmadı. Ülkücü gençliğin ‘devletin yanında yer aldığı’ tartışmaları ilk kez 1969'larda başlamıştı. Türkeş de Şubat 1969'da ‘Bozkurtlar’ın ‘‘Türkiye'yi komünizme karşı korumada partiye yardımcı olduklarını’’ söylemişti. Aynı yanıtı Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da CHP lideri İnönü'ye vermişti: ‘‘Canım onlar, komünizme karşı mücadele eden çocuklar.’’

Yine de bu tartışmalar, 12 Mart döneminde, Ülkü Ocakları'nın kapatılmasına neden oldu. Halbuki, Türkeş, 12 Mart müdahalesine açıktan destek vermişti. MHP'nin 1973 seçim bildirgesine de ‘‘Ülkücü gençlik, 12 Mart muhtırası ile vazifesini şerefli silahlı kuvvetlere devretti’’ ifadesini koymuştu.

BEKLENMEDİK DARBE

Aradan yıllar geçmiş, sokak olayları yine tırmanmış; yine kan dökülmüştü. 12 Mart öncesi ve MC dönemlerinde yaşananlar, 12 Eylül öncesinde bir kez daha tekrarlanmıştı. Ülkücüler, yine ‘devlete yardım ettiklerini’ söylüyorlardı. Ülkücü M. Ali Ağca'nın, gazeteci Abdi İpekçi'yi öldürmesini bile sessizce geçiştirdiler. Yıllar sonra ortaya çıkan Susurluk skandalında da ‘ülkücülerin devlete yardım ettiği’ savunmasının tekrarlanması tesadüf değildi. Ama yine de Türkeş ve ülkücüler, 12 Eylül'de, devletten beklemedikleri bir darbe yediler. Türkeş de bu darbeyi haketmediklerine inanıyordu. MHP davasında, ülkücülerin kanlı cinayetlere karıştığı suçlamalarına karşı, ‘devlete yardımcı oldukları’ savunmasını yaptı: ‘‘Devlet güvenlik kuvvetlerine yardımcı olmak meselesi de aleyhimizde çok sömürülmüştür. Halbuki bu her memlekette normal olan bir durum ve tutumdur.’’

Agah Oktay Güner'in ünlü savunması da, bu noktadaki çelişkiye işaret ediyordu: ‘‘Fikirleri iktidar, kendileri tutuklu siyasi kadro dünya siyaset tarihinde maalesef yalnızca bizden ibarettir.’’

Ecevit'i Hitler'e benzetti

Türkeş, 1979 yılında yayınlanan ‘Türkiye ve Dünya’ adlı kitabında Bülent Ecevit'i, Hitler'e şöyle benzetmişti:

‘‘Ecevit'le Hitler'in psikolojilerini inceleyecek olan ilim adamları şaşırtıcı benzerlikler bulacaklardır. Hitler şoven bir faşistti. Ecevit sol bir faşisttir. Metodları ve hayalleri arasındaki fark ise sadece zaman ve zeminin empoze ettiği zaruri farklardır. Her ikisi de siyasi tekelcidir. Her ikisi de ‘egosantrik’ bir dünyada yaşama özlemine sahiptir. Her ikisi de akılcılığı, gerçekçiliği, siyasi rakiplerine demokratik müsamahayı ortadan kaldıran hazımsızlık ve romantizmde belirlenen bir ruh yapısına sahiptir.’’

MHP lideri, son dönemde Ecevit'e karşı da bu kadar katı değildi. Hatta DYP ve ANAP'ın oluşturacağı bir koalisyona DSP'nin de katılması için girişimlerde bulunuyordu.

Doğum kontrolünün kökü dışarda

Türkeş, 1969 yılında yayınlanan ‘Türkiye'nin meseleleri’ adlı kitabında doğum kontrolü konusunda şunları yazmıştı: ‘‘Doğum kontrolu yapılan her Türk kadını için doktor ve hemşirelere yabancı kaynaklardan temin edilen paralar ile prim ödenmektedir. Kökü dışarda olan hareket ve davranışlarda olduğu gibi bu teşebbüste de Türk milletinin milli varlığına ve istikbaline suikast ile hıyanet yapıldığını tesbit etmiş bulunmaktayız.’’ Ancak Türkeş, son yıllarda, doğum kontrolüne bu denli katı biçimde karşı çıkmıyo

Kurt kuzu olacak mı?

