BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ VE MİLLİYETÇİ

HAREKET

Devlet Bahçeli*

Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey, tarihte örneklerine pek sık rastlanmayan müstesna şahsiyetlerden biridir.

"Karizmatik Lider", "bilge lider", "tarihi şahsiyet" gibi sıfatlar, muhterem liderimizi anlatmakta kullanılan başlıca sıfatlar olarak Türk Milleti tarafından benimsenmiş ve kabul görmüştür. Tarihi geleneğimiz açısından O'nu en iyi anlatan, tanımlayan sıfat ise "Başbuğ" olmuştur. Türkeş Bey, Türk Dünyası'nın başbuğu ünvanını, sahip olduğu meziyet-ler ve yerine getirdiği hizmetler açısından bakıldığında en çok hak eden tarihi bir şahsiyettir. Bu değerlendirmeyi er ya da geç dost-düşman herkes yapmıştır.

Başbuğumuzun bu sıfatları kazanışı ile Milliyetçi Hareket'in tarihi, paralel bir çizgiye sahiptir. Çünkü O'nun hayatı ile Türk Milliyet-çiliğinin yarım yüzyılı aşkın son dönemi tamamen özdeşleşmiş, iç içe geçmiştir.

Bilge Lider ya da tarihi şahsiyet kavramı, her şahsiyet gibi kendi milletinden ve içinde yaşadığı çağdan bir şeyler alan, ama diğerlerinden farklı olarak milletinin gelişimine, çağının akışına bir şeyler katan, kısaca tarihe damgasını vuran insanları anlatan bir kavramdır. Bundan sonra tarih, O şahsiyetten bir şeyler alarak O'nun fikrinin, alınterinin izlerini taşımaya başlar.

Dünyada hiçbir büyük ve önemli bir iş, yüreği ülke sevdasıyla yanıp tutuşmayan, hiç cefa çekmemiş ve inanmadığı şeyleri savunmuş politikacılarca başarılmış değildir. Büyük davalar, tehlikelere ve zorluk-lara cesaretle göğüs geren, ömrü boyunca yılmamış, inançlı ve azimli insanların liderliği altında başlamış ve başarılmıştır.

Tarihi şahsiyetleri ya da büyük liderleri ortaya çıkartan dinamikler nelerdir? Onların ortaya çıkışları, sahip oldukları meziyetler ile tarihi şartların buluşmasıyla mümkün olmaktadır. Bu meziyetler, vasıflar nelerdir? En başta, basiret, inanç, azim, bilgi, cesaret, direnç ve karar-lılık gibi önemli özellikleri şahsiyetlerinde barındıran insanlar gerçek an-lamda lider olabilirler.

Bu insanlar, yeteneklerini, ideallerini gerçekleştirme yolunda ortaya koymaya, yani kuvveden fiile geçirmeye başladıklarında varlık-larını hissettirmiş olurlar. Bunu takiben halk ile diyalog kurmaları ve kadrolarını yetiştirmeleriyle birlikte ağırlıklarını ve farklılıklarını kabul ettirmeye başlarlar. Artık onlar gerçek birer liderdir. Zamanla bu sıfat, gelişmelere bağlı olarak "tarihi şahsiyet", "karizmatik lider", "önder" gibi sıfatlara dönüşür. Kısacası, tarihi şartlar ve gelişmelerle liderlik vasıflarına sahip insanlar bir araya geldiğinde büyük ve önemli liderler ortaya çıkar.

Rahmetli Başbuğumuzun ömrünü yarım asrı aşkın son bölümü, Türk milliyetçiliği hareketinin yaşadığı sorunlarla, gelişmelerle paralel bir seyir takip etmiştir. Hakk'ın rahmetine kavuştuğu son ana kadar da dâvasına, yani Türk Milletine ve Türk Dünyasına hizmet etmeye devam etmiştir. 1944 yılında zamanın siyasi iktidarının rüzgara göre yön değiştiren zihniyetinin bir sonucu olarak uygulanan baskı ve zulüm-lerden 1997 yılının Nisan’ına kadar uzanan kararlı milliyetçilik mücade-lesi, hayatını ülkesine ve milletine adamışlığın çok önemli ve güzel örneklerini ortaya koymuş olması, Başbuğumuzun siyasi kişiliğinin en kısa ve özlü ifadesidir.

Türk Milliyetçileri 1944 girdabından yüz akıyla çıktıktan sonra 1940'lı yılların ikinci yarısını ve 1950'lerin başlarını toparlanma ve daya-nışma çabalarıyla geçirmiştir. Türk milliyetçileri ikinci tırpanı bu dönem-de Demokrat Parti yonetiminden yemiştir.

İşte bütü bu olayları ve sorunları çok iyi okuyan rahmetli liderimiz, 1960’lı yıllardaki gelişmeleri de dikkate alarak, Türk milliyetçiliği hareketine yeni bir ivme ve boyut kazandırmıştır. 1960'lı yılların ikinci yarısı, hem Türk milliyetçiliği hem de Türk demokrasi tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu, dönem, Türk dünya-sının Başbuğunun ve Milliyetçi Hareket Partisi'nin doğuşuna sahne olan bir dönemdir.

1960'lı yılların başından itibaren Türkiye'de, büyük bir çoğunluğu Rus emperyalizminin doğrudan ya da dolaylı olarak uzantısı pozisyo-nunda olan sol hareketlerin canlanışına ve hızlı bir şekilde güçlen-mesine şahit olunmuştur. Buna karşılık, kendini sağcı olarak tanımlayan siyasi partiler ve gruplar ise hem aralarında hem de içlerinde sürekli didişen bir yapıya sahipti. Türk milliyetçilerinin hali de çeşitli dergiler ve dernekler etrafında kümelenmiş çok dağınık, arayış psikolojisinin hakim olduğu bir manzarayı andırıyordu.

Alparslan Türkeş Bey'in 1964 yılında siyasete doğrudan girmesiyle başlayıp 1969 yılında tamamlanan süreçte ise Türk milliyet-çiliği davası, derlenip toparlanmaya, daha doktriner bir hüviyet kazan-maya başlamış, kendi özgün ve dinamik siyasi partisine kavuşmuştur. Bu süreç, dağınık, siyasi etkinliği çok zayıf ve özgüven bunalımı yaşayan bir camianın varlığını çok iyi gözlemleyen, Türk milletinin yeni bir dirlik, birlik ve kalkınma hamlesine ihtiyacı olduğunu hisseden siyasi iradenin, inancın, kararlığın ürünüdür. Yani Merhum Liderimiz Alparslan Türkeş'in önderligindeki kadronun iradesinin ve çabalarının eseridir.

Kendilerinin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, milliyetçi-ülkücü hareket, büyük ve güçlü Türkiye'nin mimarı olarak doğmuş ve geliş-miştir.

Türk milliyetçiliği hareketinin yeniden yapılandırılması aşama-sını, bütün milliyetçilerin, vatanseverlerin, bütün dağınık parçaların bir araya getirilmesi ile fikri alt yapının geliştirilmesi ve projelerin ortaya konması aşaması izlemiştir. Tabi bütün bu aşamalar, çok zorlu ve uzun soluklu bir mücadeleyi, ilmik ilmik örülme anlamında zahmetli çabaları ifafe etmektedir. Çünkü Türk milliyetçileri, önlerine çıkartılan bir çok engeli aşmak, yoğun karalama kampanyalarını göğüslemek için olağan üstü çabalar sarf etmek zorunda kalmışlardır. Türk milliyetçiliği davası-nın doğrudan siyasi alana taşındığı, yani rahmetli Başbuğumuzun Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin genel başkanı seçildiği günden itibaren başta faşizm olmak üzere sürekli eleştiriler yöneltilmesi, Türk gençliğinin çeşitli oyunların içine çekilmeye çalışılması Milliyetçi Hare-ket'in gelişimini etkilemiştir.

İşte milliyetçi-ülkücü hareket, bir taraftan bu tür karalama kampanyalarıyla ve terör belasıyla uğraşmak, bir tarafta da dünya ve ülke sorunlarıyla ilgilenmek, çözümler üretmek durumunda kalmış, siya-si hayatın gereklerini yerine getirmeye çalışmıştır. Bu mücadelenin bir de imkansızlıklar içinde yürütüldüğü düşünüldüğünde, anlamı, önemi ve büyüklüğü daha iyi anlaşılmaktadır.

Milliyetçi Hareket Partisi, böyle bir zorlu mücadele geleneğine ve olumsuzluklara rağmen , iktidar ortağı olduğu zamanlarda ülkeye hizmet etmenin en iyi örneklerini sergilemekten de geri kalmamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki MHP, ciddiyet, çalışkanlık ve ülke çıkarıyla özdeşleştirilir olmuştur. Bu dönemde, yine, gençliğin yıkıcı ve bölücü fikirlere kapılmamasında, kültürel yabancılaşma hastalığına yakalanma-malarında kalkan işlevi görmüştür. Alparslan Türkeş Bey'in önderliğin-deki Milliyetçi Hareket, bu tarihi görevini, genç nüfusun milli ve manevi değerlerle donanmış idealist bir gençlik olarak yetişmesini sağlayarak yerine getirmiştir.

Türk Milliyetçileri, 12 Eylül 1980 sonrasındaki üç yılı kapsayan askeri yönetim döneminde de her türlü baskıyla karşı karşıya kalmış ve MHP kapatılmıştır. Aynı şekilde 1983 sonrasındaki parçalama teşeb-büslerine göğüs germe zorunda kalınmıştır. Ancak, Milliyetçi Hareket kısa süre içinde Türkiye'nin ve Türk dünyasının tekrar parlayan yıldızı olmayı başarmıştır.

Haksız eleştirilere karşı koyarak her sınavdan yüz akıyla çıkmak, kısacası zorlu ama onurlu bir mücadele destanı yazmak, ancak haklı ve güçlü davalara sahip siyasi hareketlere nasip olur. Yine hiçbir siyasi hareketin, bilge bir şahsiyete, karizmatik bir lidere sahip olmadan bu kadar zorlu ve uzun bir mücadeleyi sürdürebilmesi mümkün değildir.

Bugün Milliyetçi Hareket Partisi, dimdik ve güçlü şekilde ayakta durmakta, Türk Milletinin yegâne ümidi haline gelmiş bulunmaktadır. Bunun sebepleri arasında, Alparslan Türkeş gibi karizmatik ve bilge bir lidere ve onun yetiştirdiği kadrolara sahip olması çok önemli bir yere sahiptir. Türk milliyetçileri, bu gerçeği hiçbir zaman unutmadan Başbuğ-larının gösterdiği büyük hedeflere doğru akıp giden kutsal yolculuklarına yılmadan ve yorulmadan devam edeceklerdir.

Türk milliyetçileri'nin, 21. yüzyılın ilk yarısındaki ana hedefleri olan Lider Türkiye ülküsünü realize etmek ve Türk dünyası'nın birlikte-liğini sağlamak için ellerinden gelen bütün gayreti gösterip başarıya ulaşacaklarından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

 

KIBRIS VE TÜRKEŞ

Lefkoşa, 2 Mart, 1998

Rauf R. DENKTAŞ*

Rahmetle andığımız asker, komutan ve devlet adamı Sayın Alparslan Türkeş’le ilk temasım 1960 ihtilalinden hemen sonra, Dr. Küçük ile birlikte Ankara’ya yaptığım ilk ziyarette olmuştu. Türkeş Başbakanlık Müsteşarı (veya Genel Sekreteri) mevkiindeydi. İhtilalin güçlü adamı diye bilinen Alparslan Türkeş’in Kıbrıs kökenli oluşu bizler için güven verici birşeydi. Dr. Küçük, Türkeş’i evvelden tanıyor muydu, bilmiyorum.

Devlet Başkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı ile yapılan toplantılarda Türkeş de vardı. Bu toplantıda ben, Makarios’un Zürih ve Londra anlaşmalarını er geç bozma kararlılığı içinde olduğunu, bu maksatla silahlandığını, TMT’ye silah gönderilmesinin durdurulmasını savunmuştum. Makarios, 27 Mayıs İhtilali olur olmaz Zürih ve Londra anlaşmalarını reddeden bir açıklama yapmıştı. Aynı gün TMT lideri Rıza Vuruşkan bana gelerek durumun vahametini anlatmış ve Dr. Küçük’le birlikte İhtilal Hükümetine göndereceğimiz bağlılık mesajında Makarios’un Zürih ve Londra anlaşmalarını reddetmesine müsaade edilmemesine de dikkat çekilmesini istemişti. Öyle de yaptık ve anında Türkiye’den ihtilâl hükümeti Zürih ve Londra anlaşmalarına atfettiği önemi vurgulayan bir açıklama yaptı. Böylelikle Makarios bu yönde adım atmaktan vazgeçti, siyasetinden vazgeçmedi. Nitekim Ağustos 1960’ta istemediği bir Cumhuriyetin doğum belgelerini imzalarken İçişleri Bakanı Yorgacis’e bu Cumhuriyeti yıkmak için “Rumları gizlice silahlayıp savaşa hazırlama” emrini verdiği belgelenmiştir.

Toplantıdan sonra Sayın Türkeş beni yalnız olarak makamına aldı. Toplantıda söylediklerimi dikkatle dinlediğini söyledikten sonra bana Kıbrıs’ın Türkiye için geo-politik önemini anlattı. Zürih-Londra anlaşmaları’nı Rumlar değiştirmeye kalkarlarsa Türkiye’yi karşılarında bulur dedikten sonra “Merak etmeyiniz. Biz size silah yerine Kıbrıs ve asker kökenli bir Büyükelçi göndereceğiz. Makarios’a fırsat verilmeyecektir” dedi.

Kıbrıs Anlaşmaları 16 Ağustos’ta imzalandı. Emin Dırvana T.C. Büyükelçisi olarak adaya geldi. Halkımız O’nu büyük ümitlerle karşıladı. Ancak aldığı talimat “Makarios’la iyi geçinmesi ve Dr. Küçük ile Denktaş’ın anlaşmaları yıkmak için fırsat vermemesi” şeklindeydi. İhtilal hükümeti Dr. Küçük’le beni “Menderesci” biliyor, benim Londra Anlaşmasından (Şubat 1959) Cumhuriyetin doğuşuna kadar geçen 18 ay zarfında Türk hükümetine gönderdiğim raporlarda devamlı surette “Makarios silahlanıyor, bu anlaşmaları ilk fırsatta bozacak” mealindeki duyurularımı (özellikle Cumhuriyet’ten sonra Dırvana kanalı ile gönderdiklerimi) yanlış değerlendirerek, anlaşmaları sanki biz bozacak-mışız gibi bize karşı cephe, tedbirler alıyordu.

Bu zor günlerde Sayın Türkeş Hindistan’daydı. Buna rağmen çok seyrek de olsa, fırsat düştükçe, haberleşebiliyorduk. Dırvana Sayın Türkeş’i de hayal kırıklığına uğratmıştı.

Yıllar sonra O’nu partisinin başında, hapiste ve Devlet idaresinde izledik. Kıbrıs’a ziyaretini yaşadık. Bu topraklara ne sıcak bağlarla bağlı olduğunu gördük. Şunun altını çizmekte yarar görürüm. Türkeş Kıbrıs’ı seviyor, Kıbrıs’ın Türkiye için önemini de bir asker olarak çok iyi biliyordu. Ancak, bir Kıbrıslı olarak (her Kıbrıslı gibi) anavatan Türkiye’nin zarar görmesini asla düşünemezdi ve düşünmemiştir.

Daima itidalle hareket etmiştir. Eleştirileri yapıcı olmuştu, tahrikkar olmamıştır. Ben O’nun devlet adamlılığını bu çerçevede değerlendirdim ve daima takdir ettim. Kıbrıs’tan taviz vermeyen bir siyaseti, Anavatanın üst çıkarlarını koruyarak, güçlü bir şekilde savunmak güçlü bir karakter ve ölçülü bir siyaset ister. Alparslan Türkeş güçlü bir karaktere sahip, ölçülü bir devlet adamı, Türkiye’nin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan gerçek bir vatanseverdi. Son yıllarda onunla sıklaşan temaslarımda, Türklük dünyasındaki faaliyetlerinde bu izleni-mim artmış, ona olan saygım ve sevgim gittikçe derinleşmişti. Nur içinde yatsın.

Saygılarımla.

 

 

 

 

Mustafa A. Kırımoğlu

Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanı

Alparslan Türkeş, bütün Türk Dünyası gibi Kırım Tatar Türkleri için de unutulmaz bir şahsiyet olarak Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Hep söylediğim gibi, Sovyetler Birliği devrinde, demir perde altında, Hür Dünya'dan sınırlı malumat alırken Sovyet basını bizim ölçeğimizde, Sovyet basınında kim karalanırsa bizler bilirdik ki onlar iyi insanlar ve iyi işler yapıyorlar. Alparslan Türkeş ve onun Bozkurtları da Sovyet basınında hep kötü bahsedilir ve karalanırdı. Biz de bilirdik ki, ülkücüler bizim taraftan insanlardı ve taa o yıllardan sempatimizi ve saygımızı kazanmışlardı.

Demir perde aralanıp, Hür Dünya'dan ve Türkiye'den daha fazla malumat almaya başlayınca anladık ki yanlışmamışız. 1975-76 yılla-rında hayatımız, benim için ve halkımız için Türk kamuoyunu ayağa kaldıran bu vatansever insan ve onun ülkücüler kurtarmış.

Bu alicenap insan ve onun ülküdaşları, bizimle beraber ağlamış-lar, bizimle acılarımızı paylaşmışlar, bizler için dualar etmişler. Kırım Tatar Türkleri merhum Alparslan Türkeş'e ve ülkücülere müteşekkirdir.

Gıyaben seneler önce tanıdığım ve sonra, Türkiye birinci kere ettiğim ziyaret günlerinde, 1992, 7 Şubat'ta tanışmak mutluluğuna eriştiğim merhum Alparslan Türkeş'e Yüce Allah'tan rahmet diliyorum.

1997, 4 Nisan saat 22.45'te Türk Dünyası en büyük evlatla-rından birisini kaybetti. Allah milletimize Alparslan Türkeş gibi daha çok insanlar yetiştirmeyi nasip eylesin.

6.03.1998

Kırım, Bahçesaray

 

AĞABEĞİM TÜRKEŞ BEĞ

Müjgan CUNBUR*

Bu gelimli gidimli dünyadayken Türkeş Beğ'e, kendisinin istemesine rağmen, "Ağabeğim Türkeş Beğ" demek nasip olmadı. Bu yazı, yıllar sonra bu isteklerinin yerine getirilmesine vesile oldu.

Türkeş Beğ, özünü ailemden aldığım, Türklük şuurunu perçinleştiren Milli Kütüphane'nin kazandırdığı değerli dost gruplarından birine dahildi. Sırasıyla Çiftçioğlu Necdet Sancar, Nihat Atsız Beğ, Dr. Fethi Tevetoğlu, aziz bakanım Tevfik İleri Bey ve Türkeş Beğ Milli Kütüphane'deki ilk kütüphanecilik yıllarımda tanımakla şeref duyduğum değerli insanlar bu grubu oluşturmuştu.

Bugün hepsini rahmetle ve hasretle andığım bu zatları bana hocam, müdürüm ve ağabeyim Adnan Ötüken tanıştırmıştı. Yazılarını okuduğum, idealleri uğruna karşılaşıp çektikleri çileleri yıllardan beri uzaktan uzağa takip ettiğim bu zevatın çoğunluğunu Milli Kütüphane'nin mikrofilm atölyelerinde tanıdım. Müdürümüz o bölümü dostlarına ve misafirlerine göstermekten başka bir zevk alırdı. Çekim ve banyo yerlerini gösterdikten sonra, arşiv için yazma eserlerin fişlerini hazırla-yan, film çekildikten sonra kontrollerini yapan o yılların genç kütüpha-necisini özellikle dostlarına tanıtmaktan da, sanırım, bir gurur duyardı. Bir gün değişik bir saygıyla ve coşkuyla gezdirdiği bir misafiri getirdiler. Gelen misafir tok sesli bir yarbaydı. İşte Türkeş Beğ’i o gün ilk kez görüp biraz da çekinerek konuştum. Çünkü tokalaşmak üzere uzattıkları ellerine, sol elimi uzatmam kendisini bir an şaşırtmıştı. Adnan Bey "Bizim Müjgan Hanım sağa biraz fazla dayandıklarından o tarafını felç etmiştir" diye konuşmayı bir şakayla başlattı. Yazma eserler üzerine bir süre konuşulduktan sonra kolaylıklar dileyerek ayrıldılar.

İkinci kez o tok sesi, 1960 Haziranında bir gün telefonda duydum. Adnan Bey henüz Almanya'daki kültür ataşeliğinden dönmemişti. Türkeş Beğ'in 1960 Mayıs harekâtından sonra Başbakanlık Müsteşarlığı'nı yaptığı sırada ve hasbelkader Milli Kütüphane'nin başında bulunduğum son aylardaydı. Telefonda kısa bir hal hatır soruştan sonra, Türk Ocakları'na benzer bir derneği kurmaya çalıştık-larını haber verip kurucular arasında bulunmamı emrettiler. Emirlerinden şeref duyduğumu, ancak tam o günlerde gazetelerde "Tevfik İleri'nin Milli Kütüphane için biçilmiş kaftanı" diye tenkit edildiğimi, bu hususun kendilerine ve kurulacak ocaklara söz getirmesinden çekindiğimi, zaten gece saat ona kadar kütüphaneden ayrılamadığımı beyanla özür dilemeye çalıştım. Sanırım biraz öfkelendiler, ocakların bir kaç ay sonra kurulacak Ankara teşkilatında memnuniyetle çalışacağımı söyleyince sertleşen sesleri biraz yumuşadı. "Neden bir kaç ay sonra?" diye sorduklarını, "O zamana kadar Adnan Bey Türkiye'ye ve Milli Kütüphane'nin başına dönecek" cevabını verdiğimi, "Bakalım kütüpha-neye döner mi, onu daha başka işler bekliyor" dediklerini hatırlıyorum.

Hindistan'dan döndükten sonra Milli Kütüphane'de yapılan konferanslara, verilen konserlere ara sıra gelirdi. Adnan Ötüken'in ölümünden sonra düzenlediğimiz anma toplantısına da teşrif ettiler. Yanlarında muhterem eşleri Muzaffer Hanımefendi de vardı. Kısa bir konuşma yaparak Adnan Bey’i değerlendirdiler. Hocamı, müdürümü, ağabeyimi ve kütüphaneyi yönetirken en büyük desteğimi kaybetmiş olmanın verdiği hüzün içinde yapmağa çalıştığım konuşmayı da dinlediler. Kütüphaneden ayrılırken söyledikleri bir cümleyi ömür boyu unutmayacağım. "Müjgan Hanım ben size hoca ve müdür olamam. Ama bugünden sonra AĞABEĞ olarak Adnan Ötüken'in bıraktığı boşluğu ben doldurayım" demişlerdi. Türkeş Beğ'in ebediyete intikalinden sonra kendisine sözlü değil, yazılı olarak "Ağabeğ" demek nasipmiş.

Türkeş Beğ'i, Muzaffer Hanımefendi'nin kaybından sonra, ilk ve son kere evlerinde ziyaret ettim. O gün bize 1944 hadiselerinde kendisi mevkufken, merhumenin çocuklarıyla birlikte çok çetin şartlar altında çektikleri sıkıntıları anlattılar. Yine o gün Atsız Beğ'den, Sançar'dan, Tevetoğlu'ndan, Adnan Ötüken'den ve diğer dostlardan bahisler geçti.

Onlar, Türk milliyetçilik tarihinde Türklük şuurunun güçlenme-sinde ömürlerini harcamış bir misyondular. Dünya devletleri arasında Türk olarak yaşadığımız büyük yalnızlığı giderecek, acılarımızda birbirimize destek ve dayanak olacağımız, sevinçlerimizi paylaşa-cağımız Türk devletlerinin kurulmasını istemişler, yıllar boyu zulüm altında inleyen Türk topluluklarının birer devlet olarak hürriyet ve bağımsızlıklarına kavuşmalarını ideal edinip savunmuşlardı. Hatırlarım Atsız Beğ son mektubunda, "Esir Türk İlleri bir gün hürriyetlerine kavuşacaklar, ben o günleri göremeyeceğim. Ama dostlarım o günleri görecek ve o topraklara gidip dolaşacaklar" demişti. Cumhurbaş-kanımızla birlikte Türkeş Beğ'in o toprakları ziyaretleri, sanırım daha önce bu dünyadan ayrılmış olanların ruhlarını da taziz etmiştir.

Onların izinde yetişmiş ikinci kuşak olarak aramızdan ayrılışının birinci yıldönümünde "Ağabeğim Türkeş Beğ"i tazimle anıyorum. O’na tanrının tükenmez hazinesinden rahmetler diliyorum. Ve sesleniyorum durağın cennet olsun, yattığın yer nurla dolsun Ağabeğim Türkeş Beğ…

 

TÜRKLERDE DEVLET ADAMLIĞI

VE

ALPARSLAN TÜRKEŞ

Abdülkadir DONUK*

Tarihin bilinen en eski kavimlerinden olan ecdadımız bugüne kadar 3 kıt’a üzerinde 120’ye yakın devlet kurmuşlardır. Bilindiği gibi bizler Cenâb-ı Hakk’ın kainatta yarattığı çeşitli kavimlerden sadece bir tanesiyiz. Yani Türk milletinin birer fertleriyiz.

Türk deyip geçmeyiniz. Türk yabancı araştırıcıların ifadesi ile “Dünyanın efendisi” olan insandır. Türk kendine ait hasletleri ile her yere "adalet" götüren ve buna paralel olarak "dünyada ilk kanun koyucu" millet olmak şerefini kazanan topluluktur. Türk “Millet sevgisi, Allah korkusu ve Doğruluk” ilkeleri ile tanınan insandır. Türk gittiği her yerde “yabancılar tarafından sevinçle karşılanan” insandır.

Türkler’in devlet kuruculuğu ile yakından ilgilenenlerden O. Menghin’e göre, “Ural-Altay kavimlerinin iki sahada cihan tarihi bakımından kesin şekilde önemli rolleri olmuştur: 1- İktisadi alanda hayvan yetiştirmeyi geliştirme, 2- İçtimai alanda ise, olağanüstü devlet kurma kaabiliyeti”. W. Eberhard’a göre “Tarih malzemesi gözden geçirilecek olursa Türklerin bilhassa kaabiliyet gösterdikleri şeylerden birinin şu olduğu görülür; çok çeşitli ve medeniyetçe yüksek devletleri siyasi yönden kurmak ve teşkilatlandırmak.” Hun tarihçisi B.Szasz da Türkler’in “umumiyetle seçkin atlı kavimler gibi, devlet kurucu ve fatih” olduklarını söylemiştir. Ziya Gökalp’e göre de “Türkler’in bütün harpleri daimi ve geniş bir sulh dairesi tesis etmek maksadiyledir.” Türk hukuk tarihçisi S.M.Arsal’a göre, "Türkler kanun seven, hukuk yaratan bir millettir. Hukuk yaratıcı bir millet olmaları, devlet kurucu millet olmalarının bir neticesidir, çünkü hukuk devletle doğar.” F.Köprülü’ye göre de “Türkler ilk zamandan teşkilatçılıkla ve devlet kuruculuğu” ile tanınmışlardır. O.M.Babaoğlu’na göre, “Türkler, millet hakimiyeti, laiklik, demokrasi esaslarını birçok milletlerden önce tanımışlar ve devletlerini uzun yıllar bu esaslar üzerine kurmuşlardır.” L.Ligeti’ye göre “Hunlar azametli imparatorluğu silah gücü ile temin etmişlerse de bu muazzam sahayı Asya kavimleri arasında ilk defa isbat ettikleri, kendilerine has devlet kurma kaabiliyetiyle ellerinde tutmağa muvaffak olmuşlardır.” A.Caferoğlu’na göre, “Türkler’de devlet kuruculuğunun özel bir hususiyeti, devlet kuruluşu ve devlet anlayışı meselesidir.” O.Turan’a göre, “İslamdan önce Türkistan, İslam devrinde de Yakın-Şark ve Türkiye merkez olmak üzere Çin, Hindistan, Afganistan, Horasan, Şarkı ve Orta Avrupa, Balkanlar, İran, Azerbaycan, Kafkasya, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika Türkler’in başlıca istila, göç ve hakimiyet sahaları olmuştu. Türkler bu ülkelerde birçok devlet ve imparatorluklar kurmuşlar; muvakkat yurtlar ve devamlı imparatorluklara sahip olmuşlardır.” M.A.Köymen’e göre, “Gerek kurdukları devletlerin sayısı, gerekse rol oynadıkları coğrafi sahaların genişliği cihetinden Türkler ile mukayese edilebilecek kadar bir kavim, tarihte gösterilemez.” B.Ögel’e göre, “Türkler, tarih boyunca birçok devlet kurmuşlardır. Ancak kavmi gelenekler ile düşünceler, her kurulan yeni devlette kaybolmamış ve kendini yeniden göstermiştir… …Türk tarihi, Türk kavimleriyle, Türk milletinin bir hayat hikayesidir. Devletler yıkılıp yeniden kurulabilir. Ancak kalıcı olan, Türk milleti ile Türk kavimleri ve onların zihinlerindeki düşüncesidir.”

İdare etme hakkı Allah tarafından verilen eski Türk hükümdarlarının, ülke ve milletini koruyup, huzura kavuşturması için yerine getirmesi zaruri vazifeleri yanında, bir takım üstün vasıflara da sahip olması gerekmektedir. Aşağıda açıklanan bu vazife ve vasıflar, ülke bütünlüğünün korunmasına, töre hükümlerine göre adaletle hükmedebilmesine, halkı koruyup fakirliği kaldırmasına vb. yardımcı olmaktadır. Bu vasıflara sahip olmadıklarından vazifelerini yapamayan devlet başkanları iktidardan uzaklaştırıldıkları gibi, sıradan bir kişi olarak da unutulup gitmişlerdir.

Umumiyetle temsil ettiği milletin sevgisini kazanabilmek için hükümdarın bilgili, güçlü, tecrübeli, uyanık ve doğru bir insan olması gerekir. İdare ettiği topluluğun arzusu doğrultusunda yapılan icrâat, o topluluğun hükümdarına olan güvenini artırır. Türkler’de millet, yapılan her olumlu işin veya atılan her yanlış adımın sonuçlarını hükümdara bağlamaktadır. Bu itibarla idare başındaki şahısların kudretli bir hale gelebilmesi, aşağıda gösterilen vasıflara haiz olmasına ve bunlardan faydalanmasına bağlıdır. Nitekim II. asırda Kutadgu Bilig ünlü kitabını yazan Yusuf Has Hâcib, her zaman saygı duyulan bir hükümdar olarak kalmanın temelini şu dört maddede açıklar:

    1. Doğru sözlü olmak,
    2. Memlekette kanunu tatbik etmek,
    3. Eli açık ve cömert olmak, halka karşı şefkat göstermek,
    4. Düşmana boyun eğdirmek ve memleket işlerini yapmak için azimkâr ve cesur olmak.

Adaletin en yüce hakemi durumunda olan hükümdarların devleti ve milleti ayakta tutabilmesinin diğer bir şartı da, etrafında bulunan yardımcılarının kaabiliyetli, tecrübeli, töre ve usule vakıf olmalarıdır. Ancak bu şekilde başarı şansı artar. Bu hususlarda Yusuf Has Hacib eserinde hükümdara “kötü yardımcı veya müşavir hükümdarı da kötülüğe sevkeder: kötülük yapanlara da uymamalıdır”; bunlara karşı “ihtiyatlı ve uyanık” durmak gerekir demektedir. Hükümdar vazifelerini yerine getirmeyip “gaflete düştüğü” takdirde de “Tanrının kendisinden hesap soracağını” bilmelidir.

Hükümdarlığı "içi inci dolu bir deniz"e ve “içinde altın ve gümüş madenleri bulunan bir dağ”a benzetildiği eserin "bilen için bir bilgi denizi" olarak takdim edildiği Kutadgu Bilig’de bir memleketi idare edenlere nelerin lâzım geldiği ana hatlarıyla özetlendikten sonra, "Yine bil ki, bu kitap herkese yarar, fakat memleketi idare için hükümdarlara daha çok faydalı olur” denilmek suretiyle dikkat bu nokta üzerine çekilmektedir. Yine eser önsözünde belirtildiği gibi;

    1. Adalet, doğruluk,
    2. Devlet,
    3. Akıl,
    4. Kanaat,

olmak üzere dört temel üzerine oturtulmuş, “hükümdarların memleketi tanzim ve idare etmek, halkı düzene sokmak, dünyayı ve ülkeyi kötülerden temizlemek için nasbedildikleri” belirtilmiştir.

Türk Cihan hakimiyeti düşüncesinin gereği olarak “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” insanları törenin himayesine almak vazifesi ile “Dünyayı yönetme ülküsü” gayesini tanrı’dan aldığına inanan Türk hükümdarlarının; bu görevi yerine getirdiğinde “Uzak-doğudan Batı denizinin ucuna kadar” bütün memleketleri kendisine ihsan eden Cenab-ı Hakk’a her zaman şükreden Türk hükümdarlarının; fetihleri, icrâatı, adâleti, din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün insanlara aynı şefkatle muamele eden Türk hükümdarlarının; millet yolunda "Gece uyumadan, gündüz oturmadan" çalışan Türk hükümdarlarının; tarihte Türk topluluklarının hemen herşeyini meselâ doymasını, giyinmesini, çoğalmasını ve huzurunu sağlayan Türk hükümdarlarının; diğer topluluklarının imparatorlukları gibi “ağzından çıkan sözlerin kanun olmadığı”, aksine milleti temsil eden Meclis kararına saygı gösteren Türk hükümdarlarının; Türk siyâsi düşüncesi kabul edilen "devlet, halk içindir" prensibine dayanarak "hizmet etmekle kul, Bey olur" düşüncesiyle sembolleşen Türk hükümdarlarının; vazifelerini yerine getirmeyip “gaflete düştüğü” takdirde de “Tanrının kendisinden hesap soracağının” şuuru içerisinde hareket eden Türk devlet adamlarının vasıflarını, kendi kaynaklarımıza dayanarak şu başlıklarda toplamak mümkündür:

    1. Bilge olmalı,
    2. Akıllı ve bilgili olmalı,
    3. Cesaretli, kuvvetli ve kahraman olmalı,
    4. Dürüst olmalı, doğruluktan ayrılmamalı,
    5. Fazilet sahibi olmalı,
    6. Sözünde durmalı ve verdiği sözden dönmemeli,
    7. Hasis olmamalı, eli açık olmalı, yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve hayâ sahibi olmalı,
    8. İhtiyatlı, uyanık olmalı, ihmalkâr olmamalıdır,
    9. Aceleci değil, sabırlı olmalı,
    10. Zalim olmamalı,
    11. Merhametli, şefkatli ve dili yumuşak olmalı,
    12. Yalancı, mağrur ve kibirli olmamalı,
    13. Siyasette mâhir olmalı,
    14. Takvâ sahibi olmalı,
    15. Gönlü temiz, tok gözlü, anlayışlı ve misafirperver olmalı,
    16. Nefsine hâkim olmalı, harama el uzatmamalı, kumar oynamamalı, fesattan uzak durmalı, kin gütmemeli, varlığının fâni olduğunu unutmamalıdır,
    17. Tanrı’ya kulluk ederek, ibadet etmelidir.

Türk devlet adamlarının vazifesine gelince:

    1. Barış ve sükûnu sağlamak ve bunu yalnız Türk ülkesi ölçüsünde değil, dünya çapında gerçekleştirmek,
    2. Milleti için, gündüz oturmadan, gece uyumadan hizmet etmeli ve vatanı müdafaa etmelidir,
    3. Memleketi tanzim ve idare etmeli, halkı düzene sokmalıdır,
    4. İyi kanunlar yapmalı, adaletle tatbik etmeli ve halkı korumalıdır,
    5. Dağınık boyları toplayıp, nüfusu çoğaltmalıdır,
    6. Halkı çıplak ise giydirmeli, aç ise doyurmalıdır,
    7. Kuldan fakir adını kaldırmalıdır,
    8. Devlet idaresine sadık, seçkin, hakim idare adamlarına görev verilmelidir,
    9. Alimleri himaye etmelidir,
    10. Kötüleri cezalandırmalı, iyileri korumalıdır.

Tekrar edelim ki, Türkler’de hükümdarlıkta esas olan millete hizmet idi. Nitekim Kutadgu Bilig’de, Yusuf Has Hâcib halkın hükümdarlardan istediklerini şu şekilde sıralar:

Teb’anın senin üzerinde üç hakkı vardır; bu hakları öde ve onları zorluğa düşürme;

    1. Memleketinde gümüş temiz kalsın, onun ayarını koru (para ayarının korunması, iktisadi istikrar),
    2. Halkı âdil kanunlar ile idare et; birinin diğerine tahakküme kalkışmasına meydan verme, onları koru (âdil Kanun),
    3. Bütün yolları emin tut; yol kesici ve haydutların hepsini ortadan kaldır (asayiş),

Böylece teb’a hakkını ödedikten sonra, sen de onlardan kendi hakkını isteyebilirsin.

Teb’a üzerinde senin üç hakkın vardır; bunu onlardan istemelisin:

    1. Halk senin emirlerine hürmet etmeli ve bu emir ne olursa olsun, onu derhal yerine getirmelidir,
    2. Halk hazine hakkını gözetmeli ve bunu vaktinde ödemelidir,
    3. Halk senin dostuna dost ve düşmanına düşman olmalıdır.

Böylece sen onlara karşı vazifeni yapmış olursun, onlar da senin hakkını ödemiş olurlar.

Görülüyor ki, “devlet adamı vasfını taşımanın” hiç de kolay olmadığı anlaşılmaktadır. Bu vasıflara bir de yapması mecburi olan "vazifeleri" de ekleyince, hadisenin zorluğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Türk devlet adamlarını en çok korkutan hususun "vazifelerini yerine getirmediği” takdirde “Allah’ın kendisinden bunun hesabını soracağı” olduğunu da bir defa daha hatırlatalım.

Şu hususu samimiyetle ifade edelim ki, yukarıda belirtmeye çalıştığımız hususlar dikkate alındığında görülecektir ki, Cumhuriyet tarihimizde iki büyük devlet adamı yetişmiştir. Biri Atatürk, diğeri de Alparslan Türkeş’tir. Her ikisi de mensup olduğu "Türk Milleti" aşığı idiler. Her ikisi de, gerçekten "Türk Milliyetçisi" olmakla iftihar eden ve de haykıran insanlardı. Ortak noktaları "Ne mutlu Türküm diyene" parolasında yatmakta idi.

Rahmetli A.Türkeş’in “devlet adamlığı” vasfının değerlendir-mesine gelince:

Gerçekten "Bilge" bir kişi idi. "Siyaset ve idarede hakim" tabirinin karşılığı olan bilge’liği ile hayran olduğu bu milletin tarihini çok iyi bilmekte idi. Hemen ifade edelim ki, başarılı olamayan devlet adamlarının en büyük kusuru "tarih bilmemekte" görülmektedir. İşte, bu hususu çok iyi benimsemiş olan rahmetli A.Türkeş’in, diğer devlet adamı geçinen insanlardan en büyük farkı, burada kendini hissettirmektedir. Rahmetlinin tarihi çok iyi bilmesi, kendisinde “tarih şuurunun” uyanmasına vesile olmuş ve bu “şuuru” hayatı boyunca benliğinde muhafaza ederek, nesillere aktarmasını bilmiştir.

Rahmetli, akıllı ve bilgili bir insandı. Bu vasıflarını milletinin ve devletinin bekası yolunda "gece uyumadan, gündüz oturmadan" kullanmış, yerine göre öğütler vererek, eserler yazarak ülke üzerinde oynanan oyunları gözler önüne sermiştir.

A.Türkeş "cesaretli" bir şahsiyet idi de. Bu vasfını teyid eden iki önemli husus şudur. Birincisi 1944 yılında devrin Tek Parti yönetimine karşı verdiği “Turancılık” davasıdır. İkincisi ise, 1968 olaylarından sonra, güya devlet adamı geçinen ve evinden çıkmaya cesaret edemeyen insanların aksine, devletini böldürtmemek ve bayrağımızı indirtmemek için yaptığı olağanüstü mücadeledir.

Rahmetli “doğruluktan ayrılmayan” dürüst bir insandı. Yusuf Has Hâcib’in belirttiği gibi “insanlık doğruluğun adıdır. İnsan nâdir değil, insanlık nâdirdir, insan az değil, doğruluk azdır” düsturuna gönülden inanarak hareket eden müstesna bir şahsiyet idi.

Başbuğ aynı zamanda "Fazilet" sahibi idi. Bu meyanda “yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve hayâ sahibi” olarak temayüz etmişti.

Türkeş "sözünde duran" ve “verdiği sözden de dönmeyen” bir yapıya da sahipti.

Rahmetli’nin “elinin açık olduğu” da bilinmektedir. Bu dünyada “hasise söğüldüğünü, cömertin ise övüldüğünü” bilmekte idi.

A.Türkeş devlet adamlığı vasıfları arasında olması gereken iki önemli vasfa da sahipti. Biri “ihtiyatlı” diğeri de “uyanık” olma hususu. Bu bakımlardan devlet adamlarının “ansızın bir iftiraya” uğramaması için “ihtiyatlı ve uyanık” olması gerektiğini hiç aklından çıkarmamış idi.

Rahmetli “sabırlı, merhametli, şefkatli, tatlı dilli, gönlü temiz, anlayışlı, tok gözlü” idi. Bunun yanında "yalandan" hiç hoşlanmazdı. Ayrıca “mağrur ve kibirli” olduğu da görülmemiştir.

Rahmetli A.Türkeş’in en büyük vasıflarının başında "takvâ" sahibi olması gelmektedir. Gerçekten “Allah korkusu” ile ömrünü tamamlamış idi. Takvâ sahibi olma meziyetini hiç aklından çıkarmadığı için de “nefsine hakim olabilmiş, harama el uzatmamış, kumar oynamamış, fesattan uzak durmuş, kin gütmemiş, varlığının fani olduğunu unutmamış” ve en mühimi de "Allah’a kulluk etme" şuuru ile hareket ederek “ibadet” etme vazifesini de ihmâl etmemiştir.

A.Türkeş’in “iktidara geldiği” takdirde yapmak istediği hususları yani "vazifelerini" şöyle özetlemek mümkündür:

Unutulmamalıdır ki, rahmetlinin hayâlini süsleyen en önemli husus Türk devletini yeniden eski ihtişamına kavuşturmak idi. Dünyaya hükmetmiş ve yön vermiş bir milletin nesli olarak bu duyguyu yüreğinde hissetmek en tabii hakkı olsa gerek. Bunun içindir ki, bugünkü dünyada mevcut devletler camiasındaki mevkiimizi hiç bir zaman hazm edememişti. Peygamber Efendimizin (S.A.V.) övdüğü Türk milletinin bir ferdi olarak "vazifeleri" arasında “yalnız Türk ülkesinde değil, dünya çapında, barış ve sükunu sağlamak ve gerçekleştirmek emelinde idi.

İşte bunun içindir ki, "gece-gündüz" demeden hizmet ederek, "memleketi yeniden tanzim ve idare etmek, halkı yeniden düzene sokmak, iyi kanunlar yaparak adaletle hükmetmek, halkı çıplak ise giydirmek, aç ise doyurmak, mal dağıtmak, kuldan fakir adını kaldırmak, devlet idaresine sadık, seçkin idare adamlarına görev vermek, âlimleri himâye etmek" düşüncesinde idi.

Rahmetli A.Türkeş’in hayâlini kurduğu en önemli düşün-celerinden biri de, “dünyada dağınık halde bulunan” Türkler’i, bugünkü coğrafyaya ilâveten Türkistan sahasında da yaşayan bütün Türkler’i bir araya getirerek her Türk’ün özlemini duyduğu “Türkeli Hakanlığı”nı yeniden tesis etmek idi.

Bütün bunları düşünen ve yerine getirilmesi için hayatı boyunca örnek bir mücadele sergilemiş, gerçekten Türk Milliyetçiliği davasının gönül erliğini yapmış ikinci bir A.Türkeş’i bugün yaşayan nesiller görecek midir? Asıl üzerinde düşünülmesi gereken nokta budur.

Allah’ın rahmeti üzerinden hiç eksik olmasın.

 

 

ALPARSLAN TÜRKEŞ’TE TARİH ŞUURU

Nuri Gürgür*

Yeni bir yüzyılın kapılarında bulunuyoruz. Bu dönemde Türk Dünyasında bir zamanlar tahayyülü bile çokları tarafından imkansız görülen gelişmeler meydana geldi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bayrağının yanı başında altı bağımsız Türk Cumhuriyeti’nin daha bayrakları yer alıyor. Bunların sayılarının yakın gelecekte artacağından kimsenin şüphesi yok. Büyük Türk Kültür Coğrafyasında, irtibatları uzun yıllar boyunca kesik kalan toplulukların aralarındaki barajların hepsi yıkıldı. Şimdi dileyen ve maddi şartları elverişli olan herkes yedi Türk Cumhuriyeti’ni birden gün bitiminden evvel dolaşabilir. İstanbul, Ankara ile Bişkek, Bakü, Almatı,Taşkent arasında her gün sayısız insan gidip geliyor, gelinler, damatlar dünya evine giriyorlar; iş adamları, bürok-ratlar, sanatçılar ve eğitimciler gittikçe artan bir yoğunlukla dolaşıyorlar.

Türk Dünyasındaki bu cıvıl cıvıl hareketliliğin bir diğer yüzü, milletimizin tarihi kıblesine uygun bir iman hamlesinin başlatılmış olmasıdır. Binlerce öğrenci Türk Dünyasının her tarafından tahsil yapmak üzere Türkiye’ye geldiler. Buralarda faaliyet gösteren yüzlerce okul ve görevli öğretmenler var. Tarih ve edebiyat başta olmak üzere kültürel irtibatlar gittikçe hız kazanıyor. Entelektüel yapının zihniyet ve telakkisinin değişmesi müşterek milli kültür potasının teessesünü hazırlayacak yeni bir medeniyet hamlesine vücut verecektir. Halihazırda yaşanılan günlük problemler, kamu oyunu işgal eden aktüel meseleler bu büyük oluşumun mevcudiyetini ve istikbale ait müjdeleri gölgeleyemez. Şimdiki nesiller tam manasıyla, idrak etseler de etmeseler de yüzyıllar boyunca çok ender yaşanılan bir milli intifanın müşahidi sayılabilirler.

Milletimizin bu safhalara ulaşması kolay olmadı. Bütün Türk Dünyası ile birlikte Türkiye Türkleri de çileli dönemlerden geçti. Herşeyden evvel çeşitli dinlerin, dillerin, kültürlerin ve etnik toplulukların bir arada yaşadıkları Osmanlı Devleti’nin milli Devlete dönüşümü sosyal ve siyasi alanlarda büyük gayretlerle, meşakkatlerle başarılan bir hadisedir. Önce gayri müslim, son safhalarda da müslüman unsurların bağımsızlık kararlarıyla Osmanlı Devleti bünyesinden kopmaları Türk unsurunu varlığını koruma mecburiyetiyle baş başa bıraktı. Böylece yüzyılın başlarında önceleri edebi ve tarihi bir yöneliş olarak ortaya çıkan Türk milliyetçiliği fikri, kısa zamanda siyasi ve sosyal yapının tanzimini hazırlayan dinamik bir faktör olarak politikanın ana mehveri oldu. Milli mücadelenin zaferle sonuçlandırılmasını takiben yeni Devletin milli ilkeler çerçevesinde kurulmasını tanzim eden Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşlerinin kaynağı kesinlikle Türk milliyetçiliğidir, Türkçülüktür. Kurulan devletin adı; Gök Türklerden bu yana ilk defa "Türk" adıyla anılmış "Türkiye Cumhuriyeti Devleti" denilmiştir. Devleti kuran ulusun adı "Türk Milleti" dili "Türkçe" olarak belirtilmiştir.

Cumhuriyetin ilk döneminde hakim olan milli ruh ve heye-canlarda, uzun ve yıpratıcı savaşlardan, büyük mağlubiyetlerden ve geri çekilmelerden meydana gelen yılgın toplum psikolojisinin yerine, kendine güvenen, başarı azim ve inancına sahip genç kitlelerin yetişmesine büyük çaba gösterilmiştir. Milletleşmek ve çağdaşlaşma bu politikaların iki temel unsurunu teşkil etmiştir. Ancak uygulamalarda meydana gelen çelişkiler insan unsurundaki temel eksiklikler, pozitivist görüşlerin yer yer etkili oluşları gibi saikler, Devletin kurulmasındaki temel felsefenin gerekli kıldığı etkilerin tam olarak sağlanmasını önlemiş, ana hedeflere bir türlü ulaşılamaması sonucunu doğurmuştur.

1938-1950 yılları arasında ise, Devletin kuruluş ilkelerinden büyük sapmaların meydana geldiği, "millilik" yerine “hummanızm” in hakim olduğu, tarihi köklerimizi artık eski Ege medeniyetlerinde arayan, insanımıza “iyonları” yahut “lidya’ları” menşe arayan bir zihniyetin etkili görüldüğü dönem yaşanmıştır. Bu dönemde devletin kuruluş felsefesini teşkil eden “Türk Milliyetçiliği” görüşü, resmi cenahlarda mahzurlu telakki edilmiş, bunu savunan Türk aydınları “ırkçı-turancı” sıfatıyla suçlanarak ezilmek, sindirilmek istenilmişlerdir. Devletin kültür ve eğitim politikalarında çok somut şekilde müşahade edilen bu “humanist” ve “kadim Yunan’cı” zihniyetin fikri ve siyasi alandaki en tipik örneği 1944 yılında bir grup milliyetçi aydının tutuklanmalarıyla ortaya çıkan uygulamalardır. Biraz da dönemin dış politika konjöktürü, yani 2. Cihan savaşı sonlarında “Kızıl Ordu”nun Doğu Avrupa’yı istila etmesinin yönetimde meydana getirdiği panik havası, daha sonraki yıllarda Türk Milliyetçilerini hasım güçler tarafından ezme ve sindirme gerekçesi yapılan “ırkçılık-Turancı”lık isnadlarını ideolojik bir saldırı tarzında ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu davalarda savcılığın hazırladığı iddianamelerle, aradan 36 yıl geçtikten sonra 1980 yılında Mamak’ta askeri savcının okuduğu iddianame arasında zihniyet ve üslup paralelliği calıb-i dikkat bir husustur.

1944 davasında sanıklar arasında yer alan Ütgm. Alparslan Türkeş’in 1980 yılında MHP davasının birinci sanığı olarak yargılan-ması, Türk Milliyetçiliği fikrine karşı husumetini yıllar boyunca hiç eksiltmeden sürdüren bir zihniyetin tavır ve davranışı açısından önemlidir.

Genç bir subay olarak Alparslan Türkeş’in bu davada yargılanmış olması O’nun fikir ve görüşlerinin çok genç yaşlarda teşekkül ettiğinin açık göstergesidir. Bu davaların mihverini sanıkların Türk milletine duydukları büyük sevgi başta komünizm olmak üzere milli tehlikelere karşı mücadele azimleri, milletimizin sadece Cumhuriyet hudutlarıyla sınırlı olmayan geniş bir Türklük coğrafyasında yaygın bulunduğu görüşleri, kısacası Türk milliyetçiliği fikir ve felsefesi teşkil etmiştir. Türkeş ve arkadaşları, milletimizi sevmenin, O’nun Anadolu ile sınırlandırılamayacağını söylemenin karşılığı olarak resmi ağızlardan “ırkçı ve Turancı” olarak ilan edilmiştir.

Alparslan Türkeş’in böylece genç yaşlarda teşekkül ettiğini gördüğümüz fikri ve zihni yapısının temelinde çok güçlü bir “tarih şuuru”nun varolduğunu görüyoruz. Tarih şuuru zihni formasyonların teşekkülünü hazırlayan temel faktördür. Çünkü bu, tarih ve kültüre ait ciddi ve metodlu bir mesaiyle okumak, temel kaynakları araştırmak, incelemek anlamına gelir. Tarihi sadece olaylar silsilesi şeklinde okuyan ve olaylar arasında şuurlu müşahadeler, kıyaslamalar yapamayan, tarihi olayları etki ve tepkileriyle irtibatlandıramayan bir kimsenin, tarihi malumatı olsa bile, tarih şuuruna sahip olduğunu söyleyemeyiz. Tarih şuuru genel bilgilerle birlikte kültürün her alanına ait tesbit ve teşhisleri de sağlar. Böylece “Milli Şuur” dediğiniz millete izafe edilebilen bütün temel unsurlara karşı sevgi, saygı ve bağlılığın, bunları geliştirme, yükseltme amacına ilişkin gayretlerin genel ifadesi demek olan "Milliyetçilik" kavramının nazım unsuru “tarih şuuru”dur. Tarih şuuru milletin geçmişiyle geleceği arasındaki köprüdür; milletin geçmişinin geleceği bağlanması suretiyle milletin hayatiyetini ve devamlılığını sağlar.

1944 yılında genç bir Türk Subayı olarak yargılanan Alparslan Türkeş, bu davanın sonunda beraat etti. Ancak kendisinin ve arkadaşlarının maruz kaldığı muameleler, muhatap olduğu gayri milli, suçlamalar milletine karşı duyduğu büyük sevginin daha da alevlenmesine, hasım güçlerin tuzak ve tertiplerine karşı daha çok çalışmanın zaruretine inanmasına yol açtı. Bir taraftan askerlik görevini ifa ederken milliyetçi muhitlerle ve dostlarıyla yakından ilgilendi. Mesleği icabı müstear yazmak zorundaydı.

Bu dönemde Türk Milliyetçiliği tarihinin unutulmaz dergisi "Orkun" Atsız ve arkadaşları yeniden neşre başlamıştır. Derginin bazı sayılarında “Kazganoğlu” imzasıyla yazan Alparslan Türkeş’in bu yazılarında fikri şahsiyetinin güçlü yanını oluşturan tarih şuurunu çok net şekilde müşahade edebiliriz. Bunlar aynı zamanda bir süre sonra O’nun siyasi çalışmalarında açıklanan görüş ve düşüncelerin de çerçevesini çizerler.

Orkun Dergisi’nin 10 Kasım 1950 tarihli sayısında Kazganoğlu (Alparslan Türkeş) şöyle diyor: Türkler ancak gösterdikleri sonsuz müsamahalardan ve lütuflardan sonra gördükleri sistemli düşmanlık ve hıyanetlere karşı bir reaksiyon göstermek zorunda kalmışlardır. Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği Yunan, Bulgar, Sırp, Ermeni, Arnavut, Arap ve diğer unsurların milliyetçilik ve ayrılık duygularının tesiri altında bir nefis koruması gayesi ile meydana girmiş ve hiçbir zaman haksız ve tecavüzkar olmamıştır.

Türkçülük Türk Milletinin ilim, sanat, ziraat, iktisat, kültür ve diğer her alanda milli gelenek ve milli bünyeye uygun bir şekilde kalkındırılması içte ve dışta her çeşit saldırganlıklara karşı korunarak hür ve müstakil olarak yaşatılmasını hedef tutan bir ülküdür.

Türk Birliği ülküsü yeryüzündeki bütün Türklerin bir millet ve bir devlet halinde bir bayrak altında toplanması ülküsüdür.

Biz Türk Birliği ülküsünü yine şanlı bir bayrak gibi göklere yükselterek taşıyacağız”.

Alparslan Türkeş, her Türk Milliyetçisinin tarihimizi öğrenmesi zaruretinin yanısıra ülkemiz coğrafyasını da bilmesi ve tanıması ihtiyacına inanıyordu. Orkun Dergisinde bu amaçla ve Türkeş’in teşvikleriyle mahalli özellikleri anlatan ve bölgeleri tanıtan sistemli bir yazı serisi başlatılmıştı. Türkeş’in yurdumuzla ilgili tarih ve coğrafya malumatı fevkalede zengindi. Arkadaşlarıyla yaptığı seyahatler esnasında geçilen her güzergah, bulunan her yer hakkında başkalarının çoğunlukla bilmedikleri, ilk defa işittikleri bilgileri çok rahat ve tabii şekilde anlattığını pek çok kimseden dinlemişizdir.

Orkun Dergisi’nin 17 Kasım 1950 tarihi sayısında gene Kazganoğlu adıyla yazdığı insanımızı büyük milli hamleye çağırmaktadır: “Türk tarihi okuyarak l8. yüzyıldan 20. yüzyıla doğru yaklaştıkça gönlünü büyük bir yas ve sızı kaplar ruhumu teskin edilmez bir kızgınlık ve hareket ihtiyacı sarar.

Her gün saldıran düşmanlar önünde gerilen ordular.. Her gün devrilen kale burçları üzerinde yere devrilen bayraklar... Bırakılan ülkeler... Ve iki yüzyıldan beri durmadan devam eden göçler. Açlıktan, soğuktan, bakımsızlıktan perişan olup giden göçmenler. Her bozgundan sonra bir müddet yas ve onun uyandırdığı tesirle bazı hareketler. Fakat çok geçmeden yine derin bir uyku ve vurdumduymazlık.

Devri dönüyor ve nihayet 20. yüzyıla giriliyor. Batıda müthiş bir hareket ve yarış var. Bizde yine durgunluk.

... Kurtuluş yıllarından sonra tekrar bir milli heyecan ve kalkınma hareketleri. Bir müddet sonra tekrar eski durgunluk, unutkanlık ve uyku...

... Davran ey Türk oğlu! Davran artık; elde ne harcanacak Rumeli ve Macar ülkeleri, ne Suriye ve Irak, ne Filistin ve Mısır, ne Tunus, Cezayir, ne de Kırım ve Kafkasya kaldı.

Elde kalan son vatan parçasıdır! Son Vatan parçası...

Bir bozkurt gibi davran, gayrete gel. Çalışmaya koyul. Eski günler yeniden doğsun. Zafer ve şan bayrakları ufuklara doğru yeniden açılsın.

Herşeyin üstünde büyük Türkiye... Bizim bahtiyar Türkiye-miz yükselsin."

Daha sonraki yıllarda Alparslan Türkeş’in yazı faaliyetlerine ara vermek zorunda kaldığını görürüz. Yoğun kıta mesaileri, yurt dışı görevler ve kurslar yazacak zaman bırakmıyordu. Ancak ülkenin yönetimiyle ilgili düşünme ve tesbitlerini aksamadan devam ettiği 27 Mayıs 1960’tan sonraki Milli Birlik Komitesi üyeliği döneminde açıkça görülür. Fiili Başbakanlık demek olan Başbakanlık Müsteşarlığı görevini hiç yadırgamadan ifa etmiş, komitedeki arkadaşlarının pek çoğunun hayretini mucip yeni ve orjinal teklifleriyle yönetimin nazımı haline gelmiştir. Ancak iktidardan uzak kalmanın korku ve paniği içindeki CHP’nin, bazı komite üyeleriyle birlikte hazırladıkları tertip sonucu 13 Kasım 1960 tarihinde vuku bulan darbeyle yurt dışına çıkartılınca bu projelerin gelişmesine imkan bırakılmadı.

Hindistan’da sürgünde bulunduğu dönemde o sıralarda Gökhan Evliyaoğlu ve Hami Tezkan’ın çıkarmakta oldukları Yeni İstanbul Gazetesi adına kendisiyle röportaj yapmak üzere Yeni Delhi’ye gönderilen Kamil Turan’a anlattığı ülke yönetimine ait teklif ve tasaralırı büyük yankılar uyandırmıştı. Çünkü Türkeş, örneklerine sıkça rastla-dığımız bazı siyasetçilerimiz gibi, yönetim sorumluluğuna sahip olduktan sonra bu konuları düşünce gündemine alanlardan değildi. Nitekim 1963 yılında Türkiye’ye döndükten sonra CMKP Genel Başkanı sıfatıyla 1965 yılında başladığı yeni siyasi döneminde Partisinin görüşlerini sadece bir siyaset adamı sıfatıyla değil, fikir ve düşünce adamı da olarak ortaya koyabildiği için Türk Milliyetçiliğinin büyük bir hamle yapmasına imkan hazırlamıştır.

Alparslan Türkeş’in önce CKMP, kısa bir süre sonra MHP adına yürüttüğü siyasi mücadelenin fikir omurgası Türk Milliyetçiliğidir. Bu tarihlere kadar muayyen Derneklerin çatısı altında, sınırlı entelektüel çevrelerde ifadesini bulan Türk Milliyetçiliği fikriyatı, Türkeş’in siyasi hayata girmesiyle birlikte kitleselleşmek, sosyal tabakalara açılmak ve genişlemek imkanını buldu. Türkeş’in fikir ve kültür yapısı çok sağlam tesbitlere dayalı olduğundan partinin siyasi retorigi oportünist siyasi felsefelerin dışında, geleneksel siyasi yapıya “aykırı” bir ses şeklinde tezahür etmiştir. Böylece Türk Milliyetçiliğinin lokalize bir faaliyet olmaktan çıkması, özellikle çeşitli ideolojik tuzaklar karşısında arayış içerisinde bulunan genç kitlelerin milli şuur ve düşünce zemininde buluşmasına imkan hazırlanmıştır.

MHP’nin 1920 12 Eylül’üne kadar süren siyasi hayatında tenkit edebilecek yanlar bulunabilir; siyasi görüş ve tekliflerine itirazlar yapılabilir. Ancak bu hareketin zihni yapısına, felsefesine vücut veren temel esaslar üzerinde, yahut milli varlığımız için tehdit ve tehlike olarak nitelendirdiği hasım kuvvetler hakkında yanılmış olduğunu söylemek asla mümkün değildir. En azından meseleleri milli şuur ve vicdan açısından mütalaa edenler için bu hüküm geçerlidir.