Türkeş, son döneminde imajını değiştirmeye giriştiği MHP'yi yol ayrımında bıraktı

Alparslan Türkeş'in, yaşama gözlerini yumduğu günlerde de MHP'nin yükselişi sürüyordu. Milliyetçiliği, ‘yükselen değer' haline getiren, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıydı. Sovyetler batınca, tüm dünyada milliyetçi rüzgarlar esmeye başlamıştı. Bu rüzgar, ülkücülerin de yelkenlerini dolduruyordu. Çünkü Türk Cumhuriyetleri ortaya çıkmış, Türkiye'de de PKK sorunu boyvermişti.

Türkeş de bu ortamın değerini bildi, partisinin oy tabanını genişletmek için ‘imaj devrimi'ne girişti. İmaj yenilemede en önemli adımı, 1991 sonrasında DYP-SHP koalisyonu sırasında attı. Merkez sağ ve solu birleştiren bu koalisyona dışardan destek verdi. Birdenbire Türkeş'in imajı değişti; ‘uzlaşmacı lider' olarak anılmaya başlandı. Bir yandan da bu destek sayesinde partisinin iktidar nimetlerinden yararlanmasını sağladı; bürokrasideki kadrolarını korudu. KİT'lerin yönetim kurullarına oğlunu ve başka bazı MHP'leri yerleştirdi.

1995 seçimleri öncesinde de ANAP'tan transferler yaptı. MHP'nin vitrinine, ANAP'ın 83 ruhunu oturttu. Seçim propagandasında da eski hırçın havayı vermemeye özen gösterdi. Parti içi kavgalar ve ‘Türkeş hanedanı' eleştirileri olmasa MHP'nin barajı aşması işten bile değildi.

MHP yıllar sonra ilk kez Meclis'e milletvekili sokamadı. MHP tarihinin en yüksek oy oranına ulaşılmış; ancak yüzde 10'luk baraj aşılamamıştı. Bu sıkıntılı durum da Türkeş'in karizmatik liderliğini etkilemedi. 1995 seçimleri sonrasında da DYP-ANAP arasında uzlaşmayı sağlamak için çalıştı. Yaşama gözlerini yumduğu 4 Nisan 1997 gününe kadar da bu uzlaşma için temas trafiğini sürdürdü. Uzlaşmacı, ülke sorunlarını herşeyin üstünde tutan bir devlet adamı görüntüsü çizdi.

Ermeni lider Petrosyan ile görüşmekten tutun da Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilere kadar, birçok ülke sorunuyla ilgilendi. ‘Türkiye Cumhuriyeti'nin fahri diplomatı' gibi davranıyordu. Bu imaja en önemli darbe, Azerbaycan'dan geldi. Aliyev, darbe girişiminden Türkeş ve bozkurtları sorumlu tuttu. Ama bu olay, Türkiye'de geçiştirildi.

Bir iki ay öncesinde İstanbul Üniversitesi'ndeki olaylar sırasında da ‘kavga istemeyen sağduyulu devlet adamı' çizgisini izledi. Ülkücülere talimat verdi: ‘‘Üniversiteye gitmeyin. Gerekiyorsa, bir dönem sınıfta kalmayı göze alın, yine de gitmeyin.'' Ancak, üniversitedeki kavga yatışınca, ülkücülerin dönem kaybetmesi sözkonusu olmadı.