“Toprak bütünlüğümüzü, devletimizin ve milletimizin bölünmezliğini hedef almış olan hainane faaliyetlere karşı Türk milleti olarak ayağa kalkmalıyız, Türk gençliği için milli vazifenin ilk şartı olarak milliyetçilik ve Türkçülük gelmektedir. Gençlerimizi yeni büyük bir savaş beklemektedir. Bozgunculuğa, tembelliğe, ahlaksızlığa, cehalete, yalancılığa karşı büyük bir savaş... Türklüğü inkar eden, Türk milletinin birliğine ve bütünlüğüne karşı çıkan komünizme, bölgeciliğe, mezhepçiliğe ve diğer her çeşit bölücülüğe karşı amansız bir savaş...

İşte bunun için Milliyetçi Hareketi başlattık (Temel Meseleler s.30).

"Milliyetçilik Türk milletini, Türk vatanını, Türk Devletini sevmek bunların iyiliği için ve yükseltilmesi için köklü bir ihtiras ve şuur sahibi olmak demektir”(Temel Meseleler Sayfa. 32).

Alparslan Türkeş’in tam ve kamil manada tarihi şuuruna sahip bir Türk Milliyetçisi olarak siyasi hayatımıza getirdiği yeni ve farklı üslup, sadece siyasi muhalifleri için değil milliyetçiliğe fikri ve ideolojik saiklerle hasım olan çevreler nezdinde de büyük tepkiler gördü. Özellikle MHP’nin siyasi alanda güçlenmesi bu husumetin çok daha artmasına yol açtı. Böylece 12 Eylül 1980 yılında askeri müdahale yapıldığı dönemde, ancak Alparslan Türkeş’i bertaraf etmek suretiyle ideolojik amaçlarına ulaşabileceklerine inanan çeşitli komünist ve bölücü fraksiyonlardan meydana gelen bir cephe oluşmuştu.. Bunlar başta Alparslan Türkeş olmak üzere MHP yöneticilerinin, yüzlerce Türk Milliyetçisinin tutuklanmalarını büyük bir sevinçle alkışladılar. Hazırlanan iddianamenin bakış açısının doğrudan doğruya milliyetçi düşünceye karşı girişilen ve kin ve husumetten kaynaklanan görüşlerden mülhem olması tarihimizin en acı safhalarından birini teşkil eder. Bunu Alparslan Türkeş 14 Ekim 1981 tarihli duruşmada iddianameye karşı mahkeme huzurunda verdiği ifadede şöyle belirtmiştir: “Bu iddianame baştan aşağı yalan ve iftiradan ibarettir. Benim bütün hayatım, demeçlerim, konuşmalarım, icraatım bu iddialara baştan aşağı redden ibarettir.

... Türk Milliyetçiliğini suçlama gayretkeşliğinin ciddiyetsiz belgesi olan bu iddianame, taleplerinin ağırlığı konusunda çok hafif kalmakta, ideolojik taassup içinde hazırlandığını ortaya koymaktadır. Türk milliyetçiliğinin “faşizm” olarak nitelenmesi çok üzüntü verici... Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleceği bakımın-dan çok zararlıdır. Devlet ve Millet adına görev ifade eden bir makamda bulunan kişilerin milliyetçilik fikrini suçlamaları, milli birliği sabote edilmek istenen bu ülkenin geleceğinde tahripkar neticeler doğuracaktır. Bundan sonra Türkiye’yi bölmek isteyenler, Cumhuriyet Türkiye’sinin temellerinden birisi olan Türk Milliyet-çiliğini suçlamak için bu iddianameyi bir vesile imiş gibi kullana-caklardır.

 

BAŞBUĞ VE GENÇLİK

Atilla KAYA*

GENÇLİK

Gençlik bir milletin geleceği demektir. Gençliğe gereken önemi vermeyen, gençliğini iyi yetiştiremeyen milletlerin gelecekleri karanlıktır. Gençliğin sosyal alanda iki önemli fonksiyonu vardır. Bunlardan biri, geleceğin nesilleri olarak nasıl yetiştirilecekleri, diğeri ise sosyal ve siyasal taleplerde mevcut gençliğin nasıl bir rol oynayacağıdır. Bu fonksiyonlardan ilki devletin eğitim sistemiyle yakından alakalıdır. Diğeri ise sosyal ve siyasal hareketlerin gençlik potansiyelini nasıl değerlendirecekleri ile ilgilidir. Bu durum gençlik ve siyaset bağlamında değerlendirilmelidir. Bütün dünyada toplumsal modernleşme gayesi güden kitlevi hareketlerin temel sosyal dinamiği genç nüfusa dayanır. Bunun temel nedeni ise, genç nüfusun niteliklerinden kaynaklanır. Genç insanın belli sosyo-psikolojik özellikleri vardır. Gençlik statükocu değil; değişimci, pragmatist değil; idealist ve en önemlisi de tutucu değil; yenilikçi değerlere ilgi duyar. Bu özelliklerle genç yaşın getirdiği heyecan mücadele azmi birleşince ve bunu da iyi değerlendiren bir siyasi hareketin başarısı kaçınılmaz olur. Dünyadaki bütün değişimci hareketler gençlerden aldıkları güç nispetinde başarılı olabilmişlerdir. Gençlerin bu samimi ve idealist nitelikleri dünyayı kana bulayan emperyalist ve materyalist ideolojiler tarafından da kullanılmıştır. Marksist ideolojinin sosyal yansımaları olan değişik devrimci hareketlerin potansiyel hedef kitlesi her zaman gençlik olmuştur. Rusya’da gerçekleşen kızıl ekim devriminin lokomotif gücü anarşist kitlesiydi. Yine Çin’de Mao devriminin mimarı gençlerdi. Hitler Almanya’sında milliyetçi fikirleri en hararetle savunanlar yine gençlerdi. Orta ve Güney Amerika devrimci gerilla hareketlerinin insan unsurunu yine gençler oluşturmuştur. Dünyada ve Türkiye’de efsaneleştirilen ünlü 68 kuşağı sosyal ve siyasi eylemleri yine gençlerin başrolünü oynadığı hareketler olmuştur. Bu saydığmız olaylardan da anlaşılacağı üzere gençliğin dinamik, idealist ve devrimci duyguları çoğu zaman materyalist felsefeler tarafından sömürülerek, küresel olarak büyük acıların yaşanması ile sonuçlanan olaylarda kullanılmıştır.

Ülkücü gençliğin efsanevi lideri Başbuğ Türkeş’e göre gençlik birkaç açıdan ele alınmalıdır. Bunlar; eğitim açısından, kültür açısından beden ve ruh terbiyesi açısından ve en önemlisi siyaset açısından. Siyaset diğer faktörlerin hepsini de kapsadığı için bunun üzerinde durulmalıdır. Siyasi anlamda Gençlik derken bütün Türk gençliğini kastetsek de gerçekte, ancak etkili olabilen, şuurlu ve örgütlü gençliği göz önüne almak gerekmektedir. Özellikle geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde gençlik siyasete büyük ilgi duyar. Ancak gençliğin bu ilgisi ülkeyi yöneten elitin hiç de hoşuna gitmez.

“Özellikle geri toplumlarda gençliğin siyaset ile uğraşması gerekip gerekmediği konusu tartışmalıdır. Fakat hemen işaret etmeliyiz ki, gençlik eri bir halkın seçilmemiş temsilcisidir. Bu da demektir ki, seçilmiş temsilciler olan milletvekilleri halk hizmetinde beceriksizliğe, yolsuzluğa, hatta kötülüğe saptılar mı halkın çıkarlarını korumak görevi gençliğe düşer. Bu yüzdendir ki, gençlikle arası iyi olmayan siyasi partilerin halk hizmetinden çok kendi çıkarlarının peşinde olduğu sonucu çıkarılır. Vurgunculuğa niyetli olan yöneticilerin gençliğin çıkışlarından, halkı uyarmak için giriştiği çabalardan hoşlanmayacağı şüphesizdir.”

Bazı siyasi hareketler ve partiler de gençliği popülist anlayışlarla kendi yanlarına çekerek sadece bir propaganda aracı olarak kullanmaktadır. Bu anlayışa sahip politikacıların istedikleri genç tipi, hiçbir ideolojik ve fikri donanıma sahip olmadan sadece kendilerine çeşitli çıkar ilişkileriyle bağlı lümpen bir gençlik tipidir. Ne yazık ki ülkemizdeki birçok parti bu zihniyete sahiptir.

“Yarının yurt yöneticilerini yetiştirmek vatana ve millete yapılan iyiliklerin en büyüğüdür. Toplantı, konferans ve mitinglerde kendilerini alkışlatmak, muhaliflerini de yuhalatmak için etrafına genç toplamaya çalışanlar, gençliği çığırtkan veya satın alınmış propagandist olarak kullanan çarpık kanaatli kimseler vardır. Ve ne acıdır ki, bugüne kadar gençliğin gördüğü muamele bu olmuştur. Kendi gideceği yolu görmeyen körler başkalarına nasıl yol gösterebilirler ki? Kör köre yol gösterir ise ikisi de çukura düşer. Gerçekten bugün gençlik bu durumdadır. Basiretsiz yöneticiler kendileri gibi, bu arada gençliği de çukura düşürmüşlerdir. Mesele, şimdi gençliği kurtarmada, ona gideceği gerçek yolu, Türk ülküsü yolunu göstermektedir. Gençlik Amerikan uşaklığının da, Rus uşaklığnın da aynı kapıya çıkacağını bilmelidir. Türk ülküsü dışında ne olursa olsun hizmet etmek köleliktir.”

Başbuğa göre gençlik; hür düşüncenin ve beşer aklının varlığında yeni bir davranış ve gelişecek toplum yapısının temel güç, enerji ve ümit kaynağıdır. Gençlik, siyasi hedefleri tahakkuk ettirici, yükseltici, ilerleticidir.

Biz Türkiye’de, ruh ve beden sağlığı, fikri hür, vicdanı ezilmeyen ve ezmeye hevesli olmayan yüksek bir iradeye sahip, devletin ve milletin geleceğinin sorumluluğunu taşımaya hazırlanan nefsine güvenen bir gençlik istiyoruz. Bu ruh ve şuurla yoğrulacak Türk gençliğini sosyal, kültürel, iktisadi kalkınma davamızın çözümcüleri, milli varlığı olarak kabul ediyoruz. Gençliği geleceğin kuvveti ve müreffeh Türkiye’sinin ana yapısını teşkil eden bir unsur ve yüksek idarecileri olarak görüyoruz.

İşte Başbuğ Türkeş bu ilkeleri ve görüşleri paralelinde milyonun üzerinde genç yetiştirerek memleketin hizmetine sunmuştur. Onun bu kutsal ilkeler doğrultusunda yetiştirdiği ya da yetişmesine vesile olduğu binlerce genç, bugün siyasetçi, üst ya da alt düzey bürokrat, iş adamı, gazeteci gibi değişik meslek ya da sosyal alanlarda ülkemize hizmet etmektedirler.

Dinimiz, soyumuz, tarihimiz, ahlakımız... Bunlar aynı zamanda manevi olduğu ölçüde, maddi, iktisadi ve askeri güçlerimizin de temel dinamikleridir. Bunları yok ederek, Türkiye’nin kalkınacağını, halkın refah seviyesinin yükseleceğine inanmak materyalist bir fanteziden ibarettir. Ahlaksız, imansız, sanatsız, tarihsiz bir çağdaşlık, bir kalkınma, bir sınai, askeri veya ilmi güç sağlamak mümkün değildir. İşte Başbuğ Türkeş, Ülkücü gençliği, milletin cevherini teşkil eden bu kutsal hazineler üzerine kurulmuştur. Onun için, ruhunu yeniden keşfettiği gençliği de, kendisine bağlamış ve inanmıştır.

KOMÜNİZM VE GENÇLİK

Ülkemizde de sol-bölücü örgütler her zaman gençliği hedef seçmiş ve devşirdikleri bir çok idealist genci silahlı propaganda uğruna heba etmişlerdir. Gençliğin başlangıçta var olan saf duygularının yerine materyalist tabuları enjekte ederek adeta beyinlerini yıkamışlardır. Dinin yerine materyalist ideolojiyi, bilimin yerine dogmatik kesin hükümleri, aklın ve mantığın yerine devrimci romantizmi koyan bir gençlik heba oluştur. Başbuğ Alparslan Türkeş bu heba olan gençliği şöyle ifade etmektedir:

“Son beş altı yıl içinde ülkemizde çok ciddi ve acıklı olaylar meydana geldi. Komünizme, bölgeciliğe ve bölücülüğe kaymış olan pek çok genç ve okumuş kovuşturmaya uğradı. Silahlı çeteler kurularak partizan savaşlarına girişildi. Memleketimizde misafir bulunan yaban-cılar taarruza uğradılar, kaçırıldılar katledildiler. Bunların bir kısmı, devlet kuvvetlerine karşı koydukları bir sırada yapılan çarpışma sonunda vurularak öldüler.

Gençlerin bir çokları tutuklandı. Bunların tuttukları yolun ne kadar yanlış olduğu ve memleketimiz için zararlı, yıkıcı bulunduğu bellidir. Fakat gençler, yanlış dahi olsa inandıkları bir ülkü uğruna, hayatları dahil her şeylerini feda etmekten çekinmeyecek davranışlar göstermişlerdir. Memleketimiz için bu durum ne büyük acıdır ve Türk milleti için ne büyük bir kayıptır.

Niçin Türk milletinin yüzlerce genci ve bir kısım okumuşları vatan için zararlı olan yıkıcı akımlarla ve hareketlerle sürüklenmişlerdir... Niçin memleketimizin bu talihsiz çocukları Türkiye’yi bölgelere göre parçalayarak ayrı ayrı küçük devletler haline sokmak ihanetine saplanmışlardır? Niçin üniversitelerimizde yıllarca okuyup yetişmiş olan bu insanlar, “Ben Türk değilim, Müslüman değlim, Türkiye diye bir varlık tanımıyorum!” şeklinde ifadeler vermişlerdir.

Yurdumuzun evlatları olan bu gençler üniversiteye gelmeden önce aile yuvalarında bulundukları zamanlarda, bu kötü ve yanlış fikirlere sapmış değillerdi. Hatta bir çokları gerçek anlamda vatansever ve milliyetçi idi. Bunların millet için kaybolmalarının sebebi memleketimizin bir çok yıllardan beri içine yuvarlandığı fikir ve inanç boşluğudur. İnsanlar inançla, ülküyle yaşarlar, mutlu olurlar ve yükselirler. İnançsız ve ülküsüz bir kimse kendisini boşlukta bulur ve sadece içgüdülerinin tesiri altındaki olaylar için sürüklenir, davranışları ve hayatı tesadüflere bağlı kalır.”3

Türk siyasi hayatında peşinden milyonlarca genç insanı koşturan, onlara milli ülkü, inanç ve yoğun bir milliyetçilik duygusu aşılayan tek lider Başbuğ Türkeş olmuştur. Başbuğ bu gençliğe Türklerin sembolü olan “Bozkurtlarım” diye hitap etmiştir. Ülkücü gençliğin efsanevi lideri olan Başbuğ Türkeş bir konuşmasında bozkurtlarına şöyle seslenmektedir:

“Genç Bozkurtlarım!

Biz Türk Mililyetçisiyiz. Türk milletinin varlığını korumak, yüceltmek ve ebediyete kadar devam ettirmek mücadelesini yapan insanlarız. Bu ana ilkemizdir. Türk için, “Türk’üm” diyen herkes için ana kanun budur. Her fikir her davranış buna uymaya, bunu gerçekleş-tirmeye mecburdur.

Arkadaşlar, Milliyetçi fikirleri, bütün Türk milletine, Türk gençlerine yayacaksınız. Size bir alev veriyorum, bununla herkese yolu göstereceksiniz. Elinizdeki bu meşale ile her şeyi değerlendireceksiniz. Bakacaksınız, herhangi bir hareket, söz, fikrimize, Türklüğe uygunsa onu alacaksınız, zarar veriyorsa onu sileceksiniz.”4

Ülkücü gençliğin efsanevi lideri, Başbuğu Alparslan Türkeş 1980 öncesi Ülkücü Gençliğin Türkiye’yi Sovyet peyki yapmak isteyen komünist işbirlikçilerle girdiği mücadeleyi her zaman desteklediğini ve şehit olan her ülkücü evladı için gözyaşı döktüğünü kendi sözlerinden anlamak mümkündür. O Ülkücü Gençliği Türk Milliyetçiliğinin yapıcı gücü “Bozkurtlar” olarak tabir etmiştir. O Ülkücü Gençliğin ateşten çember içinden geçtiği o günleri şöyle anlatmaktadır:

“Komünistlerin üniversiteyi ele geçirme planını bozan, memleketin daha büyük felaketlere sürüklenmesini önleyen, bozkurtlar olmuştur. Ölmüşler, iftiraya kurban gitmişler, ama eğilmemişlerdir. Üniversite komünist olmadıysa, bunda, Bozkurtların mücadelesinin rolü büyüktür. Bu uğurda çok şehit verilmiştir.

İmamoğlu şah damarından vuruldu, cebinden 35 kuruş çıktı. Doktorlar otopsi için karnını yardıklarında 36 saattir yemek yemediği anlaşılmıştır. Ondan sonra da komünistler ve destekleyicileri “efendim komandolar para yiyor” diye iftira kampanyasına girdiler”5

Başbuğ her zaman silahlı mücadele de dahil her türlü şiddet hareketine karşı mücadele etmiştir. Şiddetle ve illegal mücadele metotlarına kesinlikle müsaade etmemiş istenmeyen durumlar karşısında her zaman sükunet ve provakasyonlara karşı duyarlı olmayı tavsiye etmiştir. Başbuğ fikirlerin ve sosyal dinamiklerin şiddet yoluyla bastırılamayacağını her zaman ifade etmiştir. Zararlı akımları doğuran sosyo-ekonomik şartların ortadan kaldırılmasının en doğru ve gerçekçi yol olduğu görüşünü Başbuğun birçok eserinde ve konuşmalarında bulabiliriz. Ancak sosyo-ekonomik şartların iyileştirilmesi devlet politikalarıyla alakalı olduğu bir gerçektir. Bu nedenle bu şartların ortadan kalkmasını beklemek ve mücadeleden çekilmek vatanın selameti açısından mümkün değildir. Bu konuda Başbuğ Türkeş’in görüşü nettir:

“Hükümetler acz içine düştükleri dönemlerde sizi tahrik edebilirler, sizi dövmek isteyebilirler. Maksatları sizi de orduya karşı gibi göstermek, anarşist göstermektir. “Sola” karşı “Sağ” çıkarmak istiyorlar. Onun için siz onlarla kadronun yetiştirip üniversiteden mezun olmasını istemiyorlar. Onun için siz onlarla çatışmayınız. Bu demek değildir ki, mücadeleden çekiliyoruz. Hayır!... İlimle, ahlakla, çalışmakla mücadeleyi sürdüreceksiniz. Asıl olan da budur.

Komünizm bir fikirdir. Fikir kaba kuvvetle bastırılamaz. Bir fikir ancak kendisinden daha güçlü diğer bir fikirle yenilebilir. Onun için bugün sıkıyönetimin tedbirleri komünist-kürtçü tehlikeyi ortadan kaldıramaz. Çünkü onun karşısına daha güçlü bir milli ideoloji çıkarmak esasen görevi de değildir. İşte o çıkarılması gereken ideoloji Dokuz Işık’tır. Onun için, milliyetçi gençler olarak ideolojimizi çok iyi bilmelisiniz. Milliyetçi hareketin kuvveti buradadır. İlk defa milliyetçilik siyasi aksiyon oldu, milletin hayatına girdi. Maddi sıkıntılar çektik, fakat hala ilerliyoruz, her gün biraz daha büyüyoruz."6

Başbuğun Marksist felsefeye ve komünizme karşı bilinen sert tavrı bir önyargı ve düşmanlık neticesinde oluşmuş değildir. Yani bir felsefe ve fikir olarak komünizme düşmanlık söz konusu değildir. Ancak tabii ki Başbuğ Türkeş materyalist ve beynelmilel ütopyalar peşinde olan bu ideolojiye kesinlikle yakınlık duymamaktadır. Esas sert tavrının nedeni ise, bu ideolojinin Rus yayılmacı doktrininin elinde bir araç olmasıdır. Sovyet Rusya’sı Marksizm’i yayılmacı ve sömürgeci politikasının aracı haline getirerek, bütün Orta Asya ve Kafkasya Türk bölgelerini kolonileştirmiştir. Bir Türk milliyetçisi ve Turancısı olan Başbuğun esas düşmanlığı işte bu emperyalist zihniyetidir. Türkiye’deki bu komünist örgütlenmelerin hemen hepsi Sovyet yanlısı bir politika gütmüşler hatta Sovyet güçleriyle derin işbirliği içine girmişlerdir. Bunu gören Başbuğ Türkeş, Türk gençliğini milli ülküler ve inançlar konusunda bilinçlendirip komünizm tuzağından korumaya çalışmıştır.

ÜLKÜCÜ GENÇLİK-BAŞBUĞUN BOZKURTLARI

Başbuğ Alparslan Türkeş’in Türk milletine yaptığı en büyük hizmet, “Ülkücü Gençliktir”. Ülkücü gençliğin mimarı ve başöğretmeni Alparslan Türkeş’tir. Birkaç idealist aydınla başladığı siyasi mücade-lesinde her zaman gençliğe büyük önem vermiş ve neredeyse bütün performansını ülkücü bir nesil yetiştirmeye ayırmıştır. Bu neslin yetişmesindeki gerekliliği şöyle ifade etmektedir: Memleket ve milletlerin bugün ve yarını için umut kaynağı olan gençlik, aynı zamanda, bir devletin devamlılık konusundaki güvenidir. Önemi büyüktür, yücedir.

Üzülerek belirtmek gerekir ki, bugüne kadar ülkemizde gençlik konusu bir milli dava olarak ele alınmamış, gençliğe hizmet yolunda bir usul tespit edilmemiştir. Türk gençliği, Türk milletinin geleceğinin birlik ümidi ve kurtuluş kaynağıdır. Bu görüşle gençleri teşkilatlandırmak memleket kalkınmasında başarılı hizmetler yapmaları için hazırlamak ve yetiştirmek gereklidir.

Gençliğin ruh ve beden sağlığı büyük ölçüde ihmale uğramıştır. İyilik, doğruluk, güzellik, gerçek ülküsü ve ilmin meydana getirdiği sonuçlar sistemli bir şekilde gençliğe verilmemiş ve gençliğin temel eğitimi görüntüler ve tesadüflere dayandırılmıştır.7 Bu olumsuz tespitlere rağmen Başbuğ gençlikten ümitsiz değildir. Bu umudunu şöyle ifade etmektedir;

“Gençlik, yorgun ve yıpranmış yetişkinlerin baskı ve istismarına hedef kabul edilmiştir. Fakat bunlara rağmen eğitimi eksik ve kusurlu olmakla beraber, genç nesillerin formasyonu yaşlı nesillerden ileridir. Yarına güvenimiz de bundan doğmaktadır. Bunu mutluluk sayarız.”8

Türk gençliği Başbuğun bu umudunu ve iyimserliğini boşa çıkarmamış ve yüz binlerce genç Ülkü Ocaklarında teşkilatlanarak Başbuğun gösterdiği büyük ve kutlu hedefe doğru yürüyüşe geçmiştir.

"Memnuniyetle ifade edelim ki, vatanını savunan gençler, Türk milliyetçiliği ülküsüne bağlı oldukları için, ne emperyalizme alet olmuşlar, ne de Türklüğün son bağımsız, biricik devletine baş kaldırmış-lardır.

Milliyetçi Türk gençliğinin emperyalizmin öncüsü yabancı ideolojilere karşı, geçmiş yıllarda gösterdiği yüksek uyanıklık ve yaptığı feragatli mücadele her türlü takdirin üzerindedir. Onların fedakar çalışmaları sayesindedir ki, Türkiye uçurumun kenarından kurtarılmıştır. Türk milletine hizmet yolunda milliyetçi Türk gençliği, emperyalizmin uşakları olan komünist çeteciler tarafından haince suikastlere uğramış-lar ve şehitler vermişlerdir. Ömürlerinin baharında gözlerini dünyaya kapayan bu genç kahramanların aziz hatıralarını rahmetle anarak, kendilerine minnet ve şükranlarımızı sunarım.

Milliyetçi Türk gençlerini yakından tanımış olmanın vermiş olduğu bir güvenle söyleyebilirim ki, onlar milletimizin her çeşit güvenine ve teveccühüne layıktırlar. Onlardaki uyanıklığı, yüksek vazife duygu-sunu, yüksek ahlakı gördükçe, milletimizin yarınına derin bir inançla bakmaktayız.”9

Bir gül bahçesine girer gibi toprağın kara bağrına giren; Ruhi Kılıçkıran, Yusuf İmamoğlu, Dursun Önkuzu, Süleyman Özmen gibi komünist kurşunlarıyla şehit olan binlerce Bozkurt, Başbuğun sözünü ettiği o gençliktir işte.

Başbuğ sadece bir nesil yetiştirmedi. O, 1944’lerden başlayarak son nefesini verene kadar değişik kuşaklarda yüz binlerce genç yetiştirdi. O kuşaklar arası bir köprü vazifesi yaparak gençliği geçmişiyle ve yarınıyla barıştırdı. Türk gençliğinin, tarihiyle, soyuyla ve diniyle gurur duymasını kısaca gençlikte Türklük şuurunun canlanmasına neden olmuştur.

Başbuğun görmek istediği ülkücü genç profilini şöyle tasvir edebiliriz; bir bozkurt, bir ülkücü, her hareketi, davranışı, oturması, kalkması, konuşması ile Türk milliyetçiliğinin, Dokuz Işık’ın propagan-dacısıdır. Bir ülkücü genç, çağın değişen ve gelişen değerlerinden istifade etmeli ve kendini sürekli yenilemelidir. Başbuğ ilerleyen yaşına rağmen sürekli yeni gelişmeleri takip etmiş ve ülkücü gençliği, Bozkurtlarını bu gelişmelerden haberdar etmiştir. Henüz popüler hale gelmeden, birçok aydının bile kavrayamadığı “bilgi toplumu” kavramını Türkiye’de ilk kez Başbuğ gündeme getirmiştir. Ülkücü gençliğe yönelik yaptığı birçok konuşmada “bilgi toplumu” gerçeğini vurgulamış ve gençliğin bu yeni değerlere uygun bir şekilde teçhizatlanmasını istemiştir. Ülkücü Türk gençliği Başbuğunun işaret ettiği gibi çağın modern değerleriyle, geleneksel değerlerimizin sentezini yaparak Türk milliyetçiliği davasını en yüksek değerlere ulaştıracaklardır.

Birçok lider gelip geçmiştir. Fakat milyonların gönlünde, sevgi, ahlak, milliyetçilik aşkı bırakan, bunu nesillerden nesillere sürdürecek olan “Başbuğ” yalnız Alparslan Türkeş’tir. Rahmete kavuşan Alperen Başbuğumuzun, dipdiri ruhunun eseri, Ülkücü gençliktir. Mithat Cemal, Mehmet Akif’in mezarı başında söylenen İstiklal marşını kast ederek; “Kendi eseri ile toprağa gömülen ilk ölü” demiştir. Başbuğ da öyledir: Anıt mezarına konulurken, “kendi eliyle yetiştirdiği milyonlarca gencin duaları, tekbirleriyle defnedildi” denilecektir.

O Ülkücü Türk gençliği için örnek bir milliyetçi yol gösterici ve ideal adamıydı. Kısaca O Ülkücü Türk gençliğinin efsanevi lideri Başbuğ Alparslan Türkeş’tir. Onun Ülkücü gençliğe söylediği şu sözlerini hiçbir Ülkücü hatırından çıkarmamalıdır:

“Gençler, hepiniz birer Türk bayrağısınız. Bayrağı lekelemeyin, kirletmeyin, yere düşürmeyin!...”

 

 

 

"SANAT ÜLKÜLERİN KANADIDIR"

Ensar KILIÇ*

Bir toplum içinde yaşayan aynı devrin insanları aynı ruhu taşımıyorlarsa, orda millet diye bir varlık yoktur veya varsa bile tehlikededir. Kültür ve sanatın önemi milli birlik ruhunun yaratılmasında ve yaşatılmasında aynı devrin insanlarının aynı ruhu taşımaya mecbur etmesindendir. İnsanlardaki mizaç ve karakterin, millet bakımından karşılığı kültürdür. Kültür bir miletin karakteridir ve bu bakımdan da millidir. Nasıl bir insandaki karakter, onun bütün iç benliğinin bir tezahürü ise bunun gibi bir milletin kültür ve sanatı da bütün müesse-selerinin bir meyvesi ve ürünüdür. Bazen aynı devrin insanları aynı ruhu taşımaları bütün müesseselerinin milli kültür ve sanatı ile aynı ahengi taşıması ile mümkündür.

Türkiye'nin kalkınması herşeyden önce bir milli kültür ve sanatındaki uyanıklığa bağlıdır. Milli kültürün korunması ve yayılmasını ve yaratılmasını üzerine almış olan aydınların ve sanatçıların Türk toplumunu rüyasından uyandırmaları, ona öz benliğini hatırlatmaları çok kutsal bir hizmet ve görevdir. Türkiye'de yaşayan insanların, mutluluk-larının çözülmez bir birlik ruhu içinde birbirleriyle kaynaştırılıp yoğrulması, kültür ve sanatla gerçekleştirilebilir. Bunun için de kültür ve sanat yaratıcılarına düşen görev büyüktür. Sanatçılar, milli kültürü korumakla toplumsal orkestraya ahenk ve renk vererek müesseselerin aynı ruhu taşımalarına katkı sağlayacaklardır. Bu düşünce ve amaçlarını gerçekleştirmek için, güzel sanatları halk hizmetine yönlen-dirilmesi ve milli fikir hareketlerinin yaratılması gerekir.

Romanımızla, şiirimizle, mimarimizle, tiyatro ve sinemamızla tek bir ülküyü, Türk ülküsünü terennüm etmeliyiz. "Biz bize benzeriz" diye milli kültürün önemini belirten atalarımıza, layık olabilmek için başka-larına benzememek zorundayız. Taklitçiliği bırakmak zorundayız.

Türk halkı ve sanatçısı arasındaki fikir ve duygu ahenksizliği sosyal yaşantımızda telafisi güç yaralar açmıştır. Bu durumdan ve meydana getirdiği buhrandan kurtulmak için ciddi bir milli sanat eğitimi reformu gerektirmektedir.

Bu düşünceler büyük devlet ve dava adamı Sayın Alparslan TÜRKEŞ'in 1976 yılında yazarları ve sanatçıları kabulünde yaptığı konuşmalardan aklımda kalan bazı notlardır.

Bu düşüncelerini hayata geçirmek için TBMM'de, büyük mücadeleler vererek İstanbul Türk Musikisi Konservatuarı'nın kurul-masını, bölge tiyatroları kanununun çıkarılması, sanatçıların sosyal haklarını elde etmeleri için iki kanun çıkmasını sağlayan Sayın Türkeş "İyi yetişmiş bir sanatçı, ülkemizin tanıtılması için bir kaç üniversite kadar kıymetli olduğunu" vurgulamıştır.

1973 yılında yaptığı konuşmalarında tiyatro bir millet okulu olarak devletten yardım görecek, il tiyatroları, seyyar tiyatrolar, bölge tiyatroları süratle temin edilecek ve böylece kültür hizmetine girmesi sağlanacaktır… Sinema ve tiyatromuz millet hayatındaki gerçek değerini teknik, estetik ve fikir şahsiyetine ancak bu temel anlayış bağlılığı ile kavuşabilir. Bu bakımdan "Sanat millet içindir" düsturunu kabul eder. Kendi faaliyet alanı içinde ülkücülük, ahlâkçılık, eğiticilik, öğreticilik, dinlendiricilik, uyarıcılık, yol göstericilik, araştırıcılık ve birleştiricilik ilkelerini benimser.

Sinema ve tiyatromuz milli bünyemize uymayan bütün düşünce ve davranışlara kesin tavır takınmalıdır. Milletimizin maddi ve manevi kültürünü korumaya ve yapısını dengelemeye çalışmalıdır. Fikir ve ruh bakımından sağlıklı bir toplum amacına yönelmelidir. Devlet bu hususları gerçekleştirmek için güzel sanatların felsefesini estetik ve tekniğini, kadrosunu ve ekonomisini ve sanatçının sosyal haklarını korumak ve güçlendirmek, geliştirmek amacı ile gerekli maddi ve manevi imkanlarını hazırlamalıdır. Sanat ve sanatçıya yüce bir değer verilmelidir. Çünkü Türk kültürünün gelişip yayılmasnı sağlamak, gençliğin milli kültür değerlerimize sahip bir şekilde yetiştirme görevleri sanat ve sanatçıya düşmektedir. Bu düşünceleri savunan ve sorumluluklarını gösteren başka bir belgede 1979'da büyük devlet ve dava adamı Sayın Türkeş şöyle özetliyor: Devlet tiyatroları Anadolu'da teşkilatlandırılacaktır demiştik; bugün onbir ili içine alan "Bölge tiyatrolarını" çalışmalarımız sonucu kurduk. Yavruvatan Kıbrıs'ı da bu çalışmalar içine aldık. Vatandaşlarımızın yurt dışında toplu bulundukları ülkeler yeni hedeflerimizdendir. Tiyatro, opera, bale ve güzel sanatların tümü millet okulu olarak devletten yardım görecek demiştik. Bölge tiyatroları bu hizmeti götürecek okul niteliği hazırladığımız iç tüzükle teminat altına aldık. Güzel sanatlar ve Devlet Tiyatroları her yönüyle yeniden ele alınacak. Milli Türk Tiyatrosu telif eserleriyle, konserleriyle, sanatçısıyla, Türk milletinin hizmetinde olacaktır.

Tanzimattan beri milletimizin rızası ve hür iradesine aykırı olarak, milli benliğini kaybetmiş taklitçi bir avuç aydın ve sanatçının baskı ve emir vakileriyle yürütülmeye çalışılan "Güdümlü bir kültür ve sanat değişim programı"nın yozlaştırıcı ve yabancılaştırıcı tahribatı sonucu insanımız inançlarına ters düşen bir kültür ve sanat muhitine ve yaşam tarzına itilme tehlikesi ile karşı karşıya bırakılmıştır. Böylece kokuşmuş bir kültür ve sanat, bazı aydınlarımızın ve sanatçılarımızın ilim ışığı altında gerçekçi tenkitlerine rağmen çağdaş yaşam seviyesi olarak takdim edilmek istenmektedir. Bu kültür ve sanat sömürüsünün arkasından gelen siyasi ve ekonomik sömürünün de toplum hayatımızı sarstığı görülmektedir. Milli bünye, kendine ters gelen her çeşit yapılaşmaya devamlı tepki göstermekte ise de karar ve uygulama mevkiinde olanlar bu tepkiye aldırış etmemektedirler. Sanat ve kültür kuruluşlarımızın program ve politikalarındaki yanlışlar bu gidişe hız kazandırmış, toplumda sarılması güç yaralar açmıştır. Bugüne kadar sanat ve kültür faaliyetlerinin neticesi sonucunda Türk insanı fikirsiz, inançsız, milli ülkü ve hedeflerden yoksun bırakılmış, birçok gencimiz yabancı ideolojilerin ağına düşürülmüş, yozlaşmaya, yabancılaşmaya, sefalete, uyuşturucuya ve şiddete mahkum edilmiştir. Bugün kendine güvensizlik olarak ortaya çıkan bu şahsiyet zaafı giderek yabancı hayranlığına dönüşmüştür.

Kültür ve sanatın herbir unsuru tarihin içinden günümüze ulaşan yazılı ve yazısız hukuku ile gerek fert, gerekse toplum planında inanış, düşünüş ve davranış şekilleri, maddi ve manevi unsurları ile hususi bir yapı tezahür ettiren bir hayat tarzı demektir. Tarihten getirdiği kültür, estetik, sanat değerleri yozlaştırılan bir millete yürütülecek bir düşmanlık kolaylık kazanmış demektir. Aksine bu müşterek tarihi değerleri korumayı bilmiş, başarmış bir milletin ise bu düşmanlara karşı direnci çok daha güçlü olacaktır. Hiç şüphesiz milli kültür ve sanatımızın başka kültürlerle etkileşmesi sonucu birçok şey vermekte ve almaktadır. Farklı kültürler karşısında özellikle yeni yetişen nesillerin kültür şokuna uğramasına ve kimlik bunalımı saplanmasına mani olucu, kaliteli, sanat değeri yüksek, ihtiyaca cevap verecek eserler ortaya konmasına yönelik milli kültür değerlerinin millete aşılanmasını sağlayacak gayret ve faaliyetlerin çoğalması gerekmektedir. Milli kültür değerlerimizin yıpratıl-ması sonucunu doğuran, kültürel değerler kargaşasına sebebiyet veren, kültür ve sanat hayatımız ile ilgili milli mutabakatları bozan kayıtsızları ortadan kaldırmak, milli şuur ve milli menfaatlere bağlılığı dondurucu, mücerret bir insanlık parolası ile kültürel, sanatsal ve ekonomik istismara yol açıcı, tavizci, neme lazımcı, beynelminelci ve bağımlı hümanist kültür anlayışını ortadan kaldırıp, milli kültürümüzün yerleşim birimlerinin en ücra köşelerinde kalan güzelliklerini ortaya çıkararak, koruyarak, geliştirerek, öncelikle ele alarak, tüm dünyaya aktararak milli kültürümüzün temel eserleri rutubetli, tozlu bodrumlarda çürümesi, yok olması önlenerek bu eserler bugünkü yazı ve konuşma dilinde toplumumuza kazandırılarak akraba cumhuriyetler vasıtası ile tüm insanlığa kazandırmak milli kültür ve sanatımıza yapılacak en büyük hizmet olacaktır.

Günümüzde milletler mücadelesi bütün şiddetiyle devam etmektedir. Mevzi lokal savaşların sürdüğü bölgeler dışında, bütün dünya sathı yeni bir savaş tarzı yaşamaktadır. Kültür, sanat, propa-ganda ve ekonomi savaşı. Fikir sistemleri ve ideolojiler harbi. Bütün dünyanın topyekün yaşamakta olduğu bu harp dağlarda, ovalarda ve siperlerde verilmiyor. Yeni savaşın alanları caddeler, meydanlar, okullar, fabrikalar, sahneler, perdeler, galeriler ve ekranlar… Top, tüfek ve tabanca ikinci plana itilmiş. Yeni harbin silahları gazeteler, kitaplar, televizyonlar, sinemalar ve her türlü sanat dallarıdır. Hedef düşman ülkesini fethedip bayrağı oraya dikmek değil, düşman ülkelerindeki beyinleri ele geçirmektir. Bu yolla süper güçler ABD, AB ve Çin sıcak harbin en küçük rizikosunu yaşamadan ve tek vatandaşının burnunu kanatmadan tesir alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bu yeni işgal tehlike olmaktan başka eskisinden daha tesirlidir. Kuvvet zoruyla işgal edilmiş bir vatan o topraklardaki milletin içinde her an dipdiri kalan istiklal ateşi sayesinde bir gün kurtulabilir. Fakat beyinleri işgal edilmiş milletlerin tutsaklıkları ebedidir.

Sanat ve sanatçı "Vuruşmanın merkezine" cemiyetin bütün kesimlerinden daha yakındır. Çünkü sanat yeni harbin ağır silahlarından biri haline sokulmak istenmektedir. Sanatçı neo emperyalizmin paralı askeri seviyesine düşürülmeye çalışılmaktadır. Sanat önce şahsi özelliklerde kabiliyetlerde belirir. Ancak kaynağı belli bir kültür çevresidir. Sanat yalnızca ferdi özelliklere bağlanamaz. Önce mahallı olarak fertler bazında sahnelenen sanat ülke çapında sosyal kabul görürse milli sanatın bir parçası olur. Milli niteliğini koruyarak diğer sanatlarla kültür alışverişine girebilir. Böylece evrensel olur. Her sanat dalındaki başarı diğer milletlerdeki sanat anlayışından ayırt edici özellikler taşır. Ama sanatçı bir millete mensuptur. Kendisi yaptığının şuurunda olsa da olmasa da sanat millidir. Bu hüküm taklitçiler için doğru değildir. Taklitçinin eseri milli olmadığı gibi şahsi de değildir.

Sanat millet içindir. Milleti millet yapan değerlerin üreticisi olarak sanatçının Türk Milliyetçiliği fikir sistemindeki yeri önemlidir. Ülkemizi tanıtmak için iyi yetişmiş bir sanatçı ve ürettiği bir eser birkaç üniversite kadar kıymetlidir. Sanatçının iyi bir üretim yapabilmesi için maddi sıkıntıları olmamalı, yalnızca sanatın düşünmelidir. Çünkü sanat ese-rinin ortaya konuluşu tek başına insan tahammülünün hudutlarını zorlayan bir çabadır. Bu nedenle kabiliyetlerin bulunması için yurt çapında ve toplumun her kesiminde çalışan bir teşkilat olmalıdır. Türkiye'nin heryerinde güzel sanatlar liseleri kurulmalıdır. Yetişmiş sanatçının araştırıcı kabiliyetinin geliştirilmesi ve özendirici teşvikler, sanat doruklarının aynı kalite ve sayıda eser vermesi için maddi ve manevi ortamın iyi hazırlanması gerekmektedir.

Bu konuda Sayın Türkeş'in düşüncelerine bakacak olursak, "Sanatın bütün dallarında, telif haklarına hürmet edilmesi kanuni mecburiyet olmalı. Telif haklarında vergi muafiyeti, geçim endeksine göre kendiliğinden ayarlanır hale getirilmelidir. Özel sanat teşebbüs-lerinde bilhassa özel tiyatro ve güzel sanatların tümünde ve sinemada kredi, vergi muafiyeti, belediye rusum muafiyeti sağlanmalı. Sanatçıyı her devirde, her yaşında koruma ve layık olduğu seviyede yaşamını sağlamak, sosyal güvencesini temin etmek bir devlet görevi olmalıdır."

Bunun için 1979 ve 1993 yıllarında Sayın Türkeş'in teklifleriyle sinema ve tüm güzel sanatlarda çalışmalar TBMM'de kabul edilen bir kanunla çalıştıkları süreyi belgeleyenler sosyal güvenceye kavuş-muşlardır.

Devlet, sinema ve stüdyoları kurmalı, sinema salonlarını korumalı sinema sanatının milletimize yaptığı hizmet ve fayda gözönünde tutularak devletten yardım görmelidir. Devlet tiyatroları ve özel tiyatrolar her yönüyle ele alınarak milli Türk tiyatrosu telif eserleriyle, sanatçısıyla, sahnesiyle Türk milletinin emrinde olmalı. Sanatçıların eğitildiği kurumlar ile sanat kuruluşları arasındaki tezatlar ortadan kaldırılmalı, büyük merkezlerde kültür siteleri kurularak halkın ve sanatın hizmetine açılmalı. Sanatın zirvelerini içinde toplayarak ödüllendirme ve teşvik kararlarında otorite görevi üstlenecek bir Türk sanat akademisinin acilen kurulması ve klasik Türk musikisi ve halk müziğinin kendi değerleri içinde geliştirilerek Türk musikisi konser-vatuarı daha geniş imkanlara kavuşturulmalı, resim ve heykel için gerekli galeriler faaliyete geçirilmelidir. Güzel sanatlar Türk cumhuri-yetleri arasında dilde, fikirde, işte birliğin köprüsü olmalı, Türk kültürünü tüm dünyaya tanıtmakta öncülük etmelidir.

Milletler arası sanat temasları, sanatımızın yurt dışında tanıtılması tesadüflere bırakılmamalıdır. Bir devlet görevi olmalıdır. Dün mimarisi, şiiri, seramiği, geleneksel tiyatrosu, oyması, işlemesi ile en büyük olan Türk sanatı ve sanatçısı layık olduğu mevkiye getirilmesi için her türlü tedbir alınmalıdır. Çünkü sanata hizmet Türk milleti ve milliyetçiliğe hizmettir.

Bu engin görüş ve düşünceleriyle Türk sanatçısının saygı duyduğu Büyük Devlet ve Dava Adamı Sayın Alparslan TÜRKEŞ ebediyete kadar Türk sanatçısının gönlünde yaşayacaktır. Çünkü sanatçıların sosyal haklarını alabilmeleri için kanunlar çıkaran, tiyatro sanatının yaygınlaşması için, bölge tiyatrolarının kurulması için büyük uğraş veren her türlü resim sergisini sempatik tavırları ve gür sesiyle açan, Türk musikisi konservatuarının açılması için büyük çaba gösteren, her türlü sanat faaliyet davetlerinde hazır bulunan ve engin düşüncelerini aktaran devlet adamlarına sanatçıların çok ihtiyacı vardır.

1995 yılında Küçük Tiyatro'daki parlamenterler galasında Sayın Türkeş'in devlet tiyatroları protokol defterinde seyrettiği oyunla ilgili şu satırları yer almıştır.

"Bu akşam Sayın Orhan ASENA'nın "Candan Can Koparmak" adlı eserini sanatçılarımız başarıyla oynadılar. Devletimiz ve milletimiz için, vatan bütünlüğümüz için büyük Atatürk'ün işaret ettikleri gibi gerekirse canımızdan can koparmaktan asla çekinmeyiz. Küçük Tiyatro'muzun değerli sanatçılarını kutlarım. Sevgi ve saygılarımla."

Alparslan TÜRKEŞ

MHP Genel Başkanı

Bu kadar sanatı ve sanatçıyı seven ve onlara gereken ilgiyi gösteren Sayın Alparslan TÜRKEŞ beye 1995 yılında Devlet Konservatuarı'nın kuruluşunun 59. Yılı nedeniyle Türk sanatına ve sanatçısına hizmet ödülü ve şükran plaketi Devlet Konservatuarı Mezunları Dayanışma Derneği tarafından bir törenle kendilerine takdim edilmiştir.

Bu ideallerin ve düşüncelerinle seni çok özleyeceğiz. Sanata hizmetinizden dolayı kalbimizde yaşıyorsun.

KAYNAKLAR

  1. TBMM ve Siyasi Parti Belgelerinde Tiyatro, Mustafa Nuri Güler
  2. MHP Programı, Milli Kütüphane 1973 AD 5109
  3. MHP Sanat ve Sanatçı 2, 1977 Milli Kütüphane 1979 AD 491
  4. MÇP Programı, 1986 Milli Kütüphane AD 4008
  5. İç Drama DT Aylık Bülteni 1995 Sayı 2
  6. Temel Görüşler, Alparslan TÜRKEŞ
  7.  

     

    MİLLİYETÇİLİĞİ HALKA MAL EDEN ADAM:

    ALPARSLAN TÜRKEŞ

    Bayram KODAMAN*

    Giriş:

    Milliyetçilik akımını, liberal felsefenin öngördüğü temel ilkelerin bir uzantısı veya onların farklı bir biçimde yorumlanmış şekli olarak değerlendirmek mümkündür. Zira, liberalizm kendi teorik sistemini oluştururken hemen hemen her alanda (siyasi, hukuki, iktisadi, içtimai vs.) ferdi (bireyi-insan) temel birim olarak görmüş, ferdi merkez almış ve her şeyi ferdin etrafında ve ferde göre şekillendirmeye çalışmıştır. Kısaca liberal düşüncede fert, ferdi hürriyetler, fertlerin eşitliği esas alınmış ve bunlar vazgeçilmez kavramlar olarak kabul edilmiştir. Bu itibarla liberalizm ferdiyetçidir, hürriyetçidir, eşitlikçidir. Bu vasıflarıyla liberalizm ferdi toplum içinde, devlet karşısında hür ve müstakil hareket edebilen, düşünebilen, konuşabilen, üretebilen bir varlık konumuna getirmek istemiştir. Bu konumdaki ferdin yaratıcı olabileceğini, medeniyete-gelişmeye-evrime katkıda bulunabileceğini kabul etmiştir. Kısaca Liberalizmin dünya görüşü fert için en iyi, en doğru, en uygun kararı yine ferdin kendisi verebilir. Yeter ki fert hür olsun, kültürlü olsun, eşit olsun, önündeki engeller kaldırılsın.

    Bazı düşünürler, Liberal düşüncenin toplum içinde birey, devlet içinde vatandaş olan ferdi (insan), ferdi hürriyetleri ve ferdin eşitliği fikrinden hareketle ve onu ters-yüz ederek uluslararası veya devletler-arası ilişkilerde, dünya siyasetinde ve düzeninde yeni bir sistem tasarlamışlardır. Bu yeni dünya düzeninde ve hayat tarzında, ferdin yerini millet, ferdiyetçiliğin yerini milliyetçilik, ferdi hürriyetlerin yerini milletin hürriyeti (milli istiklal), fertlerin eşitliğinin yerini ise milletlerin eşitliği almıştır. Buna göre dünyanın siyasi, kültürel, iktisadi yapılan-masında “millet” olgusunun esas alınması ve her şeyin milletin etrafında ve millete göre düzenlemesi gerektiği kabul ediliyordu. Böylece, millet-devlet anlayışı başka bir ifade ile her millete bir devlet veyahut her devlete bir millet anlayışı ön plana çıkmış ve kabul görmüştür. Bunun neticesi Avrupa’da ve dünyada milliyetçilik çağı, milletler çağı, milli devletler çağı başlamıştır.

    Tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan ve ferdin, aşiretin, kavmin ötesinde ve üstünde kabul edilen millet olgusunun esas alınması, merkeze konulması ve nirengi noktası yapılması üzerine millet nedir, milletin vasıfları, milleti meydana getiren unsurlar ve milletin imkanları nelerdir sorularına cevap aranmaya başlanmıştır.

    Bu arayış içine giren düşünürler ve filozoflar, iki kaynağa müracaat ettiler. Romantik düşünürler milleti, mazide ve tarihte tarif etme gayretine girdiler. Bunların başında Herder (1744-1803) gelir. Böylece milli romantizm akımı doğdu. Bu akım, maziyi çekici, gizemli bulmak ve onu özlemek şeklinde tezahür etti. Bu arzu tarihi milliyetçilik şekline dönüştü. Böylece milletin dili, tarihi, kültürü, coğrafyası, folkloru araştırılmaya, milletlerin ayırıcı vasıfları ortaya konulmaya başlandı. Bu akım, her milletin kendi kimliğini tarihte bulma, tarihte tarif etme ve halde güçlendirme arzusunu tahrik etti. Neticede millete, milli tarihe, duygusal bağlılığı, hayranlığı, özlemi artırdı ve milli şuurun oluşmasına katkıda bulundu. Bu akım, tamamen milli unsurlar üzerinde durmuştur. Aynı zamanda tarih, edebiyat, dil, folklor alanlarında büyük ve ciddi ilmi araştırmalara da imkan vermiştir. Bu tür bir anlayış, tarihi ve muhafazakar milliyetçilik olarak tanımlanmıştır.

    Milliyetçiliğin ikinci kaynağı ise, liberal felsefedir. Bu kaynağa rasyonalist liberaller müracaat etmiştir. Bunlar millet olgusunu kabul etmekle beraber, milletin mazisi, tarihi, dili, folkloru üzerinde durmamışlar, hatta durmayı reddetmişlerdir. Bunlar daha çok millet hakkı, milli devlet, milli irade, milli hakimiyet, milletlerin kendi kendini yönetme hakkı, milli istiklal, milli birlik, milli ekonomi gibi kavramlar üzerinde durmuşlardır. Bu kavramlar ise milliyetçiliğin evrensel değerlerini ve evrensel yönünü oluşturuyordu. Dolayısıyla her milleti eşit şekilde etkiliyor ve her millete aynı şekilde cazip geliyordu. Zira liberal görüşe sahip olan düşünürler, milli kimliğe, milli şuura, milli güce bu yolla erişilebileceğine inanıyorlardı. Bu tür yaklaşım liberal veya ileri milliyetçilik olarak tarif edilebilir.

    Şüphesiz gerek tarihi ve muhafazakar milliyetçilik, gerekse liberal veya ilerici milliyetçilik olsun, her ikisi de millet denen varlığın farklı yönleri üzerinde durmuş ve o yönleri açıklamaya gayret etmişlerdir. Bu itibarla, aralarında herhangi bir tezat veya çelişki söz konusu değildir. Aksine birini diğerinin zaruri tamamlayıcı unsuru olarak kabul etmek gerekir. Zira her biri tek başına milliyetçiliği tarif etmeye, açıklamaya, kapsamaya yeterli değildir. Kaldı ki millet; maziyi-hali-istikbali ihtiva eden bütüncül bir kavramdır. Bu bakımdan milleti, ne sadece maziden, ne sadece halden ve ne de sadece istikbalden ibaret bir varlık olarak algılamak mümkündür. Millet mazi, hal ve istikbal boyutuyla bir anlam kazanır. Daha iyi anlaşılabilmesi için bir örnek vermek gerekirse, milleti, bir meyve ağacına benzetebiliriz. Bilindiği üzere ağaç denince; kök, gövde ve dallarıyla birlikte bir bütün olarak algılarız. Bu üç unsur bir arada olduğu zaman meyve vereceğini veya üretken olacağını düşünürüz. Tek başına kök, hiç bir işe yaramayan bir kütüktür. Sadece gövde kerestedir. Sadece dallar yakılmaya yarayan odundur. Üçü bir arada olursa hayatiyet, mana kazanır ve ağaç olur meyve verir.

    Bu itibarla milleti de canlı bir varlık olan meyve ağacı gibi ele almak mümkündür. Mazi milletin köküdür. Millet bütün hayatiyetini (suyunu, gıdasını) oradan alır. Hal, milletin gövdesidir, mazi ile istikbal arasında köprü vazifesini görür. İstikbal, milletin geleceğe uzanan dallarıdır. Şayet milletin ağaç gibi meyve vermesini, yani güç kuvvet kazanmasını, üretim yapmasını, bir mana ifade etmesini arzuluyorsak, onu mutlaka mazi-hal-istikbal boyutlarıyla tek bir bütün olarak kavramamız zaruridir. Bu şüphesiz tarihi ve milli şuur işi olduğu kadar da kültür ve eğitim işidir. Şuur ve kültürün yanına sevgi ve duygusal bağ eklendiğinde fert, milletinin mazisiyle, haliyle, istikbaliyle bütünleşerek onun bir parçası olur. Tarihte kendine yer bulamayan ve milletin içinde kendine yer edinemeyen insan, milletin dışında, kendini aşamamış manasız bir canlı olarak kalmaya mahkumdur.

    Mazi, hal, istikbal boyutu ve bütünlüğü çerçevesinde ele alınan ve dünya düzeni içinde müstakil ve merkezi bir rol yüklenen millet denen canlı varlığın kendini, kimliğini, şahsiyetini bulabilmesi, siyasi, kültürel, iktisadi, içtimai mevcudiyetini sürdürebilmesi ve güçlen-direbilmesi için kendine has bir coğrafyada ve kendine ait siyasi bir organizasyon (devlet) çatısı altında hür iradesiyle, diğer milletlerle eşit haklara sahip bir şekilde yaşaması gerektiği düşüncesine varılmıştır. Böylece millet-devlet birlikteliği yani milli ve üniter devlet gibi çağdaş bir formül bulunmuştur. Dünya düzenine bu şekilde millet-devlet anlayışıyla yeniden bir çeki düzen anlayışı ortaya çıkmıştır. Ancak yeryüzünde her millete ayrı bir vatan, ayrı bir devlet vermek tarihi şartlara uygun değildi. Zira tarihi ve tabii zaruretler neticesinde toplumlar, halklar ve milletler birbirine girmiş ve karışmış vaziyette idi. Hangi milletin, hangi devletin sınırları nerede başlıyor, nerede bitiyor belirsizdi. Dolayısıyla dünyanın karmaşık siyasi yapısı ve beşeri coğrafyası millet-devlet anlayışında ve yeni milli üniter devletlerin teşkilinde büyük problemlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu problemlerin dünya barışını tehdit eder boyutlara kadar vardığı da malumdur. Nitekim etnik, milliyet ve azınlık meselelerinin günümüze kadar geldiği ve hala çözüm beklediği de bir gerçektir.

    Kısaca ifade etmek gerekirse millet soyut bir kavram veya varlık değil, yaşayan tarihi, içtimai ve tabii bir varlıktır. Bu hali ile sun’i bir oluşumun neticesi değil yine tabii, tarihi ve içtimai bir oluşumun neticesidir. Milliyetçilik ise bu şekilde ortaya çıkan bir millete mensup olma ve onu sevme duygusu yanında, o milletin hür, müstakil, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını, kendi kendini yönetmesini ve kendi iradesiyle refahını ve mutluluğunu temin etmesini istemek ve arzu etmektir. Ayrıca aynı haklara başka milletlerin de hakkı olduğunu kabul etmek ve böylece dünya barışının temin edilebileceğini ve dünya medeniyetinin daha iyi ilerleyebileceğine inanmak da milliyetçiliği evrensel ve çağdaş bir değer haline getireceği muhakkaktır. Böylece milliyetçilik, bir yandan milli değerlerin ve milletlerin muhafazasına ve ilerlemesine hizmet ederken öbür yandan dünyada tabii olarak var olan kültürel çeşitliliğin ve medeniyet farklılıklarının yok olmasını önle-yecektir. Dolayısıyla milliyetçiliğin, dünyada her alanda çeşitliliğin, çokluğun, hatta zıtlıkların ve orjinalliğin muhafazası anlamına geldiği unutulmamalıdır.

    Bu manada müsbet bir milliyetçilik, insanlığa tekdüze, tek merkezli bir sistem ve hayat tarzının dayatılmasının yegane engelleyicisidir. Nasıl Yeşiller Partisi dünyada doğanın kirletilmesine ve doğal güzelliklerin yok edilmesine karşı ise milliyetçilik de doğal olan milletlerin, milli kültürlerin, dillerin kirletilmesine ve yok edilmesine beşeri ve kültürel ortamların dejenere edilmesine, bozulmasına karşıdır. Küreselleşmeyi, milletlerin, milli kültürlerin, milli özelliklerin yok olması anlamında değil, dünyayı küçülten iletişim araçlarından istifade ederek milletlerin, ülkelerin barış içinde birbirini tanıması, birbirinden istifade etmesi ve yeni sentezlere ulaşılması, bağnazlığın yok edilmesi anlamında algılamak lazımdır. Hiç bir milliyetçilik akımı yani toplumunu seven ve kalkınmasını şiddetle arzu eden hiçbir millet çağdaşlaşmaya karşı olamaz. Zira çağdaşlaşmayan toplumların, yerinde saymaya, geri kalmaya mahkum olduğunu her milliyetçi gayet iyi bilir. Fakat milliyetçi aynı zamanda milli kişiliği, milli vasıfları koruyarak çağdaşlaşmanın bir mana ifade edeceğine inanan kişidir.

    Osmanlı İmparatorluğu’nda Milliyetçilik Akımı

    Osmanlı İmparatorluğu’na milliyetçilik akımının girmesine, ıslahat veya çağdaşlaşma hareketlerinin başarısız olması, istenilen neticeyi vermemesi zemin hazırlamıştır. Nitekim 1792’de Nizam-ı Cedit hareketiyle başlayıp 1839 Tanzimat’la devam eden ıslahat hareket-lerinin Osmanlı’yı güçlendirmediği gözükünce, 1860 yılında ıslahatlara tepki doğmuştur. Bunun sonucu nasıl bir çağdaşlaşma sorusu sorulmaya başlanmıştır. Buna “Batı’ yı taklit etmeyen” ve İslamla telif edilebilen çağdaşlaşma şeklinde bir cevap Namık Kemal’den gelmiştir. Böylece, Tanzimat’ın Vahdet-i Osmaniye’si (Osmanlı Birliği) siyaseti Namık Kemal ile birlikte 1876’dan sonra Vahdet-i İslamiye (İslam Birliği) siyasetine dönüşmüştür. II. Abdülhamit de bu siyaseti benimsemiş ve 33 yıl tatbikata geçirmeye gayret göstermiştir.

    Osmanlı Devlet adamları bu şekilde Osmanlıcılık ve İslamcılık siyasetini güderken ve ikisinin arasında tereddütler geçirirken bazı Osmanlı aydınları tarihi milliyetçiliğin etkisinde kalarak Türk tarihi üzerinde çalışmaya ve eserler vermeye başladılar. Mesela Ahmet Vefik Paşa, Türkistan Türkleri hakkında bilgi veren Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türki’sini 1864’ te Türkçe’ ye çevirdi. Ali Suavi ve Süleyman Paşa da Türkler ve Türk tarihi hakkında yeni eserler vererek Ahmet Vefik Paşa’yı takip ettiler. Bu çalışmalar Osmanlı İmparatorluğu’nda edebi ve tarihi alanda Türkçülük şuurunun doğduğunun işaretidir. Nitekim kısa bir müddet sonra Mehmet Emin (Yurdakul) 1897’ de yazdığı bir şiirinde “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” demesiyle Türklük şuurunun bazı aydınların kafasında teşekkül etmiş olduğunu ispatlamış oluyordu.