BOZKURT HEYKELİ VE PUTPERESTLİK

 

Türkeş, Erciyes'in Tekir Yaylası'nda her yıl düzenlenen ‘Zafer Kurultayı'nda da eskisi gibi davranmıyordu. 1995'deki kurultayda, ülkücüler, havaya silah sıkmamaları için uyarıldılar. Yine de Türkeş gelirken silahların patlaması önlenemedi. Türkeş, alana girerken, ülkücüleri, defalarca ‘Esselamünaleyküm' diyerek selamladı. ‘Ya Allah Bismillah Allahüekber' sesleri arasında geldiği kürsüde konuşurken, dev boyutlardaki Bozkurt heykelinin kendisine doğru getirildiğini görünce sinirlendi:

 

- Nedir o, siz putperest misiniz?

Ülkücülerin karşısında artık farklı bir Başbuğ vardı. İslami kimliğini önde tutuyordu. Ne de olsa artık ‘Hacı Başbuğ' idi. Herkese sevimli davranıyor; ‘Kurt' yüzünü sadece PKK'ya gösteriyordu: ‘‘Biz bu belayı en geç bir yılda söndürürüz. MHP, PKK terör örgütünün köküne kibrit suyu deyip bitirir yok eder.''

MHP ve ülkücülükle ilgisi olmayan gençler bile her yerde kurt işareti yapıyorlardı. Maçlarda, konserlerde bile. Güneydoğu'da özel tim görevlisi polisler bile CHP'li Bakan Algan Hacaloğlu'na gayet rahat kurt işareti yapıp, gülebildiler. Türkeş, ‘ülkücü Mafya'yı da savunmadı; Susurluk skandalına karışan Abdullah Çatlı'yı da diğer ülkücüleri de kabullenmedi. Eski ülkücülerle kendisi arasında bağ kurulmasını istemiyordu.

Türkeş, imaj devriminde en büyük desteği oğlu Tuğrul Türkeş'ten gördü. Oğul Türkeş, Nokta dergisine demeçte bıyıklarını kesmesinin nedenini şöyle açıklıyordu: ‘‘Hacettepe'de müşahade ettim. Soldaki ülkücü imajı şuydu: Tek heceli kelimelerle konuşan, bıyıkları aşağı sarkmış, medeni münasebetleri bakımından sıfır insanlar. Ama benim durumuma da bir izah getirmeleri gerekiyordu. Arkadaşlarım ne kadar insan canlısı, kendileriyle benzer merakları olan bir kişi olduğumu bilirler. ‘Bu, aslında solcu' deyip çıktılar.''

İmaj devriminin son aşaması olan ‘bıyıksız ülkücü' imajını, ülkücüler bile kabullenmekte zorlandı.

BAŞBUĞ DEĞİŞTİ Mİ SORUSUNA YANIT

Tüm bunlar, ‘‘Türkeş değişti'' yorumlarını da beraberinde getirdi. Bu yorumlara ilk karşı çıkan da Türkeş oldu. Bir süre önce Cumnhuriyet gazetesine verdiği demeçte de ‘‘Değişmedim'' deyip ekliyordu: ‘‘Arada bir fark, değişiklik yok. 12 Eylül'den önce kanlı terör olayları yaşanmaktaydı. Biz, önlemeye çalıştık. Fakat dış ve iç bazı merkezlerin kışkırtmaları, ajan provakatörler sebebiyle, anarşiyi önleyemedik. Terörü metod olarak benimsemedik ve ülkücü harekete mensup olan üyelerimizi de teröre bulaşmamaları hususunda devamlı uyardık.''

İMAJ DEVRİMİNE TABANDAN TEPKİ

MHP dışında da Türkeş'in ‘imaj devrimi'ne inanmayanlar vardı. Üstelik sayıları hiç de az değildi. Ruşen Çakır ve Kemal Can'ın, ‘MHP Gerçeği' adlı araştırmalarındaki saptamaları da bu açıdan önem taşıyor: ‘‘Vur de vuralım, öl de ölelim'' sloganı atan ülkücülere Türkeş, ‘Ben sizin ölmenizi değil yaşamanızı istiyorum' demişti. Medya, bu tavrı nedeniyle Türkeş'i övmüştü. Ama aynı Türkeş, ‘Ne mozayiği ulan!' ve ‘Özel tim MHP'li olsa ne olur ulan!' deyince kafalar karıştı ‘Ulan' kelimesini neden kullandığını sorduğumuz Türkeş, gülerek, ‘Ağzımdan kaçtı işte' diyor. Başbuğ, ‘Bozkurtlar'ın ‘kuzu' gibi bir MHP istemeyeceğinin farkında. Bununla birlikte ulaşmak istediği yeni kitleleri de fazla ürkütmemesi gerekiyor. Ülkücü hareketin geçmişi sık sık kendisine ayak bağı oluyor. MHP eski ile yeni arasında çok hassas bir dengeyi tutturmak istiyor. Bu amaçla ‘Ilımlı, yumuşak, uzlaşmacı' bir imajı öne çıkarmaya çalışıyor. Ama eski sert, haşin, saldırgan imajını yedekte tutmayı da ihmal etmiyor.''