    1908’de ilan edilen II. Merşutiyet’ ten sonraki olaylar özellikle gayr-i müslim ve gayr-i Türklerin Osmanlı Devleti’ nden ayrılmaları ve ayrılma temayülü göstermelerinden sonra zamanın en güçlü siyasi partisi olan İttihad ve Terakki Fırkası, Türkçülük siyasetini benimsemek zorunda kalmıştır. Böylece edebi, tarihi veya romantik Türkçülük akımının yanında liberal eğilimli bir siyasi Türkçülük yani bütün Türkleri içine alan siyasi bir milliyetçilik akımı doğmuştur. Ancak bu Türkçülük akımına rağmen İttihad ve Terakkinin Osmanlı Birliği ve İslam Birliği fikrinden vazgeçtikleri söylenemez. Vazgeçmeleri de zaten düşünülemez. Zira Osmanlı İmparatorluğu hala ayakta idi ve İslam birliğini temsil eden hilafet hala yaşıyordu. Çağdaşlaşma arzusu da gittikçe artıyordu. O halde Türkçülüğün yanında Osmanlıcılığı, İslamcılığı, çağdaşlaşmayı muhafaza etme zarureti vardı. Nitekim bu zaruret yüzünden Türkçülüğün teorisyeni büyük düşünür Ziya Gökalp Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak ilkelerini ve kavramlarını mecz etmeye ve sistemleştirmeye çalışmıştır. Böyle olmakla birlikte Türkçülüğün de 1912’den sonra fiilen İttihad ve Terakki hükümetinin resmi kültür siyaseti haline geldiğini görüyoruz. Nitekim 1912’de Türk Ocağı’nın teşkili ve Türk Yurdu Dergisi’nin yayın hayatına girmesi ile Türk birliği ve Türk dünyası ile ilgili meselelere ağırlık verilmiştir. Ayrıca Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali ve Ağaoğlu Ahmet Beyler’in büyük katkılarıyla Türkçülük yeni bir ivme kazanmış ve ön plana çıkmıştı. Bu arada Batıcılık (çağdaşlaşma) ve İslamcılık akımları da gelişmekte ve kuvvet kazanmaktaydı.

    1914’de başlayıp 1918’de sona eren I. Dünya Savaşı (seferberlik dönemi) esnasında Türk aydınları iki acı gerçekle karşılaşınca iki konuda sükut-u hayale uğramıştı. Birincisi Enver Paşa’nın doğu seferiyle başlayan Türk Birliği (Turancılık) fikrini gerçekleştirme hayali 1915’de Sarıkamış felaketiyle, ikincisi Cemal Paşa’nın Kanal harekatıyla başlayan İslam Birliğini tesis etme hayali de Arapların hıyanetiyle oluyordu. Mustafa Kemal bu sınırlandırmayı yaparken realist bir yaklaşımla mevcut imkanlarla varılması gereken hedef arasında müsbet bir denge kurabilmiştir. Nitekim Türkiye Türklerine istiklalini kazan-dırmakla haklılığını ispat etmiş oluyordu. Böylece istiklalini tamamen kaybetmiş olan Türk milletinin hiç olmazsa en şuurlu kısmı olan Türkiye Türklerinin istiklalini temin etmiş, öte yandan esaret altındaki Türklere ümit ışığı ve örnek olacak müstakil bir Türkiye bırakmıştır.

    Mustafa Kemal istiklali temin ettikten ve 1923’ te Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra Ziya Gökalp’in tarihi-kültürel milliyetçiliği ile Celal Nuri’ nin çağdaşlaşma veya batılılaşmayı esas alan 1789 Fransız İhtilali’nden esinlenen liberal milliyetçiliği kendine düstur edinerek, Türkiye Türklerine has maziyi, hali ve istikbali ihtiva eden bir milliyetçilik anlayışı ile üniter millet-devlet (milli devlet) formülünde karar kılmıştır. Bunun için, Anadolu insanında bir taraftan mensubiyet duygusu yaratarak, onu Türk milletine ve vatandaşlık şuuru vererek çağdaşlaşma yolunu açarak ona yeni bir hüviyet (kimlik) kazandırmak istemiştir. Bu siyaset şüphesiz milletleşmeyi ve çağdaşlaşmayı (akılcılık-ilimcilik) beraberinde getiriyordu.

    Bununla birlikte 1923-1938 arasında milliyetçilik resmi ideolojinin ve dar bir aydın çevresinin akademik ve fikri çalışmaları olarak kalmıştır. Ayrıca tutarlı bir çizgi takip edememiş, zaman zaman zikzaklar çizmiştir. Herşeye rağmen genelde kültüre dayalı bir milliyetçilik anlayışı yerleşmiştir. Bu da Türk kimliğinin ortaya çıkmasına ve kısmen benimsenmesine yardımcı olmuştur. Kısaca bu devirdeki Türkçülüğün, devlete Türk devleti, millete Türk milleti, ülkeye Türkiye adını verebi-lecek fikri seviyeye ulaştığı açıktır.

    1938-1950 yılları arasında milliyetçilik anlayışında önemli bir sapma olmuştur. Türk kültürüne dayalı milliyetçilik anlayışı kısmen terk edilerek, hümanist, hatta sosyalist fikirlerin etkisiyle evrensel kültürel değerlere yönelme başlatılmıştır. Bu sapmaya karşı ise bazı aydın çevrelerinden tepkiler gelmiştir. Bunların başında Alparslan Türkeş’in de dahil olduğu Hüseyin Nihal Atsız’ın önderliğini yaptığı grup gelmektedir. Bundan sonra Türkçülük hareketi değişik şekillerde resmi ideolojinin dışında gelişme seyrini takip etmiştir.

    Alparslan Türkeş ve Milliyetçilik Hareketi

    Alparslan Türkeş’in fikirlerini anlayabilmek ve değerlendirebilmek için onun hayatına ve karakterine bakmak gerekir. Elbette biz burada uzun uzadıya onun biyografisini ve karakterini anlatacak değiliz. Ancak fikirleriyle ilgili bazı ipuçlarını, hayatından ve karakterinden yakalamanın mümkün olduğunu düşünüyoruz.

    Türkeş hernekadar köken olarak Kayseri’nin Pınarbaşı’nın Yukarı Köşkerli köyünden ise de, kendisi 1917 yılında Kıbrıs’ta (Lefkoşe’de) doğmuştur. Her şeyden önce Türkeş, 1978’den itibaren İngiltere’nin hakimiyeti altında ve sömürgesi olan Kıbrıs’ta Türk, fakat İngiliz vatandaşı olarak dünyaya gelmiş ve 16 yaşına, yani 1933’e kadar çocukluk ve ilk gençlik yıllarını sömürge ve yabancı idaresi altında geçirmiştir. Bu hayatın Türkeş’i derinden etkilemiş olduğu kuvvetle muhtemeldir, hatta muhakkaktır.

    Bu durumun kendisinde, yabancı bir idare altında yaşayan bütün insanlarda olduğu gibi bir kompleks yarattığı şüphesizdir. Bu kompleksin onda Türklüğe, Türk milletine, Türk kültürüne, Türk tarihine, müstakil Türkiye devletine karşı aşırı bir ilgi uyandırmış olması mümkündür. Bu ilgi zamanla kendisinde müthiş bir milli şuurun tarih ve mensubiyet şuurunun doğmasına vesile teşkil etmiştir. Çünkü İngiliz idaresi altında ikinci sınıf vatandaş gibi yaşarken daha çocuk yaşta iken İngiliz’in farklı, Rum’un farklı ve kendisine farklı gözle bakıldığını müşahade etmiştir. Ayrıca kendisi de İngiliz’in, Rum’un farklı olduğunu görmüştür. Bu itibarla daha çocukken farklı olma veya farklı millete mensup olma şuuru gelişmiştir. İşte onda, Türklük şuurunun ve istiklal şuurunun doğmasında yaşadığı muhitteki farklı sosyal, siyasi ve kültürel faktörlerin önemli rol oynadığı kabul edilebilir.

    Bu şuur genç Türkeş’i daha Kıbrıs’ta iken romantik Türkçülük’e veya milliyetçiliğe itmiştir. Romantik milliyetçilik insanda uzak olana, gizemli olana, erişilmesi güç olana, bilinmeyene karşı özlem, hasret, keşfetme, erişme, bilme duygularını tahrik ve teşvik eder. Dolayısıyla bu alanı genç Türkeş’te Türklerin mazisine özlem, istikbalini keşfetme, Türk tarihine hayranlık Türk’ü tanıma hissini ve arzusunu uyandırmıştır.

    Nitekim bu romantik milliyetçi duygular, onu bağımsız Türk devleti ve Atatürk’ün yaratmak istediği modern Türk toplumu içinde yaşamaya ve 1933’te İstanbul’a sevk etmiştir. Görülüyor ki, Türkeş’te Türkiye sevdası ve Atatürk sevgisi daha o tarihlerde mevcuttur. Gerçekten de o tarihlerde bir Kıbrıslı Türk için bağımsız bir Türkiye ve Atatürk çok şeyler ifade ediyordu.

    Türkeş’in hayatında ikinci önemli hususu onun askeri liseye girerek subaylığı meslek seçmesidir. Nitekim bu tercih onu kurmay subaylığa kadar taşımıştır. Askerliği ve kurmaylığı seçmesi Türkeş’te olan vatanperverlik, disiplin ve otorite anlayışının bir delilidir. Kurmay olması ise mantıklı, gerçekçi, riski göze alabilen cesur bir insan olduğunun işareti sayılmalıdır. Kurmay subaylık her askerde planlı, programlı davranma şuurunu yaratır. Zira kurmay bir subayda başarılı olma, hedefe varma duygusu baskın olmak zorundadır. Paniğe yer yoktur, soğukkanlı ve kararlı davranma durumundadır.

    Türkeş’in hayatını yönlendiren üçüncü faktör ise A.B.D.’de ve Almanya’da bulunmasıdır. Yurtdışındaki görevler ona bilgisine ve görgüsünü arttırma ve dünya siyasetini yakından tanıma imkanını vermiş, bunun yanında ufkunu da genişletmiştir. Amerika’da askeri eğitimin yanında ekonomi tahsili de yapmış olması Türkeş’i siyasi ve iktisadi yönden Türkiye’nin ve Türk dünyasının meseleleri ile uğraşmaya itmiştir. Böylece kültür ve tarihi milliyetçiliğinin yanında geleceğe yönelik siyasi bir iktisadi milliyetçiliği de şuur haline getirmiştir.

    Ayrıca 1940-1997 yılına kadar Türkeş’in içinde yaşadığı ve hayatında derin izler bırakan şu olayları da onu daha iyi değerlendirebilmek için hatırlamakta fayda vardır. 1944’te Türkçülük’ten ve Turancılık’tan hapishaneye atılmış, tabutluklarda yatırılmıştır. Sonun-da beraat etmiş, mesleğine dönmüştür. 1960’ta 27 Mayıs ihtilaline iştirak etmiş, ihtilalin kudretli albayı olmuştur. Ayrıca Başbakanlık müsteşarlığını da uhdesine almıştır. Arkasından 13 Kasım 1960’ta Hindistan’a sürgüne gönderilmiş, üç yıl kadar sürgün hayatı yaşamıştır. Döndüğü 1963 yılında, 21 Mayıs olayına karıştığı iddiası ile tevkif edilmiş ise de 5 Eylül’de tahliye olmuştur. 1964’te girdiği Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nde 1965 yılında genel başkan olmuştur. 1969’da partisinin adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirmiştir. 1965’ten 1980’e kadar milletvekilliği yapmıştır. 12 Eylül darbesi sonunda 1980 yılında tekrar tevkif edilmiş ve 4,5 yıl kadar cezaevinde bırakılmıştır. Tahliye edildikten sonra Milliyetçi Çalışma Partisi’ni kurmuş 1991 seçimlerinde tekrar milletvekili seçilmiş, 1992’de partisinin adını MHP olarak değiştirmiştir. Nihayet 4 Nisan 1997 yılında vefat etmiştir.

    Bu hayat macerası Türkeş’in nasıl bir psikolojiye nasıl bir karaktere ve kişiliğe sahip olduğu hakkında kanaat vermeye yeterli olsa gerektir. Kendisini ve fikirlerini yakından tanıdığım Türkeş’in yaşadığı hayat serüveni dikkatlice tahlil edildiğinde, onun şu hususiyetleri bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Herşeyden önce Türkeş, hayatını değişik atmosferlerde ve zeminlerde geçirmişse de düz bir çizgi üzerinde yürümüş, zikzaklar çizmemiştir. Bu onun kararlı, azimli, gözü pek ve cesur bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Fikirlerine göre tahlil edilirse, onun maziye bakışı romantik, hale bakışı realist geleceğe bakışı idealisttir. Ortaya koyduğu eserler, parti programları ve eylemleri ile doktriner, mücadeleci, disiplinli, soğukkanlı, tavizsiz ve ihtiyatlı bir şahsiyet olduğunu ispat etmiştir. Bu vasıfları ile birinci sınıf bir politikacı ve devlet adamı olmaya hak kazanmıştır. Hernekadar son 6-7 yılda politik hayatında uzlaşmacı ve uzlaştırıcı bir tavır sergilemiş ise de fikri yapısından taviz vermemiştir.

    Bu karakterde ve haleti ruhiye içinde olan Türkeş, 1933’ten itibaren Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışı ve uygulamalarıyla temasa geçmiştir. Hernekadar Atatürk, Türk Milliyetçiliğini, coğrafya ile sınırlamış gibi görünse de Tarih ve Dil Kurumları vasıtasıyla bütüncül yani bütün Türk milletini içine alan kültürel bir milliyetçilik örneği vermiştir. 1930’lardan sonra Türk tarihine, Türk Diline, Türk Kültürüne bütünlük kazandırmaya çalışmıştır. Türkiye’yi ve Anadolu insanını Türkistan’ a, Hunlular’ a, Göktürkler’ e, Uygurlar’ a ve Selçuklular’ a bağlamaya gayret etmiştir. Sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu görmez-likten gelmiştir. Bu davranışını da makul karşılamak gerekir. Zira, Osmanlı Devletinin antitezi olark kurduğu Türkiye Cumhuriyeti gibi milli bir devleti kendi ayakları üzerinde yaşar hale getirmeden ve yaptığı inkılapları henüz yerleştirmeden, geçici olarak elbette ki Osmanlı’yı inkar edecekti. Şayet Atatürk, biraz daha yaşasaydı Osmanlı’ya karşı bu tarzını sürdürmesi söz konusu olamazdı. Kaldı ki, Türk milliyetçiliği Atatürk döneminde resmi ideolojidir. Türk Milliyetçiliği hakiki romantik “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”, “Bir Türk dünyaya bedeldir” gibi sözler bunun delilidir. Ayrıca, Atatürk kendi elleriyle kurduğu Türkiye Cumhuriyetine öncelik vermiş ve bütün hassasiyetini ve dikkatini onun üzerinde toplamıştır. Çünkü Anadolu Türklerinin istiklali için, Türk Dünyasının veya dış Türklerin umudu olmak için önce Türkiye Cumhuriyeti’ ni bağımsız, çağdaş, güçlü, birlik ve beraberlik içinde bir devlet yapmalıydı.

    Atatürk’ten Türkiye Cumhuriyeti aydınlarına (Türkiyeci’lere, Anadolucular’a ve Türkçüler’e) intikal eden ve sabit fikir haline gelen “Önce Türkiye” şuurudur. bu düşünceyi aynen Türkeş’te görmek mümkündür. Bu konuda şöyle diyordu: “Türklüğün biricik bağımsız devleti ve Türkçülük ülküsünün dayanağı olan Türkiye Cumhuriyetini her çeşit zarardan ve tehlikeden korumak Türk milliyetçiliğinin temel şartıdır” Buna ilaveten “Diğer (dış) Türklerle ilgilenmek ve onların iyiliği, kurtuluş ve selameti için elden geleni yapmaya çalışmak Türk milliyetçiliğinin kutlu vazifesidir... Onlarla her yönden sımsıkı bağlar kurmak lazımdır” sözleri onu Atatürk’e bağlayan, fakat Türkiye’ciler ve Anadolu’culardan ayıran vasfını oluşturmuştur. Kısaca Türkeş’in Türkçülük fikri ve şuurunu Askeri Lise ve Harp Okulu’nda ve Atatürk döneminde aldığını söylersek pek yanlış olmaz. Zaten Kıbrıs’ta iken Türkçülük fikrini almaya hazır hale gelmiştir.

    Atatürk’ün ölümü ile birlikte, yukarıda ifade ettiğimiz gibi kültür politikasında köklü bir değişiklik olmuş ve Türk kültürü, hümanist akımın etkisiyle Yunana-Batıya bağlanmak istenmiş ve hatta Türkçülük resmi ideoloji olmaktan çıkmıştır. Bu değişikliğe karşı Nihal Atsız’ın başını çektiği çok ciddi bir Türkçü ve Milliyetçi bir muhalefet doğmuştur. Bu Türkçü, milliyetçi muhalefet devletin dışında teşkilatlanmaya ve fikirlerini yaymaya başlamıştır. Bu türkçü milliyetçilerin yanında bir de dış Türklerin varlığını reddeden veya umursamayan Türkiyeci milliyetçiler ile 1071’de Anadolu’ya gelen Türklerin yerli halka karışarak yeni bir millet oluştuğunu; dolayısıyla Orta Asya’daki Türklerle ilgimizin olmadığını iddia eden Anadolucu milliyetçiler doğdu.

    Türkeş, bütün Türkleri kapsayan milliyetçilik anlayışını müdafaa eden Nihal Atsız’ın öncülük ettiği muhalif entellektüel grup içinde yerini aldı. Böylece ilk defa milliyetçi çevrelerde adını duyurmaya başladı. Türkeş ve arkadaşlarını Türkçülüğe sevk eden sebeplerden birincisi, İnönü hükümetlerinin kültür politikası ise, ikincisi de dünyanın içinde bulunduğu şartlardır.

    Bilindiği üzere daha II. Dünya Savaşı başlamadan önce Dünya, maddeci ve Avrupa merkezli üç düşman kampa ayrılmıştı. Bunlardan ilki, Anglo-Saksonların başını çektiği kapitalist blok, İkincisi Germenlerin başını çektiği ırkçı-faşist blok, üçüncüsü ise Slavların başını çektiği niyetlerini totaliter faşizm ve komünizmle maskeleyerek dünya hakimi-yetini ele geçirmek, veya dünyada menfaat sahaları elde etmek için birbirleriyle kıyasıya mücadele ediyorlardı. Bu mücadele II. Türk hükümeti, ülkeyi sıcak bir savaşa sokmamak için gayret gösterirken, tereddütlere düşmüş, iç ve dış politikada zikzaklar çizmiştir.

    Dünyadaki bu ideolojik çatışma Türk aydınlarını da etkilemekte geç kalmadı. Eğilimine göre küçük bir kısmı komünist rüzgardan, bir grupta yani milliyetçilerin içinde yer aldığını görüyoruz. Böylece Atatürk devrinde milliyetçilik etrafında az veya çok toplanmış olan Türk aydınları bu sefer kendi aralarında komünist ve milliyetçi şeklinde iki düşman kampa ayrıldılar. Böylece Türk milletinin meseleleriyle fikri düzeyde uğraşan milliyetçi kesim, bu konuları bırakarak dikkatlerini millet-din-devlet için tehlikeli buldukları komünizme ve taraftarlarına siyasi, iktisadi alanlarda teorik temellerini atamadan ve geliştiremeden, daha duygusal ve romantik safhada iken kendilerini komünizmle mücadele içinde buldular. Bu itibarla Sovyetler’in II. Dünya Savaşı’ndan sonra galip gelmesi, Türkiye’de komünist faaliyetlerin artması, milliyetçiliğin geliş-mesi bakımından talihsizlik olmuştur denilebilir. İkinci bir talihsizlik ise Türk Hükümetleri’nin Sovyet tehdidi korkusuyla milliyetçilere karşı tavır alması olmuştur. 1952’de Türkiye’nin Nato’ya girmesiyle Sovyet korkusu bir dereceye kadar giderilmişse de, bu sefer kapitalist, emperyalist A.B.D.’nin telkini ve etkisiyle milliyetçilik faaliyetlerine imkan tanınmamış, hatta 1954’te Milliyetçiler Derneği kapatılmıştır.

    Netice olarak Türk milliyetçiliği, çağdaş, teorik-felsefi temellerden yoksun ve dar bir entellektüel çevrenin duygusal meşguliyet alanı ol-maktan öteye gidemedi denilebilir.

    Milliyetçiliğin Demokrasi Çerçevesinde Partileşmesi ve Halka Yayılması

    1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra Türk milliyetçiliği hamisiz ve sahipsiz kalmıştır. Hatta, Nazi Almanya’sı örnek gösterilerek marxist, humanist ve sol eğilimli aydın çevrelerce ırkçılık olarak takdim edilmeye başlanmasıyla, milliyetçilik hükümetler tarafından da arka plana atılmıştır.

    Bunun üzerine milliyetçilik siyasal bir reaksiyon şeklinde muhalif bir akım yönünde örgütlenmiştir. Ancak bu milliyetçi muhalefet, bir kaç derginin (Bozkurt, Kopuz, Çınaraltı, Orhun vs.) ve bir iki derneğin dışına taşamamış ve küçük bir grubun faaliyeti olarak varlık göstermiştir. Türkiye’de 1945’ten sonra komünist faaliyetlerin ve tehlikesinin artması üzerine milliyetçi grup, antikomünist aydınları da kendi etrafında toplamasını bilmiştir. Türkeş’i bu çerçevede 1942’den itibaren bu faaliyetlerin içinde görüyoruz.

    1950-1960 döneminde ise Türkeş’in fikirlerinde bir değişiklik olmadığı ve milliyetçi çevrelerle temasını sürdürdüğü bilinmektedir. Ancak asker olması sebebiyle devamlı fikir cephesinde bulunmuş ve herhangi açık bir faaliyete girmemiştir. Bununla birlikte onun milliyetçi fikirler taşıdığı ve milliyetçiler içinde nüfuzu olduğu da hem askeri hem de sivil çevrelerce bilinmekte idi. Nitekim bu özelliğinden dolayı Menderes iktidarını yıkmak için gizli örgüt kuran liberal sol eğilimli subaylar milliyetçilerin tasvibini ve desteğini kazanmak maksadıyla Türkeş’i kendi aralarına davet etmekte ve almakta beis görmemişlerdir. Neticede Türkeş cunta içinde yerini almıştır. Böyle gizli ve ihtilalci bir harekete girmekle o, hem devlet yönetiminde milliyetçiliği itibar kazandırmak hem de CHP eğilimli subayların faaliyetlerini sınırlamak maksadını gütmüştür. Ancak 27 Mayıs 1960 ihtilali gerçekleştikten sonra CHP veya İnönü yanlısı subaylar, Türkeş’in milliyetçi fikir ve faaliyetlerinden hatta “kudretli Albay” sıfatının ona kazandırdığı psikolojik ve fiili güçten rahatsız olmaya başlamışlardı. Sonunda selameti, Türkeş’i tesirsiz hale getirmek için, onu ve arkadaşlarını Milli Birlik Komitesi’nden çıkarmakta ve yurt dışına sürgüne yollamakta buldular.

    Böylece Türkeş’in önü kesilmiş oldu. Halbuki Türkeş 27 Mayıs ihtilalinden ve Milli Birlik Komitesinden ülkenin menfaati açısından ümitli idi. Çünkü o, 27 Mayıs hareketini, ülkenin milli birliğini tesis edebilecek ve yeni reformlar yapabilecek bir hareket olarak değerlendirmiştir. Hatta Başbakanlık müsteşarlığı görevindeyken Devlet Planlama Teşkilatı ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi devlet ve millet yararına bazı kurum ve kuruluşlara ait kanunların çıkmasında önemli rol oynamıştır. Fakat sürgün hayatı, onun olumlu istikamette çalışmalarını engelledi. Bu arada, ihtilalin neticesinden ve Milli Birlik Komitesi’nden de ümidini kesmiştir.

    22 Şubat 1963’te yurda dönen Türkeş kendisine yeni bir yol çizmiştir. Bu yol demokratik mücadele yoludur. Bu yolla milliyetçileri demokratik bir çatı altında örgütlemek ve böylece milliyetçiliği halka ve gençliğe yaymayı kendisine hedef seçmiştir. Nitekim, bu maksatla 31 Mart 1964’te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne girmiş ve 31 Temmuz 1965’te bu partinin genel başkanlığına seçilmiştir. 1969’da ise partinin adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirerek yeni bir imajla demokratik mücadeleye ve muhalefete devam etmiştir.

    Bu şekilde demokratik zeminde mücadeleye başlayan Türkeş “Milliyetçi Hareket Partisi” vasıtasıyla bir taraftan Türk halkının zaten şuur altında bulunan milli duygularını uyandırarak milliyetçilik fikrini siyasi bir hareket halinde halka maletmek, öte yandan da Ülkü Ocakları marifetiyle de Türk gençliğini milliyetçilik fikri etrafında toplamak gibi güçlü bir göreve talip olmuştur.

    Türkeş, bu stratejisiyle hem kitle partisi hem de fikir partisi olarak ilk defa demokratik siyasi hayatta öbür partilerden farklı bir şekilde teşkilatlanma yöntemini seçmiştir. Ancak kitle partisi yolunda çok yavaş mesafe katetmesine rağmen, fikir partisi olarak gençlik ve aydınlar nezdinde hızla ilerlemiş ve hatırı sayılır bir güç haline gelmiştir. Bu durum, Türkeş’in günlük ve popülist bir politikadan uzak, uzun vadeli ve kalıcı bir politika takip ettiğinin işaretidir.

    Bu itibarla Türkeş’in Türk siyasi hayatında ayrı bir yeri vardır. Onun yaptıkları, yapmak istedikleri, fikirleri ve ülküleri ne kendi hayatıyla ne de kurmuş olduğu partisiyle sınırlıdır. Fikirleriyle, ülküleriyle Türk kültürüne, siyasetine, tarihine ve Türk milletine yeni bir istikamet vermiş yeni bir ivme kazandırmıştır. Öbür parti liderlerinden ayrılan vasfı budur. Türkeş hem parti kurarak milliyetçiliği halka maletmeye çalışmış, hem de yazdığ kitaplarıyla, söylediği nutuklarıyla milliyetçiliği fikir hareketi haline getirmiştir. Onun Ziya Gökalp’ten, Nihal Atsız’dan, Zeki Velidi Togan’dan ayrılan yönü de iki cephede yani fikri ve siyasi alanda mücadeleyi göze alması ve başarılı olmasıdır.

    Sonuç olarak Türkeş’i şu şekilde özetlemek mümkündür: Türkeş Osmanlı ile Cumhuriyet arasında köprüdür. İslamla Türklük arasında bir köprüdür. Muhafazakarlıkla ilericilik arasında bir köprüdür. Mazi ile istikbal arasında bir köprüdür. Türkiye ile Türk dünyası arasında bir köprüdür. Hayatı boyunca Osmanlı ile Cumhuriyeti, İslamla Türklüğü, muhafazakarlıkla ilericiliği, mazi ile istikbali barıştırmaya çalışmıştır, barıştırmıştır da. Yetiştirdiği nesillerin fikrinde, zihninde ikiliği, çelişkiyi kaldırmış ve Türk Devleti, Türk milleti, Türk bayrağı, Türk tarihi, Türk kültürü, Türk dili ve İslam dini ve ahlakını yerleştirmiştir. Bu yüzden Türk Milleti ona sağlığında “Başbuğ” ünvanını layık görmüştür. Ayrıca umut olarak kabul edildiği Türkistan’da beş Türk devleti de kurulmuştur. Yaşarken bunları gördü ve mutlu öldü.

     

     

    TÜRKEŞ’İ ANARKEN

    Nevzat KÖSOĞLU*

    Alparslan Türkeş ve başında olduğu siyasi harekete yıllarca, her seviyeden saldıran, iftira boyutunda haksızlıklardan çekinmeyen bazı çevreler, son yıllarında ve hele ölümünün ardından, gönül okşayıcı sözler söylemeye başladılar. Bu değerlendirmelere göre, Türkeş ne kadar da çok değişmişti; yumuşamış, olgunlaşmış, uzlaşmacı bir devlet adamı olmuştu.

    Oysa, o gün de yanlış konuşuyor/yazıyorlardı, bugün de yanlış yazıyorlar. Çünkü, Türkeş’i tanımıyor, onun bağlandığı değerleri anla-mıyor; biraz da bu, bilmezlik yüzünden onun siyasi hareketinden ürküyorlardı.

    Türkeş hiç değişmedi; doğrusu, yanlışı ile, hep o inanmış, bağlanmış adamdı. Değişen dünya idi ve Türkeş bunu görüp değerlen-direbilen bir önderdi.

    1980 öncesinin dünyası ile 1990 sonrasının dünyası hiç, bir olur mu? Türkeş gibi, Türk milletinin geleceğini hür dünya içinde gören; devletinin ve milletinin bölünmez bütünlüğüne, yaşayacaksa kendi kimliği ile yaşaması gerektiğine inanmış; toplumun yükselmesinin, ancak kendi iman ve kültür çevresi içinde olabileceğini bilen bir önder, seksen öncesi ve doksan sonrasında, aynı tutumun, aynı siyasetin adamı olabilir miydi? Elbetteki, değişen dünyaya göre değişen tutum ve politikalar üretecekti. Siyaset ve devlet adamı dediğimiz de budur.

    Tabii, siyaset adamı vardır ki, hep iç politikayı görür, oradaki gelişmeleri kollar ve partisinin menfaatlerine göre politikalar üretir. Biz, bunlardan ne kadar da çok tanırız. Ama, Türkeş onlardan değildi; o, politikalarını hep mili planda düşündü ve çizmeye çalıştı; endişeleri, beklentileri hep bu ölçekte idi. İç politikada başarılı olduğunu söyle-yemeyiz. Bu bir noksanlık ise, bunun sorumluluğunu bütün toplum olarak paylaşmamızın kadirşinaslık olacağını düşünüyorum.

    Şundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın: doksanlı yıllarda Türkiye, seksen önceki gibi bir soğuk savaş ve fiili saldırı karşısında kalsaydı ve bunun arkasında Rusya yahut benzeri bir yayılmacı güç olsaydı; seksen öncesinin bütün acılarını ve 12 Eylül’ün zulmünü yaşamış olmasına rağmen, o, yine ve tereddütsüz ayağa kalkar, karizmasını kullanır ve ne tür mücadele etmek gerekiyorsa, o tarzın imkanlarını sonuna kadar değerlendirirdi. Benzeri bir tehlikeyi, görmezlikten gelenlere karşı, kişisel nezaketini de bir yana bırakıp, “Sakıp ağa çizmeyi aşma..” diye bağıran o idi.

    İşte Türkeş bu idi ve benim gözümde bunun için büyüktü. Değiştiği, yumuşadığı için güzelleşmemişti, inancı ve mukaddeslerine bağlanışındaki sağlamlık güzeldi ve onu büyük yapıyordu.

    Son yıllarında Türkeş’in uzlaşmacı, hoşgörülü, bütün kesimleri kucaklayan tavrı öne çıkmıştı; çünkü, Türk milletinin üstündeki kara bulutlar dağılmıştı; bütün Türk dünyasının ufukları açılmıştı. Şimdi artık, aynı toprağın çocuklarını birbirleriyle kavgaya icbar eden milli endişeler yoktu. Çünkü artık, Türk milleti ve Türk devleti bir tehdit altında değildi. Öyle ise, onun iktidarına talip olanlar diledikleri düşünceleri savuna-bilirlerdi. Savundukları Marksizm de olsa, bu fikirler artık, tarihi düşman bildiğimiz bir emperyalist gücün silahı değildir ve o insanlar bu düşman kuvvetin oyuncağı olmayacaklardır; doğru veya yanlış, savundukları şey Türkiye içindir.

    Şimdi artık problem, milli ve demokratik olmak çerçevesine girmiştir. Bunun da temeli, karşılıklı anlayış ve bilgi idi.

    Gelişmeleri bu mantık ve çerçeve içinde göremeyenler, rahmetli Türkeş’in, Nazım Hikmet’in o güzel şiirini okumasını şaşkınlık içinde dinlemişlerdi. Ve, ona yıllar boyu, üslupsuzca saldıranlar, “Türkeş ne kadar değişti” yahut, “Türkeş güya politika yapıyor” diye, bilmiş, bilmiş kafalarını sallamışlardı.

    Türkeş’in imanını paylaşanlar, onu iyi değerlendirebilirlerse, siyasi hareketimizin geleceğine ilişkin perspektif ve ilkeleri de sağlıklı olarak tesbit edebileceklerdir.

    Bu yazıyı, Türkeş’in kişiliğindeki önderlik vasıflarını yansıtan iki hatıramı anlatarak tamamlayacağım:

    Türk siyasi hayatında güzel söz söylemek, nutuk çekmek hala çok önemli bir faktördür. Bugün, bunu yanlış bulmuyorsam da, mübalağalı ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Hele 1965’li yıllarda, hitabetin, liderliğin baş niteliği olduğunu düşünürdük. Ayrıca lider çok şeyi, mümkünse her şeyi bilmelidir; sohbeti tatlı, çehresi beşuş ve yumuşak olmalıdır... Bu nitelikler, bugün de, bir liderin kitleler önündeki başarısı için, ilgili profesyonellerce zaruri görülmektedir. Buna bir diyeceğim yok.

    Fakat, ben bu nitelikleri yazarken, tanıyanlar, rahmetli Dündar Taşer Ağabe’yi anlatır gibi olduğumu anlayabilirler. İşte, gazetecilik yaptığım l966 yılının bir gününde, gazetemizin Ankara bürosunda rahmetli Dündar Ağabey’i ile sohbet ederken böyle düşünüyorduk. Kendisine sorduk, sen, bütün bu nitelikler bakımından Türkeş Bey’den daha üstünsün, niçin sen lider değilsin de, onun arkasındasın?

    Dündar bey için cevapsız soru yoktu. Gülümsedi ve bütün bu söyledikleriniz doğru da olabilirdi. Ancak, lider insan, herkesindüştüğü yerde, kalkıp yeniden yürüyebilen insandır. Türkeş de budur, dedi.

    Söylediğim gibi, Dündar Bey için cevap verilemeyecek soru yoktu. Bu cevabını da, Fuzuli’nin “Gördüm ki cevaptan gayri nesne vermezler” cinsinden verilmiş güzel bir cevap diye algıladık ve tabii üsteleyemedik.

    Aradan ne kadar zaman geçmişti, bilemiyorum. Büyük Millet Meclisi’nde, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin grup odasındaydık. Parti başkanı olan Türkeş Bey masasında oturuyordu. Rahmetli Galip Erdem Ağabey’i bir koltuğa oturmuştu, ben de yanında idim. Muzaffer Özdağ, Numan Esin, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ve galiba şimdi hatırlayamadığım bir iki kişi daha vardı. Hepsi milletvekili idi; milli bakiye sisteminin imkanı ile CKMP’den Meclise girmişlerdi.

    O zaman Adalet Partisi’nde olan milliyetçiliğin büyük isimlerinden Prof. Osman Turan’ı partiye geçirmek istiyorlardı; son derece heyecanla onu beklediklerini görüyordum. Belli ki, büyük hamleler yapmanın hayalinin kuruyorlardı. Darbe ile iktidara gelip, şimdi demokrasiye soyunmuş olan bu milliyetçi insanlar, şimdi demokratik yöntemlerle de büyük atılımların hesabını yapıyorlardı.

    Osman Hocayı getirmekle, Osman Yüksel Serdengeçti görevlendirilmişti. Kapıdan içeri girdiler. Herkes saygı ve heyecanla ayağa fırladı. Benim genç yüreğimi de tahmin edebilirsiniz. Yalnız Galip Ağabeyi, çok sakin, hatta biraz yavaş, birbirine doladığı bacaklarını çözmüş ve saygı ile ayağa kalkmıştı. Galip Ağabeyi, o üslubu ile o salona uymuyor gibi idi.

    Konuşmalar başladı. Tamyeridir: Ben ölüp ölüp diriliyordum; Galip Ağabey’i sigarasını içiyordu. Konuşmalar gittikçe uzuyor ve insanoğlunun bildiği hemen her alana girip çıkıyordu. Fakat Osman Hoca, evet demiyordu. Öyle anlar oluyordu ki, Türkeş Bey ayağa kalkıyor, giriş beyannamesini Osman Hoca’nın önüne koyuyor, imza için kalemini veriyor ve biz tamam diyorduk; ama, Hoca evet demiyordu.

    Ben nokta olmuş gibi idim; Galip Ağabey de, herhalde empresyonist bir resme dönmüştü. Herkes yorgun değil bitkin bir halde idi; odayı karanlık ve soğuk bir hava gittikçe kaplamıştı. Konuşmalar azalmış, sesler yavaşlamıştı. Osman Hoca evet demedi ve bilemiyorum kaç saat sonra, O.Yüksel Serdengeçti ile birlikte odadan çıktılar.

    Hayaller yıkılmış, bina çökmüştü. Hangi sıra ile konuştuklarını hatırlamıyorum; odadakiler birer birer söz alarak, bu işin yürüme-yeceğine, kendisinden milliyetçilik öğrendikleri bir insanı bile ikna edemedikten sonra, artık yapılacak bir şeyin kalmadığına dair fazla uzun olmayan etkili konuşmalar yaptılar. Salona ağır, karanlık bir sükut çöktü. Benim dünyam yıkılmıştı. Türkeş’in ayağa kalktığını gördüm; elini sertçe masaya vurdu, “Devam edeceğiz arkadaşlar, zafer bizim olacaktır” dedi ve paltosunu giyip gitti. Galip Ağabeyi’nin, koltuğa şöyle bir yayıldığını gördüm. Üstümden bir depremin bütün enkazı kalkmıştı. Ayağa kalktım; Galip Ağabey’le birlikte hiç bir şey konuşmadan ve iki mutlu insan olarak o odadan çıktık, gittik.

    Ben, bu olayı yaşadıktan sonra; Dündar Ağabeyi’nin söylediklerinin anlamını kavrayabilmiş miydim, bilemiyorum. Ama, ikinci bir olay var ki, aptala lafın tamamını anlatır nitelikte idi ve ben anla-mıştım.

    1977 seçimlerinin hazırlıklarını rahmetli Gün Sazak Bey’le birlikte yürütüyorduk. Ben daha önce de bir seçim çalışması geçirdiğim için biraz daha tecrübeli idim; ama, Gün Bey’in yaptıklarını yeniden gözden geçirmeyi de saygısızlık gibi gördüğümden, fazla dikkat etmiyordum.

    O gün, akşam saat on yediye kadar, gerekli bütün listelerin hazırlanarak Yüksek Seçim Kurulu’na teslim edilmesi gerekiyordu. Biz de, evrakları tamamlayıp, öğleden sonra kurula teslim etmiş, Partideki odamızda sohbet ediyorduk. Telefon çaldı,Yüksek Seçim Kurulu’ndan Sabahat hanımın görüşmek istediğini söylediler. Sabahat hanım kurulda sekreterdi. “Nevzat Bey, ne yaptınız? dedi.” “Hayrola?” dedim. “Senato seçimine ait listeyi noksan yazmışsınız; saat on yediye kadar yazıp yetiştiremezseniz, seçimlere girmeniz tehlikeye girer” dedi.

    Koca bir daktiloyu kapıp masaya geçtim, kağıt getirin,dosyaları getirin, listeleri getirin, getirin, getirin... Ne olduğunu kimse anlaya-mamıştı; benim de anlatmaya vaktim yoktu; paldır küldür daktilonun tuşlarına vuruyordum. Saat on altı otuz idi, bu vakit içinde listeleri yetiştiremezsek, sadece senato seçimleri değil, milletvekilleri seçimine de giremeyecektik.

    Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreter yardımcısı İsmail Hakkı Birler ve partili arkadaşları; koltuklarına yayılmış, kahvelerin içiyorlardı. Saat on yedi on beş idi. Durumu haber almış ve sağlıklı bir zabıt tutulabilmesi için orada bekliyorlardı. Dosya teslim edildi, on yedi beş olarak zabıtlar tutuldu, imzalandı; çıktık.

    Onca emek ve meşakkatle gelinen bir noktada, on beş dakikalık bir gecikme ve ihmalimizden ötürü MHP seçimlere giremeyecekti. Arabada, Gün Bey “Seçimlere giremezsek, ben artık bu memlekette yaşayamam” dedi. “Nereye gideceksen beni de götür” dedim. Başka bir şey konuşmadık.

    Parti ayağa kalkmıştı; bir felaketin dolaştığını herkes anlamış ama ne olduğunu kestirememişlerdi. Genel Başkan durumdan haberdar edilmiş, o da hemen partiye gelmişti; ama, ne olduğu konusunda kimse bir şey söyleyemiyordu.

    Gün bey önde, ben arkasında odasına girdiğimizde, ellerini masaya dayamış, ayakta, öne doğru uzanmış bir halde ve sanki bütün vücudu ile soruyordu: Ne oldu?

    Gün Bey, bütün gücünü toplayarak, bitkin bir sesle, "Efendim, galiba seçimlere giremeyeceğiz” dedi. Başka bir açıklama yapmadı, Türkeş Bey de sormadı, ancak, yüzünden bir siyah bulutun geçtiğini gördüm. Sadece bir andı. Yumruğunu masaya vurdu; “Canınız sağ olsun, seçimlere bağımsız girer kazanırız” dedi.

    O an, benim duygularım kilitlendi; Dündar Ağabeyi’yi hatırladığımı biliyorum. Gün Bey’le koltuğa çöktük. “anlatın bakalım, ne oldu? dedi.

    O zamana kadar olanlar da, ondan sonra olacaklar da artık benim için önemli değildi. Olanlar olmuştu ve ben iman yenilemiş bir mü’min gibi, diri, taptaze idim.

    Yüksek Seçim Kurulu, bu kadarcık bir gecikmenin, bir siyasi partinin seçimlere girmesini engellemesinin, kanunun ruhuna uygun olamayacağı, kararını vererek, önümüzü açmıştı.

     

     

    ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN DİN ANLAYIŞI VE İSLAMA BAKIŞI

    Abdurrahman KÜÇÜK*

    GİRİŞ

    Milletlerin hayatında “din”in önemli bir yeri vardır. Bundan dolayı millet ve kültür tariflerinde “din” belirleyici unsur sayılmıştır.

    Türk Milleti’nin hayatında ve oluşumunda “din” önemini hep korumuş; Türk Kimliği’ni belirleyen unsurlardan birisi olmuştur. Bundan dolayı toplumu tanımak ve onlarla ortak bir zeminde buluşmak isteyen liderler, “din gerçeği”ni görmemezlik edememişlerdir. Bu gerçeği görme birkaç şekilde kendini göstermiştir. Bunlardan biri; ya karşı olmak veya tamamen “söylemleri”nin onun üzerine oturtarak dini siyaset malzemesi yapmaktır. Diğeri de; dinin millet hayatındaki önemini kavrayarak, onun “iki tarafı keskin bir kılıç” gibi olduğu şuurunda bulunarak, yerli yerine oturtmak, orta bir çizgiyi tutturmaktır. Bu sonuncu anlayış dinin toplum hayatında barış ve hoşgörüyü sağlama amacına da hizmet eden bir anlayıştır. Bu anlayışın tutturulması dinin mesajının doğru anlaşıl-masıyla yakından ilgilidir. Bu ilginin kurulması için “orta yol”un benimsenmesi önem taşımaktadır.

    Dinden beklenenin alınması için de, sınırlarının iyi çizilmesi, aşırılığa varmadan, ifrat ve tefrite düşmeden, değeri ve özü kaybe-dilmeden yapılması lazımdır. Merhum Alparslan Türkeş, bizzat yazdığı kitaplarda, kendi adını taşıyan ve kendisi ile bağlantısı bulunan eserlerde dini din yerinde görmüş, ifrat ve tefrite karşı olmuş, olması gereken konumunda dinin olmasını istemiştir. O, dini siyasete aleti yapmayı düşünmemiş ve siyasete malzeme yapmak isteyenlere de iyi gözle bakmamıştır.

    a) Din Anlayışı

    Türkeş, Milli hayatında dinin önemli bir yeri olduğunu belirtmekte ve dini lüzumlu bir müessese olarak görmektedir. Onun din ve İslam Dini hakkındaki görüş ve düşüncleri şu ifadelerinde net olarak ortaya çıkmaktadır: “İnsanlar inanç sahibi olmak ihtiyacındadırlar; inanmak ihtiyacındadırlar. İnançsız insan boş bir kabuk gibidir. İnançsız insan pusulasız, dümensiz gemi gibidir. En eski çağlardan beri insan toplulukları gerek kainat hakkında, gerek sürdürdükleri yaşayışla ilgili olarak belirli inançlara göre münasebetlerini, yaşa-yışlarını düzenlemişlerdir.

    Her toplumun bir dini vardır. Din, insanlara nasıl hareket etmesi gerektiğini, birbirleri ile en iyi münasebetleri ne şekilde yürütebileceklerini ve insanlara mutluluk sağlama yollarını göste-ren bir inançlar topluluğudur. Her toplumda din müessesesi olagelmiştir. Din müessesesi içtimai bir müessesedir. Hiçbir toplumun dinsiz bulunmadığını ve dinsiz yaşamadığını bugün tespit etmiş durumdayız...”1

    Dinin millet hayatındaki yerini ve önemini vurgulayan Türkeş, dini afyon sayanlara da şu ifadelerinde cevap vermiştir. “Milletler dinsiz yaşayamaz. Her milletin dini vardır. Din toplum içinde sosyal bir müessesedir. Bu müesseseyi hiç bir toplum, hayatından söküp çıkaramamıştır. Komünistler, din düşmanıdırlar ve derler ki; “Din milletleri uyuşturan bir afyondur”. Fakat onlar bile bunu söküp atamamışlardır... Toplumun hayatını mutlu kılan, kılmayı düşünen, toplumu yüceltmek isteyen aydınlar bunu nazarı dikkate almalıdırlar. Bunu size ilmi olarak söylüyorum. Bir de işin öteki cephesi var. Dinin insanları kötü yoldan çeviren, mutluluğa götüren esasları olduğunu kabul ediyoruz. Bunu maksatlı olarak istismar eden satılmış cahiller, İslamiyeti kötülemektedirler. Demek ki Dokuz Işığın temel kaynaklarından birisi budur; Türklük gurur ve şuuru, İslam imanı, ahlak ve faziletidir. Yani Türk-İslam ülküsüdür”.2

    Türkeş’in ülküsü; Türk Milletinin varlığını korumak, onu yüceltmek ve dünya milletleri arasında seçkin bir yere oturtmaktır. O, Türk Milletinin kurtuluşunu ve yükselişini dini inanışlar ile milliyetçilik ülküsünde görmüştür. Türk Milletini yüceltecek gücün de “milliyetçilik” olduğunu vurgulamıştır. Milliyetçilik’i de; “Türk Milletini, Türk Vatanını ve Türk Devletini sevmek, bunların iyiliği ve yükseltilmesi için köklü bir ihtiras ve şuur sahibi olmak” şeklinde tarif etmiştir.3

    Türk Milletini en ileri, en medeni, en kuvvetli bir varlık haline getirme ülküsüne sahip olan Türkeş; milliyetçiliği, “herşey Türk milleti için, Türk Milleti ile beraber ve Türk milletine göre sözleriyle özetle-nebilecek, Türk Milletine bağlılık, sevgi ve Türk Devletine sadakat ve hizmettir”4 diyerek açıklamaktadır.

    b) İslam’a Bakışı

    Türkeş, Türk Milletinin yükselişini ve ona hizmeti, maddi ve manevi unsurda görmekte; Türkçülük, Milliyetçilik anlayışını da manevi şuurlanmaya bağlamaktadır.5 O, Türk Milletinin güç kaynağı olarak, bin yıldan beri kabul edip benimsediği İslam’a büyük yer ayırmaktadır. Türk Milletini meydana getiren fertlerin yaşama felsefesine ve ahlak görüşüne İslam’ın yön verdiğini, İslam’ın hakiki çehresi ve yüksek prensipleriyle ele alınmasının Türklüğe yeni bir güç ve hız vereceğini vurgulamaktadır. Türklük ve İslam’ı birbirine zıt veya düşman görmenin hem Türk Milliyetçiliği hem de İslam için zararlı olduğuna dikkat çekmiştir. Bunları birbirinin karşısına çıkaran insanların; ya bilgisiz, ya gaflet içinde veya Türk Milleti’ni yıkmak isteyen kötü emellerin hizmetçisi olduklarını belirtmektedir.6

    O, İslam’ın Türk Milleti için, Türk Milleti’nin de İslam için önemini her zaman ve her vesileyle ortaya koymuş; Türk medeniyetinde ve Türk Milleti’nin yükselişinde İslamî değerlerin önemini vurgulamıştır. Şu ifadelerinde onun bu anlayışı kendisini göstermektedir: “Türklük gurur ve şuuru ile İslam ahlak ve fazileti, milletin kurtuluş ve yükselişinde temeldir. Bu mazide böyle olmuştur, gelecekte de böyle olacaktır.”7

    Türkeş, Selçuklular’da olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yayılış felsefesinin Türk Milleti’nin hasletleriyle, İslam’ın faziletine dayandığını belirtmektedir.8 Bu görüşüyle o, hem Selçuklu Medeni-yeti’nde hem de Osmanlı Devleti’nin temel felsefesinde İslam’ın önemli bir yere sahip olduğunu ortaya koymuş olmaktadır. Ona göre medeniyetler, para ile değil, ilimle, imanla ve ahlakla kurulmakta; parasızlıktan değil ilimsizlikten ve ahlaksızlıktan çökmektedir.9

    Alparslan Türkeş; Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımın sebeplerinin başında ahlaki buhranı ve toplumu saran manevi boşluğu görmekte; Türk Milleti’ni bu boşluktan kurtarmak için nesillerin manevi yönden güçlendirilmesi, ahlaki zenginliğe ulaştırılması ve dini yönden bilgilendirilmesi gerektiği üzerinde durmaktadır.10 O, kalkınmanın manevi temelini, iman ve ahlaka bağlamakta ve buna, siyaset aracı olarak değil, samimi olarak inandığını şöyle belirtmektedir: “Türklük gurur ve şuuru ile İslam ahlak ve faziletine, oy toplama endişesi ve siyaset riyakarlığının üstünde kalarak samimiyetle bağlıyız. Türklük gurur ve şuuru ile islam ahlak ve fazileti, milletimizi meydana getiren manevi unsurların tam ve ahenk içinde birleşmesidir. Maddi kalkınmamız ancak böyle bir yüce temel üzerinde yükselirse bir mana taşır, bir değer kazanır, Milliyetsiz bir yükselmenin, ahlaksız bir kalkınmanın imkanı yoktur... Pek az olmakla birlikte, bazı kimselerin milliyetçilikle İslamiyeti çatıştırmaya çalıştıklarını görmekteyiz. Böyle bir tutum yanlıştır, abestir, cahilliktir, şuurlu bir şekilde yapılıyorsa ihanettir, nifaktır. Mücadele, farklı, hatta birbirine düşman mefkureler arasında olur. Halbuki Türklükle, İslamiyet bin yıldan beri aynı mukaddes potada kaynaşmış, etle tırnak misali ayrılması imkansız bir hale gelmiştir. Türk Milleti, Müslüman olmakla içtimai nizamın ve dini hayatın en yüce değerlerini kazanmış ve İslam, Türk Milleti ile, emsalsiz yiğitlik ve iman aşkına sahip bir mücahit bulmuştur... “Türk müsün, Müslüman mısın?” gibi sorular cehaletten ileri geliyorsa aptalcadır. Aksi taktirde haincedir. Milliyetçiliği reddeden bir “dincilik” anlayışı ve İslamiyete düşman bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır, bizim dışımızdadır...”11

    Türkeş, dini, insanın ve toplumun ayrılmaz bir vasfı, bir ihtiyacı olarak görmüştür. O, inançsız insanı bir kabuk gibi, pusulasız ve dü-mensiz bir gemi gibi tanımlamıştır. Her toplumun bir dini olduğunu belirtmiş ve dini, “insanlara nasıl hareket etmesi gerektiğini, birbirleriyle en iyi münasebetleri ne şekilde yürütebileceklerini ve mutluluk sağlama yollarını gösteren bir inanç topluluğudur” şeklinde tarif etmiştir.12 Her toplumda din müessesesinin olduğu, dinsiz toplumun bulunmadığı ve dini afyon sayan görüşlerin bile yeniden dine itibar etmeye başladığı ve toplumlarda dinin önemli yeri bulunduğu vurgulanan görüşlerdendir. Bu arada Türk Milleti’nin hayatında dinin büyük yeri olduğu, tarihleri boyunca Türklerin çeşitli dinleri kabul ettiği ve bin iki yüzyıl önce İslam’la tanıştığı, İslam’ı kendi bünyelerine, kendi tarihi gelişmelerine çok uygun bir din olarak gördükleri, büyük bir iman ve heyecanla İslam’ı benimsedikleri ifade edilmiştir. İslam’ın Türklere yeni bir heyecan, yeni bir enerji, yeni bir hareket verdiğini ve bu duygularla büyük devletler kurduklarını, Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin bunun bir misali olduğunu belirtmektedir.13

    Türk Tarihini Türkeş, İslam’ı kabul etmeden önce ve İslam’ı kabul ettikten sonraki dönem olarak ikiye ayırmaktadır. İslam öncesi dönem Orta Asya’da cereyan etmiş dönemdir. Bu dönemde de Türkler’in, Orta Asya’nın Hindistan ve Batı bölümlerine kadar yayıldığı, büyük mücadelelerle büyük devletler ve büyük medeniyetler kurduğunu belirtmektedir. İslam’ı kabul ettikten sonraki dönemde ise Türklerin Batı’ya doğru yayıldıkları; Batı Asya’da, daha sonra Avrupa’da ve Afrika’da kendilerini gösterdikleri, eserler vücuda getirdikleri ve faaliyette bulundukları ifade edilmektedir. Türk tarihinin en büyük devletlerinin ve en görkemli medeniyetlerinin Batı’da doğduğunu, bunların Selçuklu ve Osmanlı devletleri olduğu vurgulanmaktadır.14

    Türkeş, büyük devlet ve medeniyetlerin sadece silah gücüyle, sadece kan dökerek kurulamayacağı, kurulsa da uzun süre yaşatı-lamayacağı kanaatindedir. O, insan topluluklarının meydana getirdiği en yüksek eser ve en yüksek kurumun devletler olduğunu belirtmektedir. Bu devletlerin kurulabilmesinde her şeyden önce inanç sahibi olmak, ülkü sahibi olmak, yüksek ahlak ve teşkilatçılık gücüne sahip olmak ile mümkün olduğunun altını çizmektedir.15

    Devletlerin yaşamasını kuvvetli olmaya bağlı gören Türkeş, kuvvetli olmak için saydığı şartlar arasında ahlakla, maneviyatla yükselmeyi de saymaktadır.16

    Türkeş, Türk Milleti’nin, Allah tarafından yüksek vasıflarla yaratılmış bir millet olduğunu17, bir bütün teşkil ettiğini, hangi mezhepten olursa olsun aynı dinin mensupları ve aynı milletin çocukları bulun-duğunu, fakat düşmanın bölmeye çalıştığını, parçalama yoluna yönel-diğini belirtmekte ve “bölünmez çelik bir kitle halinde bulunmak mecbu-riyetinde” bulunmamız gerektiğini vurgulamaktadır.18

    Dini bir ihtiyaç olarak algılayan Türkeş, bu konuda şöyle demektedir: “Her insanın içinde kendisinin dürüst yolda olmasını kontrol edecek, başkalarına zarar vermeden yaşamasını hatta başkalarına faydalı olacak şekilde, başkalarının sıkıntılarını giderecek şekilde faaliyetlerini düzenlemesini sağlayacak bir inanç kaynağına sahip olması gerekmektedir. İşte bu inanç kaynağını insanların içine yerleştiren dindir. Türk Milleti’nin bin iki yüz yıldan beri dini İslamiyettir ve bu İslamiyet toplumumuzun mutluluğunu sağlamaya yetecek inanç kaynağıdır. Bu kaynak kutsal bir kaynaktır. Bu kaynak verimliliğini ve kudretini geçmiş tarihte ispat etmiş olan bir kaynaktır. Bu kaynağın bugün de toplumumuzun düzenlenmesi için, insanlarımızın mutlu olması için tekrar yerini alması ve yerine konulması gereklidir.”19

    c) Din Eğitimi ve Öğretimine Yaklaşım

    Türkeş, İslam’ın, en son ve en mükemmel bir din, insanlar arasında kardeşliği, insanların birbirlerini sevmelerini, adaleti gözetmeyi ön gören ilahi bir din olduğunu ve Türk Milleti’ne kuvvet verdiğini, Türklerin onunla dünyaya nizam verdiklerini kaydetmiştir. O, İslam’ın, vicdan hürriyetini temel aldığını, başka din ve inanç sahiplerine karşı zulmü ve zor kullanmayı reddettiğini belirtmektedir. İslam’ın müsa-mahasına ve getirdiği insani esasların Türk Milleti’nin tarihinden getirdiği değerlerle beraber büyük bir güç kaynağı oluşturduğuna yer vermektedir.20 Türkeş, Türk Milleti’nin dinsiz yaşayamayacağını,21 dinin öğretilmesinin gerektiğini, öğretilme yerinin okullar olduğunu, Din Bilgisi dersinin ortaöğretimde, mecburi olarak 3 saat okutulması, İmam-Hatip Liseleri bünyesindeki ortaokullarda olduğu gibi Kur’an-ı Kerim dersinin seçmeli dersler arasına alınması gerektiğini kaydetmiştir.2 2

    Dini toplum için önemli ve lüzumlu gören Türkeş, dini bilgilerin ilkokulların ilk sınıfından başlamak suretiyle, okullarda verilmesinin gerekli olduğu kanaatindedir. O, bu kanaatini şu şekilde belirtmektedir. “... İlkokullardan itibaren Müslüman bir toplum olan Türk Milleti için çocuklarımıza İslam’ın temel esasları hakkında bilgi vermek, onları yetiştirmek mutlaka gereklidir. Gerek aile yuvasında, gerek okullarda çocuklarımıza toplumumuzun dini terbiyesini ve dini esaslarını öğretmek, vermek gereklidir. Çocuk belirli çağa geldikten sonra kendi hayatına kendi yön verir; o zaman istediği dini faaliyeti yapar veya yapmaz. Fakat müslüman bir toplum olan Türk toplumu mensup olduğu dini terbiyeyi almalı ve kendi toplumunun dini esasları hakkında geniş bilgi sahibi olarak yetişmelidir... Laiklik ilkesini tam olarak gözetilmesi ve çocuklarımızın ilkokullara başladıkları çağlardan itibaren sağlam bir din eğitimi görerek din bilgisi sahibi olmaları ve toplumumuzun dini terbiye ile yetişmeleri, yurdumuzun kalkınması ve milletimizin mutluluğu için önemli bir gerektir.”23

    Bunun yanında Türkeş, günümüzde tartışılmakta olan bir konuya da, yıllar önce, açıklık getirmiştir. Eğer onun işaret ettiği şekilde konuya yaklaşılmış olsaydı belki bugün, din eğitimi-öğretimi konusunda da İmam-Hatip konusunda da bir zıtlaşma, bir tartışma, bir kutuplaşma olmayacaktı. Çünkü bazı konular, ihtiyacı ve gerekliliği ortaya konulmadan, ülkenin ve Türk Milleti’nin ihtiyacı göz önünde bulun-durulmadan konuya günü birlik, bazen de, karşılıklı olarak, siyasi ve ideolojik yaklaşıldığı için orta bir yol tutturulamamış, meseleye ilmi ve ihtiyaca göre bir çözüm bulunamamıştır. Onun bu konuya çözüm olacak önerisi şöyledir: "...Bütün dünya devletleri, bahusus Hıristiyan devletler vatandaş terbiyesinde dini birinci planda tutarken, Türkiye’de yıllardan beri bir “din korkusu” hüküm sürmekte, Türk çocuklarına Hıristiyan vatandaşlarımıza sağlanan haklar dahi çok görülmektedir.

    Bugünkü eğitim sistemimiz içerisinde, Orta öğretimdeki seçmeli dersler arasında, İmam-Hatip okullarının uyguladığı şekilde, Kur’an-ı Kerim dersi de alınmalı, Din Bilgisi dersi de mecburi olarak üç saate çıkarılmalıdır. Türk vatandaşı çocuğunun dini terbiyesini Devletten beklemektedir. Devletin vazifesi de “iyi insan ve iyi vatandaş” yetiştirmektir.”24

    Bu teklif gerçekleşirse; hem insanımız, dini okullarda öğrenme imkanını kazanacak hem dini bilgi edinmek için belirli kurumlarda yığılma olmayacak hem çocuklarımızın ve gençlerimizin “din eğitimi-öğretimi” maskesi altında yanlış bilgi edinmesi ve yanlış şekilde şartlanması önlenmiş olacaktır. Bu, insanların doğruda, orta biryerde buluşmasının, dini cehaletten kurtulmasının ve birbirine hoşgörü göstermesinin şartı gibi görünmektedir.