Türkeş'in, 4 Nisan 1997'de veda ettiği MHP, tam da bu noktadaydı. Yani İslamcılık-milliyetçilik, uzlaşmacılık-kavgacılık, yeni imaj-eski imaj arasında sıkışmış bir MHP. Şimdi ülkücüler, bir yol ayrımına doğru ilerliyor.

Bozkurtların dirilişi!

12 Eylül dönemi, MHP'liler için uzun sürdü. Türkeş, tam 4.5 yıl tutuklu kaldı. Cezaevinde tutulmasını kabullenemiyordu. Kenan Evren'e yazdığı mektupta, 12 Eylül'e desteğini de açıkça ortaya koydu. Bu mektup, cezaevinden çıkmalarını sağlayamadı. Ülkücüler, 1983 seçimlerine katılamadılar. 1984'de kurulan Muhafazakar Parti, 1985'te, Milliyetçi Çalışma Partisi adını alana kadar ülkücü tabana seslenemedi. Ülkücüler, MÇP'ye, ‘Mamak'tan Çıkanlar Partisi' diyordu. Türkeş, cezaevinden Nisan 1985'te çıkabildi. Ama uzun süre MÇP ile ilgilenmedi. İlk kez 1987 kongresinde devreye giren Türkeş, eski MSP milletvekili Abdülkerim Doğru'nun Genel Başkan seçilmesini sağladı. Ekim 1987'de MÇP Genel Başkanlığı'nı devraldı.

1987 seçimleri hüsrandı. Yüzde 2.91'lik oy oranı, ‘Türkeş bitti' yorumlarına ortam hazırladı. Türkeş'in yöntemini ise yazar Tanıl Bora, bir yazısında, şöyle aktarıyor: ‘‘Ara gazı olarak, 1988 kongresinde, o vakte kadar MÇP'ye uzak duran Yazıcıoğlu ve ekibinin yönetime girmesi sağlandı. Türkeş ve MÇP açısından bu, ikilik görüntüsünün aşılması ve Türk-İslam Ülkücülerinin dinamizminin partiye çekilmesi bakımından faydalıydı. Yazıcıoğlu ve arkadaşları ise zamanla partiye hakim olmayı umuyorlardı.''

Yazıcıoğlu ve ekibi, 12 Eylül sonrasında devlete soğuyan ve İslamileşen ülkücü kesimi temsil ediyorlardı. MHP davasının zaman aşımından düşmesi, mahkumiyet kararlarının ortadan kalkması da yaklaşımlarını değiştirmedi. 1991 seçimlerinde RP ile ittifak sonucunda MÇP'nin, 19 milletvekili seçtirmesi, ‘Bozkurtların dirilişi' olarak kutlandı. Yazıcıoğlu ve beş arkadaşı da Meclis'e girmişti. Türkeş'in, DYP-SHP koalisyonunu desteklemesine karşı çıkan Yazıcıoğlu, MÇP'nin Aralık 1991 Kongresinde Başbuğ'un listesini yedi yerden deldi. 1992'de ülkücülerin, Nizami Alemciler'in toplandığı Bizim Dergah dergisini basması, bölünmeyi getirdi. Yazıcıoğlu, MÇP'den ayrılıp BBP'yi kurdu. MÇP de 1993'teki kongreyle yeniden MHP adını aldı.

 

SON