    Laiklik konusunda hassas olan Türkeş, dini eğitimin-öğretimin okullarda verilmesini Laikliğe aykırı görmemekte ve Laiklik anlayışını şöyle belirtmektedir: “Laiklik ilkesi, devlet işleriyle din işlerinin ayrı tutulmasını ön görmektedir. Laiklik, insanların, vatandaşların dini faaliyetlerine karışmak, dini yaşayışlarına baskı yapmak anlamına alınamaz. Bizde uzun zaman bu ilke,dine baskı olarak kullanıl-mıştır. Laikliği, devlet işleriyle din işlerinin ayrı tutulması görüşü olarak kabul etmek ve bugün bu ilkeyi muhafaza etmekte yurdumuz için yarar vardır. Bu, toplumumuz için din müessesesi gerekli değildir anlamına gelmez. İnsanlar kendi inançlarında hürdürler, kendi yaşayışlarında inançlarına göre dini faaliyetlerini düzenlemekte, yapmakta hürdürler. Bunu yaptıklarından dolayı hiç kimse onları rahatsız edemez, yapmadıklarından dolayı da hiç kimse onlara karışamaz, onları rahatsız edemez.”25

    Dünyada ve Türkiye’de bazı çevreler, Müslüman ülkelerin geri kalmışlığını İslam’a yüklemişlerdir. İslam’ın ilme ne büyük yeri ve önemi veren yegane din olduğunu görmezlikten gelenlere de Türkeş’in cevabı olmuştur. O, geri kalmanın dinle alakasının olmadığını, olsa bile bunun dinin cahil din adamlarınca yanlış telkin edilmesinden kaynaklandığını; İslam’ın Batı’yı etkilediğini, Orta Çağdaki Medeniyetin Müslümanların sayesinde kurulduğunu, Batı’daki ilmi gelişmelerin Türkler sayesinde olduğunu belirtmektedir. Ona göre Avrupalıların ileri gitmesinin sebebi Hıristiyanlık ve Türklerin geri kalmasının sebebi de İslam değildir. İslam’ı kasten kötülemek isteyenlerin ve İslam’ı istismar edenlerin bu yolu seçtiği Türkeş’in vurguladığı görüşlerdendir.26

    Toplum için dinin lüzumuna ve önemine inanan Türkeş, taassubun zararı üzerinde durmakta ve taassubu iki kısma ayırmak-tadır. Bunlardan biri, din adına taassup, diğeri de, “din taassubu düşmanlığı”dır. Bu ikincisini Türkeş, birincisinden daha tehlikeli görmekte ve her iki taassubun da zararlı olduğunu şöyle belirtmektedir. “...Kör bir taassup, hangi alanda olursa olsun,tehlikeli ve zararlıdır. Böyle bir taassup bulunan kafa ve ruhlarda mutlaka karanlık vardır. Aydın bir zihniyetin baş vasıflarını ise, ideal ve aklı selim olduğu şüphe götürmez bir hakikattir.”27

    Türkeş, insanlık ve özellikle Türk Milleti’nin kör taassuplar yüzünden çok büyük felaketlere ve ızdıraplara uğradığını, bunu “yalnız dini taassuplardan ileri geldiğini zannetmenin hata olacağını belirtmekte ve buna şöyle açıklık getirmektedir. “...Uğranılan felaketler, sefillerin, hainlerin cehaletten faydalanarak, istismar için meydana koydukları her alandaki her çeşit kör taassuplardan ileri gelmiştir. Bunun için her çeşit mezhep, fikir ve parti softalarının her alanda, yaratmaya ve tahrik etmeye çalıştıkları kör taassuplara karşı, Türk Milleti’ni uyarmak ve muafiyetli bulundurmak, temkinli ve mutedil her Türk aydınının baş vazifelerindendir”.28

    Türkeş, İslam’ın, ilmi ve tekniği, ilerlemeyi, yükselmeyi emreden bir din olduğunu, kör taassubu tasvip etmediğini; en ileri ve en gelişmiş insanlar arasında kardeşliği, insanların birbirini sevmesini, insanlar arası münasebetlerde hakkı ve adaleti gözetmeyi ön gören ilahi bir din olduğunu; Türk Milleti’ne kuvvet verdiğini belirtmiştir.29

    Dini bir ihtiyaç, insanların ve toplumların ayrılmaz bir vasfı gören Türkeş, onun gerçek anlamda öğretilmesini, okullarda öğretilmesini istemekte, İslam’ın en son ve ekmel din olduğunu, Türk Milleti’ni faziletli ve başarılı kıldığını ifade etmektedir. O, insanların fazilet sahibi olmasını ahlaklı olmaya, ahlaklı olmayı İslam’ın emirlerini iyi anlayıp uygulamaya bağlı görmekte ve geliştirmek istediği anlayışı şöyle açıklamaktadır: “Ben, Türk Milleti’ni, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum.

    Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak yolu, hakikat yolu, Allah Yolu’na çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum: Yeniden maneviyata dönüş...”30

    Türkeş’in vurguladığı ahlak, fazilet, adalet İslam’ın temel ilkeleridir. “Din güzel ahlaktır”, “Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim” hadislerinde Hz. Muhammed (s.a.s.), ahlak ve faziletin önemini vurgulamıştır.

    Kur’an’da Allah, emanetleri ehline vermeyi ve insanlar arasında adaletle hükmetmeyi emretmektedir.31 Türkeş’in bu tesbitleri ve vurguladığı hususlar İslam’ın istediği ve insanları yerine getirmekle yükümlü kıldığı hususlardır.

    Türkeş, bunlarda, sadece ilmi, ilmi bilgiyi, Kur’an ve Hadisleri mürşit kabul etmeyi öğütlemektedir. İslam’ı doğru anlama, ana kaynaklarından ve okullardan öğrenme, siyaset ve şahsi çıkar konusu yapmama onun hassas olduğu hususlardandır. O, her konuda olduğu gibi din konusunda da aşırılıklara karşıdır. Dini doğru anlamaya önem vermektedir. Merhum Alparslan Türkeş, 1980 İhtilali’nden sonra Sıkı-yönetim Mahkemesi’ndeki savunmasında dini tavrını, İslam inancını, sabır ve tevekkül anlayışını şu ifadeleriyle ortaya koymaktadır: “Elhamdülillah inanmış samimi bir müslümanım, fanilik hissine aşinayım. Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu biliyorum. Şu anda burada bulunuşumuz da, inanıyorum ki her şeyden önce bir kader tecellisidir, ilahi bir imtihandır. Sabır ve şükürle karşılıyor ve bu imtihandan da yüz akıyla çıkmayı bize nasip etmesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum. Rahmet ve şaşmaz adalet ümidimiz yalnız Allah’tandır. Ben burada önce Allah’ın huzurunda, sonra tarihin ve milletin huzurunda olduğumun huşuu, mesuliyet ve vakarı içinde konuşacağım. Benim için bir hesap verme bahis konusu ise, o hesabı milletime ve tarihe vereceğim. Türk Milleti’nin vicdanında teşekkül edecek olan hüküm ve tarih hükmü, mahkemenin hükmünden önde gelir. Huzur-u İlahiye yüz akıyla çıkmaktan başka hiçbir endişeye gönlümde yer yoktur. Hiç kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyacım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız hak ve hakikat namınadır. Yalnız mülkün temeli olan adalet namınadır. Yalnız milletim ve devletim içindir.”32

    Türkeş’in din konusundaki hassasiyeti, dine verdiği önem Genel Başkanlığı’nı yaptığı MHP’nin programlarına da yansımıştır. 1987 yılında hazırlanan MHP Programı’nda dinin mukaddes bilindiği, dine önem verildiği ve zarar görmemesi için hassas davranılması gerektiği vurgulanmaktadır. Programda MHP’nin milletimizi “millet” yapan milli ve manevi değerlerin gelişmesine katkıda bulunmayı ve bunu da iktidarlara göre değişmeyen milli bir politika haline gelmesini sağlayacağı, milli ve manevi değerlerin yaşanılır hale getirilmesi için araştırma ve geliştirme kurumlarının kurulacağı yer almaktadır.33 Temel Hak ve Hürriyetlerin korunması da MHP’nin hedefleri arasındadır. Bu durum şu paragrafta özetlenmektedir: “Hiçbir kişi, aile, zümre veya sınıfa imtiyaz tanımayan, herkesi dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımı gözetmeksizin kanun önünde ve temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasında eşit sayan bir inancı benimser.”34

    MHP, “Din ve Vicdan Hürriyeti”ne de büyük önem atfetmekte, onu milli birlik ve beraberliğin zaruri bir şartı olarak görmektedir. MHP’nin Din ve Vicdan Hürriyeti, Parti Programı’nda şu şekilde belirtilmektedir: “Din ve Vicdan Hürriyetinin esası, istisnasız her insanın herhangi bir dine inanmak ve inanmamak hür iradesi ile seçmiş olduğu bir dini hiç bir harici baskı, tehdit, kınama ve ayıplama, kayıt ve şarta uğramaksızın serbestçe yaşamak, hayatını inanç hükümlerine göre düzenleyebilmek hakkıdır. Bu hak kişinin bağlandığı dini kendi lisanı, nasları, örf ve içtihatları ile yerleşmiş usul ve adabı ile serbestçe öğrenmek, başkalarına öğretmek ve telkin etmek haklarından da ayrı düşünülemez”.

    “İnansın veya inanmasın her insan “Din” olarak kabul gören bir inanç sisteminin otoritesini yalnızca o dini vaaz eden kudretten aldığını, bir takım inanç, ibadet ve ahlaki amellerden oluşan bir şahsiyet bütünlüğü bulunduğunu kabul etmek ve buna saygı duymak becburiyetindedir”.35

    MHP, demokratik, hukuk devletinin "... kendi halkının dinî ve manevi hitiyaç ve taleplerini titizlikle yerine getirmeyi asli vazifesi olarak” görmekte; “İslam’ın asli hakikatleri ile öğrenilmesi ve öğretilmesini devletin temel görev saymakta”, “... laikliği dindar insanlara müdahale vasıtası sayan her türlü zihniyetle mücadele etmenin de öncelikle devlete düştüğünü savunmaktadır.36

    SONUÇ

    Merhum Alparslan Türkeş, dini, toplum hayatının vazgeçilmez unsuru saymakta ve milleti millet yapan unsurlar arasında görmektedir. Ona göre din, Türk Milleti’nin “kimliği”nin şartlarındandır. Bundan dolayı din konusunda hassas davranılması ve İslam’ın okullarda öğretilmesi zaruri görülmektedir.

    O, dinin siyaset malzemesi olarak kullanılmasını da, laikliğin dine müdahale vasıtası yapılmasını da tasvip etmemektedir. Türkeş, din konusundaki cehaletin ve taassubun önlenmesine büyük önem vermektedir. Bunun yolunu da ilimden, ilmi bilgiden İslam’ın doğru olarak öğretilmesinde ve okullarda öğretilmesinde görmektedir. Bunun için de ilkokullardan itibaren Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin haftada üç saat olarak verilmesini, Kuran’ın okullardaki seçmeli dersler arasında yer almasını teklif etmektedir. Çünkü o, İslam’ı doğru anlamayı, çağı yakalamayı, çağın idrakine İslam’ı söyletmeyi, taas-suptan kurtulmayı, cehaletin önüne geçmeyi, bilgide ve ilimde görmekte, “ilmin mürşitliği”ne önem vermektedir.

     

     

    VASAT KÜLTÜR İLE BİLGİ

    ÇAĞI YAKALANAMAZ

    Enis ÖKSÜZ*

    Vasat insan aklının kuracağı hayallerin bile, yetişemeyeceği kadar hızla çoğalan bilginin kontrol altına alınabilmesi, takip edilebilmesi ve yararlanmak suretiyle yeni bilgilerin üretilebilmesi çağımızın en dikkat çekici gerçeği olmuştur. Bu gerçeğin ekonomik, sosyal ve kültürel sahada önceki dönemlere göre, çok daha hızlı değişmelere sebep olduğu ve olacağı görülmektedir.

    İnsan ve toplum bu değişmelere uyamaz ise, geride kalmaya veya eskimiş sayılmaya mecbur ve mahkum olmuş demektir. Hüküm: "SİZ ARTIK ÇOK ESKİLERDE KALMIŞSINIZ. ESKİMİŞ BİRİSİNİZ" İfadesi ile karşımıza çıkabilecektir. O halde asıl mesele; milli ve manevi kimliklerin vazgeçilmez unsurlarını koruyarak, gelecek ile ilgili yapıların aynı zamanda yönlendirilebilir olması için gayret sarfetmek ve başarılı olabilmektir. Değişirken gelişmek, gelişirken değişmek devam edece-ğine göre şahıs olarak ve toplum olarak hedeflerimizin doğru belir-lenmesi şarttır.

    Birikim ve bilginin zamanında doğru kullanılarak ileriye ait stratejik planlamaların ve yönetim etkinliklerinin öne çıkması, bilgi toplumu ve bilgi çağı kavramlarının yaygın şekilde kullanılmasında çok önemli faktörler olmuştur. Küçük, orta veya büyük, bütün şirket, kamu kuruluş ve devlet yönetimlerine kadar her faaliyet alanında "Stratejik planlama ve yönetim bilgi sistemleri" uygulamak mümkündür. Her birimin kendine özgü özelliklerinin iyi bilinmesi ve sistem içinde değerlendirilmesi yenilikçilik, verimlilik ve devamlılık için çok önemlidir. Eskimemek veya yenilenerek ayakta kalabilmek için de bunların hepsinin "Bilgisayar Temelli" olması kaçınılmaz hale gelmiştir (1).

    Konu ile ilgili olarak "Bilgi teknolojisi terimi; bilginin toplanması, işlenmesi ve dağıtılmasında kullanılan teknolojileri ifade eder. Bilgi sektörünün ürünü olan mallar arasında bilgisayarlar, iletişim cihazları, büro ve işyeri araçları, ölçü ve kontrol araçları, robotlar, bilgisayar kon-trollü makineler, basın ve basılmış yayınlar, elektronik haberleşme, reklam, yazılım geliştirme, eğitim hizmetleri, kütüphanecilik, danışmanlık ve araştırma - geliştirme faaliyetleri ... yer almaktadır (2).

    "Ne kadar kültür varsa, o kadar ahlak vardır; ne daha az ne de daha fazla... Her kültür kendl öz standartlarına sahiptir ve bunların geçerliliği onunla başlar ve onunla biter."(3) diyen Spengler, Batı'nın çöküşünü, daha önceki fifozofların cesaret bularak söyleyemediği bir şekilde açık açık ifade ediyor ve çöküşü islama yıkmıyordu. Spenglerin Batısı, içten gelen bir kopuşla çöküyordu.(4)

    Spengler, "insanlığın genel bir ahlakı yoktur",(5) derken de genel bir kültür, genel bir müzik, genel bir sanat anlayışının da olamayacağını belirtiyor ve aydınlanmacı düçüncenin evrensel yasalarını da böylelikle eleştiriyordu. Biz bu makalede, elbette ki, Spengler'in görüşlerini uzun uzadıya tartışacak durumda değiliz. Bizim ifade etmek istediğimiz husus, Aydınlanmacı söylemini evrensel ahlak ve evrensel kültür anlayışına, küreselleşme söyleminin liberalleşme ve kültür arasındaki ilişkiden ortaya çıkan "vasatlaşma"(6) yı eleştiriye açmaktır. Bir zamanlar evrensel kültür karşısında eziklik duyan kültürler (bir kısım kültürler, modern düşüncenin eleştiriye açılmasıyla, kısmen bu ezikliği yenmiş görünmektedir) şimdi de kitte kültürünün yaygınlaşmasıyla, kendi özbenliğini yitirme korkusunu taşımaktadırlar ki, bu da haklı bir korkudur. Bir dönemler modernleşme sürecini yaşamaya destek olacak şekilde, evrensel kültür anlayışını benimseme çabalarına karşı, günümüzün kültürel çabaları, daha sahih ve orjinal olanı inşa etmeye yöneliktir. Aydınlanmacı geleneğe bağlı Batılı düşünce, evrensel olamadıkları için farklı kültürleri dışlarken; vasatı temsil ettikleri için de kendine dahil etmek istemez. Bugün, siyasi kararlar doğrultusunda çifte-standart diye isimlendirilen tutumun sosyo-psikolojik izahını da bu anlayış içinde aramak gerekir.

    Bir kültür ne zaman ve hangi şartlarda evrensellik dayatmalarına maruz kalmaz veya vasatı aşar hale gelir? Bu sorunun cevabı, bizim kültür tezlerimizden biri olarak öne süreceğimiz gibi, kültür ve iktidar arasındaki ilişkiye dayalıdır. Kültür, kendi iktidarını kurabilmeli, kendi iktidarını yaşayacak duruma gelmelidir.

    Sosyolojik anlamda, kültür alanının üç boyutundan bahsedilir: Bunlar; sanat, yaşamakta olan küttür ve bilgidir.(7) Küttür, değişen özelliklerine göre tanımlandığı takdirde ise, yazılı kültür, şifahi kültür (geleneksel kültür) medya kültürü, popüler kültür, kitle kültürü (tüketim kültürü), standartlaşma (küresel kültür veya televizyonlaşmış kültür) gibi ayırımlara gidilebilir. Bu tür kültür ayırımlarından, kitle kültürü, televiz-yonlaşmış kültür veya popüler kültür tanımlarının hepsi kültürün vasatlaşmasına ilişkindir. Bizim vasatlık olarak kullandığımız tabir, sosyolojik anlamda, tek boyutlu ve taklitçi insan tipini üreten bir kültürel anlayışı beraberinde getirir. Erkal'ın ifadesiyle, kitle iletişim araçlarıyla gelen bu kültür Batı ve bilhassa ABD'nin artan tesiri altında, milli kültür kalıbından uzaklaştırılarak kitle kültürünün taklitçi ve tek boyutlu insanı hafine getirmesi ile alakalıdır.(8) Toffler’in üçüncü dalga diye nitelendirdiği safha, ulaşım ve haberleşmeye yeni bie açı getirirken, sanayi toplumunun yerlepşmiş fikir ve inançları arasındaki kültür savaşlarına dikkat çeker.(9)

    Gerek sosyolojik açıklamalar, gerek felsefi yaklaşımlar ve fütürolojik tahminler, kültür savaşlarına veya kültür için mücadele ya da müdahalelerin gerekliliğine işaret etmektir. Çağımız, bir çok bilim adamının tanımlamaya çalıştığı şekilde “enformasyon toplumu” veya “bilgi toplumu” (10) olma özelliklerini taşımaktadır. Giderek artan haber-leşme ağı, yaygın iletişim teknolojileri, bilgisayar ağları, internet şebe-keleri, enformasyon toplumu olmanın işaretlerini taşımaktadır. Biz, kültürle ilişkillendirmek ve kültürdeki vasatlaşmayı aşabilmek için, bilginin bir araç olarak nasıl kullanılması gerektiğini tartışacak ve bilgi toplumu olma özelliği üzerinde duracağız. Bilgi toplumuyla bizim kastettmek istediğimiz, Dura’nın fikrine katılarak (11) “biligye ulaşma ve ona katkıda bulunma anlamında çok, toplumların bir gelişme safhası olarak bilgiyi ele alıp incelemektir. Bilgiye erişme ve onu kullanmanın zaten bu evrim safhasının bir neticesi olduğu açıktır.” Bu düşünceyi müteakip, bilginin kültür ile ilişkisinde, bilginin ferdileşmesi olarak gördüğümüz, işi ehline verme (meritokrasi) süresi işletilecek, bürokratik yığılma azaltılacak ve işteki verimlilik sağlanmış olacaktır.

    Bugün, Batı'da bilgi düzleminde bir kriz yaşanmaktadır. Bu krizin temel sebepleri, Davutoğlu'nun belirlediği şekilde şöyle sıralanabilir: Birinci, Batı bilimi objektivitesini ve ortak kriterler geliştirebilme iddiasını kendi kendine yoketmiştir. İkincisi, postmodern epistemolojik teori içi ve teoriler arası gerçeklik arasındaki çelişkiler yoluyla artık herkesin aynı anda empoze edebilecekleri bir bilginin varlığının tartışma içine girmesidir. Bu da tarihçi görüşçülere ciddi bir darbe indirmiştir. Üçüncüsü, 1950'lerden sonraki Katolik Kilisesi içindeki ve diğer dinlerdeki reform çabaları, metafizik bilgi kaynaklarına yeniden yönelişi ortaya çıkarmıştır. Bilgi alanındaki bu çöküş, sadece Marksist paradigmanın değil, liberalizmin de sözkonusu edildiği bir çöküştür.(12) Bilgi düzleminde bu tarz bir kriz, bilgi epistemolojisi ile alakalıdır. Batılı bilgi biçimleri, dünyevileşmeyi ortaya çıkarıyordu. Gelenek; yani din, dünyevi bir hal alıyordu. Bilgi kirizinin temelinde yatan sebep de, geleneğin/kültürün/dinin dünyevileşmesiydi. Aslında, Batılı Milletler 18. Yüzyıldan itibaren dünyaya hakim olmak için, tarihte her zaman kullanılan klasik hakimiyet araçları olarak bilinen silah ve ekonomik gücün yanısıra aynı zamanda kültürü de önemli bir iktidar aracı olarak kullandılar, diğer toplumlar karşısında kendi üstünlüklerini de bu yolla temin etmeye çalıştılar.

    İnsanlar tabiatları gereği, ihtiyaçları karşılamak, varlıklarını devam ettirmek ve refah içinde yaşamak için araçlar kullanarak çeşitli maddi ve manevi ürünleri meydana getirmek zorundadırlar. insanların meydana getirdikleri bu varlıkların tümü aynı zamanda birer kültür unsurudur. İnsanlar kültürü meydana getirmek bakımından hem kültü-rün hakimi hem de mahkumu durumundadırlar. Çünkü toplumlar yeni kültürü üretmek bakımından kültüre hakim olma konumunda olmalarına rağmen, sözkonusu kültürü meydana getirmek için aynı zamanda daha önce sahip oldukları araçlara, tecrübelere, maddi-manevi değer yargı-larına ve bilgilere göre hareket etmek zorundadırlar.

    Çağı yakalama ve kimliğini koruyarak gelişebilme konusunda, Japonya, İsrail, Almanya en iyi örnekler olarak gösterilebilmektedir. Hem çağdaş medeniyeti yakalayıp, insanlarının zihnini yenilik ve geliştirme heyecanı ile doldurabilmişler, hem de milli dil, din, ahlak, güzel sanatlar, edebiyat, örf ve adetler, hukuk, siyasi yapı, ekonomik ilişkiler, eğitim sistemleri, folklor gibi insanları bir arada bulunduklarında mutlu eden kültürel unsurların, kimlik krizine yol açmadan yaşanması için olağanüstü gayret sarf etmişlerdir. "Taklitçi ve güdümlü" bir kültür programının yozlaştırıcı, yabancılaştırıcı ve tahrip edici felaketlerinden de uzak kalabilmişlerdir. Demek ki, maddi medeniyetlerin taklidi geliş-tirilmesi, özümsenmesi ile manevi kültürün korunarak ve kendisine mahsus bir hayat tarzının yaşanması mümkündür. Toplum planında inanış, düşünüş, hissediş, ve davranış şekilleri maddi ve manevi unsurlarıyla hususi bir yapı, bir hayat tarzı olarak istikrarlı tekamül için, güçlü olabilmek için mümkün ve yararlı olmaktadır.

    Kültür elbette sadece fertlerle sınırlı bir ameliye değildir. Çünkü işbirliği ile üretilmiştir; işbirliği ile yaşanır. Bundan dolayı sosyaldir; ferdi değildir. Kültür sosyal olma bakımından insanların belli değerler, sanatlar ve üretim biçimleri etrafında toparlanmalarına, bir birlik oluşturmalarına ve gelecekle ilgili ortak tavırlar almalarına sebep olur. Bu bakımdan insanların çeşitli şekillerde birbirlerinden ayrılmaları ve toplum olmalarının gerisinde yatan saiklerin başında kültür gelmektedir. İnsanların tarihi bakımdan çeçitli şekillerde farklı toplumlar olarak ayrımlaşması ilk etapta biyolojik bağlarla ilişkili bir durum olarak görülmesine rağmen, aslında toplumların oluşumu sosyolojik bakımdan dikkatli bir şekilde incelendiğinde durumun böyle olmadığı bir hakikattir. Çünkü, ekonomik, dini, siyasi, coğrafi ve çeşitli ilişkiler insanların ırki bakımdan birbirleri ile karışmalarına ve biyolojik bağlara o kadar fazla önem vermemelerine sebep olmuştur. Bundan dolayı insanların toplum içinde örgütlenmelerini ve toplumlar olarak ayrımlaşmalarını, çeşitli şekillerde müşahhaslaşan ortaklık sonucunda sahip oldukları ortak kültürel değerlere bağlamak lazımdır.

    İnsanların belli bir kültür etrafında öbekleşmeleri tarih içerisinde farklı şekiller almıştır. Öyle zamanlar olmuştur ki, mitolojik kahramanların, insanların vicdanlarında oluşturdukları imaj onların birlikteliklerinin temeli olmuştur. Bu tip toplumlar, kültürlerinin ana unsuru olarak mitlerle, zamanla belli bir ailenin kutsallığı etrafında toparlanan toplumlar oluşmuştur. Romalılar, Makedonya Krallıkları böyledir. Bazen kutsal kabul edilen bir nehrin veya daha başka coğrafi bir alanın çevresinde insanlar öbeklenmiş ve bir toplum oluşturmuştur. Hitit toplumu bunun tipik bir örneğidir. Çünkü burada insanları birarada tutan ve onları bir birlik oluşturmaya iten güç İndus nehridir. Daha başka zamanlarda, dini bir otorite çerçevesinde insanlar toplanmışlar ve dini otorite onların bir toplum olmasını sağlamıştır. Farklı diller ve lehçeler toplum içerisinde konuşulmakla beraber maşeri ruh, dini değerler etrafında şekillenmiştir. Ortaçağ Hrıstiyan toplumları ve İslam toplumları buna örnektir. Bu gibi durumlarda bir toplumda iki ana kültür kütlesinin birlikte varolduklarını müşahade etmekteyiz. Birincisi, idari otoriteye göre şekillenmiş olan siyasi kültür, ikincisi ise, tabanda yer alan halk kütlelerinin yaşadıkları kültürdür. Halk aynı zamanda iki kültürü birlikte yaşamaktaydı. Batı'da da aynı durum sözkonusuydu. İslam toplum-larında Osmanlı Devletine mensubiyet kültürü ile tabandaki Türk Kültürü, Arap Kültürü vesair halkların kültürleri birarada farklı sosyal birliktelikler çerçevesinde yaşanmaktaydı. Batı'da da aynı durum sözkonusuydu. Tavanda kutsal Roma-Germen kültürü, tabanda ise ona mensup olmakla birlikte çeşitli halkların kültürleri canlı bir şekilde yaşanmaktaydı.

    Ortaçağın sonlarından itibaren Batı'da imparatorlukların siyasi vesayeti altında bulunan halklar, siyasi kültür ile halk kültürünü birleştirme eğilimi içerisine girdiler. Bu eğilim büyük siyasi ve dini çalkantıların yaşanmasına sebep oldu. Sonuçta siyasi kültürle, tabanda yaşanan halk kültürlerinin birleştirilmesi sonucunda milli kültürler meydana geldi. Bu durum, insanlık tarihinin daha önce yaşamadığı ve karşılaşmadığı bir durumdu. Belli bir kültür çevresinde toplanan halklar, lisani, dini, coğrafi, iktisadi, siyasi, tarihi bakımdan müşterek tarafları olan halklardı. bir milli kültür etrafında toplanan ve siyasileşen halklar hayatlarını mensup oldukları milli topluma göre yeniden tanımladılar. Geleceklerini milli toplumun başarılarına göre ayarladılar. Böylece, milli sanayi, milli kalkınma, milli eğitim ve milli devlet kavramları gelişti. Dolayısı ile milli devlet çatısı altında siyasileşen halkların oluşturduğu ortak kültür de milli kültür olarak belirlendi. Dikkat edilirse, burada yine ırki bağdan ziyade, üzerinde durduğumuz şekilde birlikte bulunmanın gereği olarak üretilen ve kendisine bağlanılan ortak değerler çerçevesinde bir kültür meydana getirilmiştir.

    Günümüzde sosyal bilimler ,interdisipliner bir biçimde, kültürü artık tali bir konu olarak değil, asli bir konu olarak ele alıp, incele-mektedir. Sanayi toplumunun pek de önem vermediği şekilde, sanayi-sonrası toplum, postmodern düşüncenin de etkisiyle kültür ve insan üzerine vurgusunu daha geniş tutmaktadır.

    Günümüzde kültür çalışmaları siyasi ve entellektüel gündemi belirleyici bir rol oynamaktadır Neo-Marksizm, Marksist görüşte yer almayan kültür teorisini oluşturmaya çalışırken, postmodernizm, feminizm... gibi yeni görüşler de kendi işlerinde kültürü yeniden tanımlama ve yeniden inşa etmektedir. Bilgi toplumu denilen süreç de yeni kültür inşalarının yapılmasına imkan vermektedir.

    20. yüzyıla kadar kültür, sosyal olay ve olgular çerçevesinde değerlendirilirken, günümüzde, fertlerin varolma savaşımı ve güven duygularını tesis ve temin eden bir kimliğe bürünmüştür. Kabul edilen gerçek, insanın varoluşunun kültür ile mümkün olmasıdır. Böyle olmasının sebepleri ayrı bir konunun başlığını tesis edecek kadar geniştir. Ancak, en azından şu söylenebilir: Bugün dünya, geçen yüzyılın aksine daha hareketlidir. Hareketlilik hem fıziki hem de sosyaldir. Farklı kültürler birarada yaşamakta ya da en azından kitle iletişim araçları vasıtasıyla farklı kültürler tanınmaktadır. Böylece küresbelleşme sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyo-kültürel bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Peki öyleyse nasıl bir kültür tarifi, bizi bilgi toplumu olmaya hazır hale getirecektir?

    Bugün Batı'da yeni-sol, kültürü bir pratik olarak görürken, yeni-sağ kültürün ilklerine (orjinal, kutsal metinlere) dönmek istemektedir.(13) Durkheim ve Parsonsb'dan yola çıkarak kültür tanımını yapanlar ise, kültürü farklılaşmış bir sistem olarak görmeye çalışırlar. Bizim toplumumumuz için kültür tarifinde, gerekli olan evrensel yasalar altında kalıp boğulmamak ve sosyo-kültürel küreselleşme ile gelen vasat kültüre teslim olmamaktır. Bunun üstesinden gelmek demek, kültürü yaşayan bir pratik olmak şeklinde tarif etmekten ziyade, siyasi ve entellektüel bir çaba ile tarif edebilmek demektir. Bu noktada ihtiyaç duyulan, Foucaultcu anlamda "özgül entellektüeller" (11) dir. Ya da yerel entellektüellerdir. Çünkü, onlar asla evrensel kurallardan hareket etmeyecek ve bilginin dolaşımını sağlayacak olanlardır.

    Sosyal değişmelerin ekonomik, politik, biyolojik, teknik, tabiat olayları,... ve kültürel birçok sebeplerle bağlantılı olduğu bilinen bir gerçektir. İnsanın tabiata hakim olma mücadelesinin hız kazandığı, özellikle sanayi çağının ve teknolojik keşiflerin süratle geliştiği dönemler insanlar arasında açılan gelir ve sosyal mesafelerin kolayca fark edildiği, endişe ve, ümitlerin giderek çoğalan kargaşaya sebebiyet verdiği ve insanoğlunu yeni tedbirler almaya sevk ettiği ortamlar veya iklimler yaratmıştır. Toplumların varlık ve ilerlemesi için çok lüzumlu olan sosyal ve siyasi istikrar, tehlikeye düşmüştür. Bunların ekonomik ve kültürel gelişmelere de tesir etmesi çok yönlü değişme problemlerini ve çözüm yollarını da arayıp bulmayı gerekli kılmıştır. Yeni doğan meslek çeşitleri ile eski meslekler ve kaybolmaya yüz tutan meslek çeşitleri sosyal grupların menfaatlerinin birlikte ele alınmasını ve kültürel birlik ve bütünlüğün de korunmasının zaruret olduğunu ortaya çıkarmıştır. Sonuç olarak sanayileşme, önemli buhranların doğmasına sebep olurken, aynı zamanda, buhranların çözümü için gerekli olan finansmanı fazlası ile sağlamış ve servete dayalı büyümenin, zenginleşmenin, bilginin, verimliliğin, rekabet... ve yönetimin önemini daha iyi kavramamızın kolaylaşmasını sağlamıştır. Sosyal tabakalar ve gruplar arası doğan siyasi mücadeleler, kültürel unsurlar arasındaki gevşeyen ve geciken uyum bozulmaları, iktisadi büyümedeki istikrarsızlıklar gibi, toplumun geleceği ile ilgili yaşanmış müşterek tecrübeler, hatırlanacak olursa, çok daha hızlı değişmelerin yaşanacağı bilgi çağının en önemli konusu herhalde "kültürel birlik" veya "birlik şuuru" meselesi olarak bizleri meşgul edecektir. Çünkü değişmeler karşısında en son tepki veren ve uyumda geciken saha kültürel saha olmaktadır. Kültürel açık ise, istikrarlı gelişmeyi engelleyici ciddi bir faktördür. Toplumun kendini en az buhran ile ilerletmesi ve kimliğini koruyarak yaşayabilmesi, aynı zamanda, başka toplumların sömürüsünden kendini kurtarabilmesi, hatta ölü milletler alemine intikal etmemesi için, milli kültürünü koruyarak yaşaması şarttır. Milliyetçilik bu bakımdan milli kültürün ruhudur. Bu sebeple bilgi çağı devletin yanında, mesleki kuruluşlarla birlikte gönüllü kuruluşların da önemini arttırmaktadır.

    Kültürün, bilgiyi yayabilmeleri için, ortak bir dile ihtiyaç vardır.Sadece içinde bulunulan kültürle değil, çevre ile münase-betlerinde kurulması gerekir. Çünkü bilgi dolaşıma tabi olduğu müd-detçe bir güç sembolü haline gelir. Bugün Türk Dünyasında yaşanan meselelerden biri de alfabe yönünden bir istikrar sağlanamamış olunmasıdır. Türk Dünyası ile müşterek bir alfabe belirlenmesi konu-sunda dört farklı görüş ortaya atılmış bulunmaktadır:

    - Orhun Yenisey alfabesinde birleşilmesi,

    - Arap alfabesinde birleşilmesi,

    - Kiril alfabesinde birleşilmesi,

    - Latin alfabesinde birleşilmesidir.

    Ortak bir dil teşkili için Türk Cumhuriyetleri Eğitim Bakanları Mayıs 92 de toplanmış ve konuyu müzakere etmişlerdir. (15) Türk Devlet ve Toplulukları dostluk, kardeşlik ve işbirliği kurultayı tavsiye kararları da bu konuda ALFABE birliği ve zamanla gelişerek büyüyecek Türkçe üzerinde durmaktadır. Ancak, tahrip edilen beyinler ve köleci kültürel taassuplar dolayısiyle henüz başarı sağlanamamıştır. Halen yeryüzünde sadece Türk Milletinin birden çok alfabesi vadır.

    Türk kültüründe vasatı aşmak, yerel entellektüellerin ortaya koymuş oldukları proje, plan çerçeveseinde desteklenmesiyle ve ortak bir bilgi dilinin genişletilmesiyle gerçekleşecek gibi görünmektedir. Hangi kültür olursa olsun, onun siyasi tavrında, yerel entellektüelini destekleme külfetine yer verilmelidir. Aksi takdirde, kültür emperyalizmi denen ve eski devirlere ait bir söylemmiş gibi görünen, aslında hiç de değişmeyen bir siyasetin altında ezilmeye mahkum kültürler ortaya çıkacaktır. Genel siyasi tavır, böyle bir bilincin farkında olarak; kültürü korumak ve geliştirmek için kendi yerel entellektüelini destekleme durumundadır. Bugün dünya üzerinde gelişmiş ülkelerin ya da bilgi toplumu safhasına ulaşmış toplumların, izlemiş oldukları politikaların asli unsuru, kendi yerel entellektüeline sahip çıkmaları üzerine temel-lenmiştir.

    Çünkü entellektüeller, çoğu zaman devrimci önderliğe katkıda bulundukları gibi, geleceği geçmişe uygun hale getirme ve gelecekte geçmişi yeniden üretme işlevini de yerine getirirler.(16) Onların bu çok yönlü düşünme biçimleri, bir kültürün gelişmesi ve yaygın hale gelmesi için gerekli olduğu gibi, aynı zamanda zarurettir. Allahın verdiği kabili-yetleri bigi ile birleştirerek, icat edebilmek, üretebilmek, kontrol ve hükmedebilmek... verimliliği azamileçtirmek için de yerli ve milli aydınlara ihtiyaç artmaktadır.

    Milli kültürümüzün, başka kültürlerle etkileşimi sonucunda, bir çok şey verilmekte ve alınmaktadır. Farklı kültürler karşısında, özellikle yeni yetişen nesillerin kültür şokuna uğramasına ve kimlik bunalımına düşmesine mani olunacak, kaliteli ve ihtiyaca cevap veren eserler yazılmasına yönelik, milli kültür değerlerinin millete aşılanmasını sağla-yacak gayret ve faaliyetler çoğaltılmalıdır.

    Konu ile ilgili kısa bazı tesbitler yapmak suretiyle, çözüm bekleyen ve alınması gereken tedbirleri daha anlaşılır hale getirmek için, belki aşağıdaki bilgiler faydalı bir ön çalışmanın da başlangıcı olabilir.

    “Bilgi çağını yakalamanın yolu, her alanda ilmi metodolojiye sahip, iyi yetişmiş bir meritokrasi ordusu ile mümkündür. Ülkemizin, henüz altmış civarında bulunan ve kitle eğilimini hedefleyen bir üniversite anlayışı ile bilgi çağını yakalaması son derece güçleş-mektedir. Bu gerçeği, 36 ülke arasındaki bir karşılaştırma ile daha yakından görebiliriz: Yirmibeş yaş üstü nüfusun üç buçuk yıllık ortalama öğrenim süresi bakımından ülkemiz sondan üçüncü; Bilimsel ve Teknolojik Araştırma ve Geliştirme faaliyetleri için harcamaları Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya (GSYH) olan %0.33'lük oranı ile sondan altıncı; keza, iktisadi faal on bin nüfus başına toplam 7 Ar-Ge personeli ile sondan dördüncü; dünya fen bilimleri literatürüne katkısı ile sondan yedincidir. Yine tespitlere göre, TUBİTAK'ın 1964-1991 yılları arasında desteklemiş olduğu kurum dışı Ar-ge, faaliyetleri sonucunda alınan toplam patent sayısı sekiz olup, bunların hiçbirinin ticaret uygulaması yoktur. Keza, EUREKA şemsiyesi altında yürütülen proje sayısı 522, bunlardan Türkiye'nin katıldığı proje ise sadece 6'dır. Yine aynı şekilde bilimsel nitelikte olup COST kapsamında ele alınan toplam 55 proje sayısı içinde Türkiye'nin 15 yıllık sürede (1971-1986) katılarak bitirdiği proje sayısı ise 6'dır. En kesin belgelere göre, evrensel bilime katkısı açısından ülkemiz halen dünyada 40. Sıradadır.1991 İnsan Gelişme Raporuna göre, Türkiye'nin endeksi 0.694, sırası da 160 ülke arasında 70 inci idi. Bu sıralamada, ABD 7, Yunanistan 24, Hongong 25, Güney Kore 35, Singapur 37, Malezya 52, Taylanda ise 66. Basamaktır.

    Görülüyor ki, Pasifik kuşağı ülkeleri, bilgi çağında gerçeği kavrayarak, ön sıraları işgal etmektedirler. Bu Dört Kaplan'a son yıllarda Tayvan ve Malezya'da ki büyük coğunluğu müslüman olan bir ülkedir-katılmış bulunmaktadır. Ülkemizin, yeni kurulan 21 üniversite ve iki İleri teknoloji Enstitüsü karşısında, G. Kore'nin 256 üniversite ve 21 Araştırma Enstitüsü ve bunlara bağlı teknoparklar ve teknoloji üreten kuluçka merkezleri, bilgi çağını gerçekçi doğrultuda kavradığını bize göstermektedir. Gebze ve Buca'da açılan iki ileri teknoloji enstitüsüne karşılık - ki henüz kuruluş safhasındadırlar - ABD'de bunun sayısı yüzün üstündedir."(17)

    Sonuç olarak "Bilgi toplumu olma yolunda yürütülen çalışmaların ve politikaların parça parça uygulanmaya konulması yerine; çok yönlü, tutarlı ve sürekli bir şekilde uygulanması gereklidir. Bilgi toplumuna geçiş için kalıplaşmış yapılar bırakılarak, çok yönlü bir "YENİLENME STRATEJİSİ" süratle uygulanmaya konulmalıdır(18). Zamandan, emek-ten ve paradan tasarruf sağlamak esas prensip sayılmak suretiyle inşa edilen yeni düşünce ve geliştirici insan tipini, harekete geçirdiğimiz gün bilgi çağını yakalamış olacağız. Sanayi çağını kaçırdık bari, bilgi çağını yakalamak için kaybedecek zamanımızın ve boşa harcayacak kayna-ğımızın olmadığını bilmek gerçeğini unutmayalım.

    DİPNOTLAR

    1. Hasan Çoban; Bilgi Toplumuna Planlı Geçiş, İnkılap Kitabevi, Ankara 1977, s.4.
    2. Aynı Eser, s.15.
    3. Oswald Spengler; Batı'nın çöküşü 1, Türkçesi: Giovanni Scognamillo, Dergah Yayınları, Batı Düşüncesi,1978, İstanbul, s.271.
    4. Thierry Hentsch; Hayati Doğu, Batı'nın Akdenizli Doğu'ya Politik Bakışı, Çev. Aysel Bora, Metis Yayınları, İstanbul,1996, s.212.
    5. Spengler; a.g.e; s:271.
    6. Ben Agger; Culturat Studies as Critical Theory, The Falmer Press, London,1992, ss 4-7.
    7. Mustafa E.Erkat; Sosyoloji (Toplumbilimi), 8. Baskı, Der Yayınları, İstanbul,1997, s.l37.
    8. Mustafa E.Erkal; iktisadi Kalkınmanın Kültür Temelleri, 4. Baskı, Türk Dünyası araştırmaları Vakfı, İstanbul,1994, s.157.
    9. Alvin Toffler; Üçüncü dalga, Türkçesi: Ati Seden, Altın Kitaplar, İstanbul; 1981.
    10. "Bilgi Toplumu" ve Enformasyon Toplumu" kavramlarının açıklanması için bkz. Cihan Dura; Bilgi Toplumu, Kültür Bakanlığı/1224, Bilim ve Teknoloji/3, Ankara, 1990. İletişim Devriminin sosyal sonuçları hakkında ötedenberi önemli çalışmalar yapılmaktadır. Bu ülkede bilginin sosyo-ekonomik konumunu belirlemeye yönelik çalışmalar 'Johoka Shakai' (Bilgi Toplumu) yaklaşımı adıyla anılır. Bu anlayışın önde gelen isimlerinden biri,1981'de "Sanayi-Sonrası Toplum Olarak Bilgi Toplumu" adlı bir kitap yayınlayan Yoneji Masuda'dır. Belirsiz bulduğu sanayi-sonrası toplum terimi yerine bilgi toplumu (Enformasyon Toplumu) terimini kullanan Masuda'ya göre bir toplumun belirli bir yapıdan bagka bir yapıya geçişinden sözedilebilmesi için, kendisinin sosyal teknoloji adını verdiği bir teknoloji boyutunda, bir teknoloji değişikliği meydana gelmelidir.
    11. Cihan Dura; a.g.e, s.3.
    12. Ahmet Davutojlu; "Kriz İçindeki Batı", Tarihin Sonu mu? (İçinde), Francis Fukuyama, Türkçesi, Yusuf Kaplan, Red Yayıncılık, Kayseri, s.122.
    13. Agger; a.g.e., s. 8.
    14. Madan Sarup; Post Yapısalcılık ve Postmodernizm, Türkçesi: A.Baki Güçlü, Ark Yayınevi, Ankara,1995, s. 94.
    15. Sabahattin Zaim; Türk ve İslam Dünyasının Yeniden Yapılanması, Yeni Asya Yayınları, İstanbul,1993, s. 52-53.
    16. Alvin W. Goutdner; Entellektüelin Geleceği, Çevirenler, Ahmet Özden-Nuray Tunalı, Eti Yayınları, İstanbul,1993, s.78.
    17. Orhan Türkdoğan; Bilgi Çağının Neresindeyiz, (Türk Yurdu Dergisi) Mart-1995, Ankara, s.5.
    18. Hasan Çoban, a.g.e., s. 204.

     

     

    TARİH PERSPEKTİFİNDE

    ALPARSLAN TÜRKEŞ

    Yılmaz ÖZTUNA*

    Önümüzde açılan 21. asırda Cumhuriyet dönemi Türkiye tarihinde birinci derecede etkin politika ve fikir adamları arasında Alparslan Türkeş için de pek çok monografi yazılacaktır. Tarihçiler, çeşitli açılardan Türkeş’i inceleyecekler. Türk tarihi içindeki yerini belirtmeye çalışacaklar.

    Türkeş’le 1951 yılı yazında tanıştım. Bir cumartesi gününün öğle vakti idi. Nihal Atsız, İsmail Hami Danişmend’in Hilton’un karşısındaki Doğu Palas’ın 2. katında bulunan, Danişmend’in 4. eşi Hüsniye (Doğan) Hanım’ın dairesine, yanında yağız bir subayla girdi. Alparslan Türkeş diyerek takdim etti. Türkeş, topuk vurarak ellerimizi sıktı. Rütbesi binbaşı ve yakası nefti (piyade) idi (o sırada Harb Akademisi’nde okuyormuş).

    Türkeş aydın, çok okuyan, Türk tarihini ve edebiyatını bilen, politikaya yetenekli bir kurmaydı. Az konuşuyor, çok dinliyordu. Derinlemesine zeka sahibi olduğu anlaşılıyordu. Nazik ve çok terbiyeliydi. Ama milliyetçi akımda Atsız’ın, İsmet Tümtürk’ün, Daniş-mend’in sözlerinin geçtiği bir dönemdi. Türkeş’in bu akımda ön plana çıkacağının bir emaresini müşahade etmediğimi söyleyebilirim.

    l960 Mayısına kadar... O tarihte adını yalnız bütün Türkiye değil, dünya duydu. İhtilali, sadece Menderes ve ekibini yok etmek ateşiyle yanan, İsmet İnönü’den başka hiç bir devlet adamını beğenmeyen bir cuntanın tekelinde bulundurmamak için, kendi kafasında bir kaç arkadaşıyla harekete katıldığını söylüyordu.

    Türkeş’le her konuda her şeyi konuşmuşumdur. 27 Mayıs’tan çok az bahsettik. Zira 27 Mayıs hareketinin Türk devletinin başına sadece uzayıp giden bir gaile açacağını, Moskova’ya bağlı komünizmi yeşerteceği, milleti kuyruklar ve kuyruk olmayanlar şeklinde ikiye böleceği kesin kanaatinde idim. Bu kanaatimi hiç değiştirmedim. Türkeş, meşru iktidarın gaflet gösterip bu hareketi önleyemediğini (bu noktada haklı idi), katılmayan kurmayların ordudan atıldığını söylüyordu.

    Hindistan sürgününden dönen Türkeş’in, Türk milliyetçilerini, artık fikir bazında değil de politik bazda teşkilatlandırmaya başladığını duyduk. O dönemde Türkeş’le nadiren görüşmüşümdür. Ben İstanbul’da, O Ankara’da idi. Ben, Türk milliyetçilerinin Adalet Partisi’nde bir ağırlığı olması gerektiğini savunuyordum. İdeolojik parti ile değil, kitle partisi ile politika yapılabileceğini söylüyordum. İdeoloji partilerinin sürekli muhalefette kalacakları fikrinde idim (buna rağmen Türkeş, Milliyetçi Cephe koalisyonlarına partisini iştirak ettirmeye muvaffak oldu).

    Nihayet Türkeş, Ülkü Ocakları’nı kurdu. Milli denen eğitim sistemimizin daha çok komünist ve komünizan, Türk askerini arkasından vuran tipler yetiştirdiği bir dönemde, milli şuura sahip yüz binlerce genç yetiştirdiği gerçektir. Doğrusu İstanbul salonlarında fikir münakaşası yapan biz salon milliyetçilerinin tasavvur dahi edeme-diğimizi gerçekleştirmişti.

    Bu gençlik, Türkiye’nin altı Sovyet cumhuriyetine bölünüp Moskova’ya bağlanmasına razı olmadığı için l980 öncesinde 5.000 şehit verdi. Sonra l2 Eylül kafasından birde komünistlerle eşit muameleye maruz kaldı. Yalnız Türkeş’in beş yıla yakın tutuklu bulunması, hiç bir zaman hazmedilmesi mümkün olmayan bir milli ayıptır.

    Türkeş nasıl bir Türk milliyetçisi idi? Siyasi akımların gerisinde yatan ve onları oluşturan bütün fikir hareketleri, zaman boyutunda çok dalgalı nüanslar oluşturarak ilerlerler. Tek tip bir demokrasi, bir din, bir rejim olmadığı gibi tek tip bir milliyetçilik de yoktur. Ben l5 çeşit Türk milliyetçiliği sayabilirim. Bugün bile tek tip bir Türk milliyetçiliği yoktur.

    Alparslan Bey, aşikardır ki Nihal Atsız’ın bir tilmizidir. Çok genelleştirmek gerekirse Atsız’ın, Gökalp ile Türkeş arasında bir köprü olduğunu söyleyebilirim. Ancak 3 dönemde 3 ayrı Ziya Gökalp olduğu gibi, en az 2 dönemde 2 ayrı Atsız vardır. Türk milliyetçiliği tarihini derinden bilenler bu akımın içinde bulunanlar, bu ayırımı kolaylıkla yapabilirler.

    Türkeş, birinci dönem Atsız’ı tarafından yetiştirilmiş bir milliyetçi idi. Bu dönem milliyetçilikte Atatürk çok ağırlıklıdır (bu ağırlık bugün de mevcuttur, fakat artık başka unsurlar da vardır). Atatürk’ün işaret ettiği (Orta Asya) fikir bazında turancı bir milliyetçiliktir. Ekonomiden pek anlamayan ve ekonominin ağırlığını pek bilmeyen, bilse bile pas geçen bir dönemdir. Zira o yıllarda hem sosyalist, hem sosyal adaletçi, hem tamamen liberal (Danişmend bu sonuncular arasında idi) ekonomik görüşte olanlar vardı. Ve bu husus, aralarında hiç bir ciddi münakaşa unsuru değildi. Asıl mücadele, zaman zaman kavga ve dargınlık, fikir bazında idi. Türkiye demokrasiye çok az adapte olabilmişti.

    Osmanlı da pas geçiliyordu. O devrin milliyetçileri, Osmanlı kültürü ile yetişmiş, o kültürü yutmuş kişilerdi. Sonraki yıllardaki kopmuş kuşakların büyük bir kültür buhranı oluşturacağını söylüyorlardı ama, galiba oluşumun çok vehametli çizgilere gidebileceğini de ummuyorlardı.

    Ben, çocuk yaşımdan beri Türk milliyetçiliğini Yahya Kemal’ın anladığı gibi anlamışımdır. Bu çizgiden hiç ayrılmadım. Bu, Osmanlı kültürü ve tarihi ağırlıklı, ama Orta Asya kökenimizi ve Turan’ı reddetmeyen, Türk kavimleri arasında dayanışmaya taraftar, ekonomide liberal, demokrasi dışı rejimlerden nefret eden, tabiatıyla şiddetle antikomünist, Atatürk’ü en büyük Türk milliyetçisi ve milli kahraman gören, Batı kültürüne çok açık, her şeyin temelinde milli mutluluğu ve maddi kalkınmayı gören bir milliyetçilik anlayışıdır.

    Bu, Atsız milliyetçiliği değildir. Atsız milliyetçiliğinin roman-tizminden mahrumdur. Ancak estetik çizgisi en yüksektedir. Ben 1951’den ölümüne kadar Atsız’ın en yakın arkadaşı idim. Bu çok derin bir şahsi dostluktu. Atsız milliyetçiliğinden hiç etkilenmedim.

    Ama 1950’lerde ikinci dönem Atsız milliyetçiliği başladı. Bunu pek az kişi fark etmiştir. Fikir akımları, dönemlerini temsil etmeye mecburdurlar. Dünya ve ülke şartları fikirlerde yenilikler oluşturur.

    Atsız’da Osmanlı’ya dönüş, bir ölçüde ağırlık kazanmaya başladı. Ancak Atsız bütün şöhretini, çok sağlam şekilde, ilk döneminde yapmıştır. Ondaki yeni eğilimler, bir çoğumuz tarafından fark edilmedi bile...

    Türkeş, birinci dönem Atsız tilmizi olarak başladığı politikaya, milliyetçi görüşe sürekli yeni unsurlar getirerek devam etti. Atsız’dan koptuğu veya Atsız’a eklediği taraflar açıktır. Başta, Atsız’ın epey pas geçtiği din unsuru, İslam gelir.

    Gökalp felsefesinde Türk milliyetçiliğinin üç temel unsurundan biri kabul edilen İslam, 1918-39 dünyasının şartları içinde, Atsız sisteminde epey şeffaflaşmıştır. Sonra mübalağa edilmiş, Türk-İslam sentezi denmiştir. Bu bir fuzuli slogandır ki milliyetçiliğe soğuk bakanlarca epey sömürülmüştür. Şu bakımdan fuzulidir ki, İslam, zaten Türk milliyetçiliğinin ayrılmaz bir unsurudur. Türk milliyetçiliğinin içinde-dir. Ayrıca belirtilmeye ihtiyacı olmayacağı aşikardır.

    Türkeş, merkez sağın ikiye bölünerek birbirine cephe almasından endişeli idi. İki parçayı yaklaştırmak için epey teşebbüste bulundu. Milliyetçi Hareket Partisi’ni de merkeze çekmek istediğini biliyorum. Demokrasi ve soygun düzeninden arınmış liberal ekonomiye gittikçe ağırlık veriyordu. Dış politikamız üzerinde de yeni ve sağlam görüşleri vardı. Bunları açıklamak, bu yazımın çerçevesini aşar.

    Ama Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi’nde epey radikal reformların eşiğinde ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin çok nazik bir döne-minde öldüğünü belirtiyorum. Bilgi ve tecrübe hamulesi eşsiz bir çizgiye yükselmişti. Refah-Yol krizinin kapalı askeri müdahaleye zemin hazırladığı bir zamanda politika hayatımızdan çekilmesi, Türkiye için gerçek bir kayıp oldu.

    Türkeş, silahlı kuvvetlerimizle samimi ve sürekli temas halinde idi. Türk devletinin hangi temellere oturduğunun kusursuz şuuru içindeydi. Türkiye’yi çok iyi tanıyor, şartlarını çok iyi biliyordu. Cumhur-başkanı Demirel’le ilişkileri de çok sağlıklı idi. Demirel, Milliyetçi Cephe koalisyonlarında başbakan yardımcısı olan Türkeş’i sevmiş ve Türkeş’in devlet anlayışını takdir etmiştir. Bu koalisyonlarda Türkeş, diğer ortaklar gibi Adalet Partisi’ne çomak sokmayı aklından geçirmedi. Adalet Partisi’ne yardımcı oldu. Hiç şüphesiz Devlet’i algılayışı, partisinin haklı menfaatlerinin üzerinde idi.

    1997 çizgisinde Türkeş, tavizsiz, tam bir demokrasi rejiminin Türkiye’nin kalkınmasında vazgeçilmez temel olduğunu, demokraside geciktiğimizi teşhis etmişti. Böyle bir demokrasi; bölücü ırkçılık, Atatürk düşmanı bir nesil yetiştirmek gibi Türkiye’de hiç bir zaman ve asla uygulanabilirliği bulunmayan heveslerden arınabildiğimiz ölçüde çabuk kurulacaktır.

    İstisnasız her partide Türk milliyetçileri, hiç olmazsa Türk milliyetçiliği duygusuna hasım olmayanlar vardır. Partisiz büyük kitlelerde daha fazladır. Ancak liberal, tam bir demokrasiye inanmış, 21. asır dünya şartlarına uyumlu bir milliyetçi iktidarın oluşması için Türkeş, büyük adımlar attı. Söylemeye hacet bile yoktur ki bugün Türkiye’de ırkçılığa dayanan bir Türk milliyetçisi mevcut değildir. Kendisini Türk hisseden, Türkiye’de yaşamaktan mutlu, Türk dünyasının en büyük ve kudretli parçası bulunduğunun idrakinde, Türk’ün yücelmesini hedef alan herkes, Türk milliyetçisidir. Bir kültür milliyetçiliğidir ki, yabancı, hatta küçük kültürlere hasım değildir.

    Türk milliyetçiliğinin duygu bazından tefekkür bazına, fikir akımına dönüşmesi l860’larda başlar. Gerek Sultan Abdülaziz (1861-1876), gerek yeğeni Sultan Abdülhamid (1876-1909), bu fikir akımını, temsil ettikleri devlete dost bir hareket olarak kabul ettiler. Ancak Türk milliyetçiliğinin Devlet rejimi şeklinde kabulü ve uygulanması yalnız iki dönemde gerçekleşti: 1913-18 İttihad ve Terakki ve 1920-38 Atatürk iktidarlarında...

    İttihad ve Terakki’nin beceriksiz ve imparatorluğu yıkıma götüren politikasını Atatürk, çok iyi değerlendirdi. Bütün o felaketlerin içinde yaşadığı için, aynı hatalara düşmedi. 1918-1939 dünyasının adamı, çok büyük bir politikacısı ve reformcusu idi. Öyle bir dünyanın şartları içinde hareket etti.

    19 Mayıs 1944’te Türk milliyetçiliği, ırkçılık ve turancılık yaftası altında mahkum edilmeye çalışıldı. Bu suretle Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Atatürk iktidarının temelini oluşturan tek fikir olan milliyetçilik reddedildi. Milliyetçiler; ikinci derecede, çağa uyumsuz, zeka seviyeleri düşük, kendilerini ön plana çıkartmanın hikmet-i hükümete aykırı bulunduğu bir vatandaş zümresi muamelesi gördü. Özel sektör de aynı tavrın içindeydi. Bu anlayış hala tamamen kırılmış değildir. Türk milliyetçiliğine karşı olanlar, Atatürk’ün milliyetçiliğini pas geçenler, Türk’e çok da inanmış kişiler, zümreler değillerdir. Sovyetler Birliği’nin ölümsüz olduğuna kani idiler. Geleceği görmekteki yetenekleri yok denecek kadar kısıtlı idi. Milliyetçiliğe karşı çıkarak, Türk devletine gerçekten hasım, Türk’ü sevmeyen veya Türk’ü önemsiz gören insanların, hatta nesillerin yetişmesi zeminini oluşturdular.

    Türk denen bu millet, Alparslan Türkeş hakkındaki kesin hükmünü, onun cenazesinde belli etti...

     

    ALPARSLAN TÜRKEŞ MİLLET MECLİSİNDE

    Muammer TAYLAK°

    Alparslan Türkeş, fırtınalı mücadele yıllarından sonra;

    "Ben 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra, o kanaate vardım ki; ihtilal yoluyla bir memlekete hizmet etmek mümkün değildir.

    Ne kadar eksik, ne kadar aksak tarafları olursa olsun, hukuk yoluyla bir memlekete, bir millete hizmet, en iyi yoldur...

    İhtilal, otoriteyi yıkar, anarşi başlar. Bu anarşiyi durdurmak, yeniden düzeni ve otoriteyi kurmak çok güç meseledir. Ve memleket bundan zarar görür. Bunun hem içinde bulundum, fiilen yaşadım. Memleket aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur: En kötü hukuk nizamı en iyi ihtilalden iyidir” der.** A. Türkeş, samimi beyanına bağlı bir idrak iledir ki; bundan sonra memleket ve millete, parlementer hukuk nizamı içinde hizmet etmeye karar verir. Alparslan Türkeş’in, vardığı bu karar gereğince; 1965 yılında, o günün de şartları içinde yaptığı değerlendirmeleriyle siyasi tercihi Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi olur..

    A. Türkeş, 31 Mart 1965 tarihinde parti müfettişi sıfatıyla katıldığı C.K.M.P.’nin 30,31 Temmuz 1965 tarihlerinde yapılan olağanüstü kongresinde parti genel başkanlığına seçilir. Ve 1 Ağustos 1965 tarihi Alparslan Türkeş için yep yeni bir dönemin başlangıcı olur.

    Tarih 31 Mart 1965. Alparslan Türkeş, bir siyasi parti mensubu olrak yaptığı konuşmasında özetle ve altını çizerek şu gerçekleri dile getirir:

    “...Türk milleti için, değişmez kader yapmada şeref payı gerçekten büyük olan CKMP’lileri, dürüst, samimi, vatansever ve inandıkları prepsiplerden vazgeçmez oluşları ile duygu ve düşüncelerimizin uyarlılığı bizleri kendilerine çekmiştir.

    Açıkça belirtmek gerekir ki; bugünün politik, sosyal, ekonomik ve kültürel bakımdan memleketin içinde bulunduğu durum çok düşündürücüdür. Gerçeklere cesaretle parmak basacak, dertlerini cesaretle ortaya koyacak kötü tedbirlerle çağdaş uygarlık düzeyine giden yolu aşmaya çalışacak yerde, kin ve garezlerin duyulması, şahıs ve zümre çıkarlarının sağlanması uğruna yapılan kısır politika kavgaları vatandaşların huzurunu kaçırmış bulunmaktadır. Ayrıca, aşırı akımların yıkıcılığı gittikçe endişeleri arttırmaktadır..

    Türkiye’nin bütünlüğüne karşı yönetilen zehirleri, ayırıcı faaliyetlerle ciddi ve müspet, ilmin icap ettirdiği şekilde savaşılmalıdır.

    Parti farkı gözetilmeksizin bütün vatandaşların hizmetinde bulunmak Türk milletini kutsal bir bütün görerek, onu yüceltmeyi, mutluluğa kavuşturmayı başlıca ülkü saymak gerekir... Bunları gerçekleştirmek için Atatürk milliyetçiliğin gerçek temsilcileri el ele vererek çalışmalıdır...*

    Tarih, 2 Haziran 1965. Alparslan Türkeş, “... Bu milletin ters talihini yenmek istiyoruz, yeni bir devir açılmasında millete yardımcı olmak istiyoruz.. Türk milletinin uyanış ve kendisine geliş meselelerine hizmet etmek azmindeyiz..."**

    Tarih 26 Temmuz 1965. A. Türkeş’in Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e göndermiş olduğu mektubunda özetle şunlar yazılıdır:

    "... Seçim arefesinde, müşkül yurt ve dünya problemleri karşısında bilhassa milli tesanüde ve birliğe ihtiyaç duyulan şu günlerde, 27 Mayıs öncesi halkı kardeş kavgası ortamına sürükleyen bedbahtların, intibahtan uzak, aynı hırs ve şuursuzlukla Anayasa ve kanunları hiçe sayarak milli huzura ve barış temellerine tecavüz ettiklerini görüyoruz. Masum halk kitleleri birbirlerine küskün, şüpheli ve kindar gruplar haline getirilmekte, aleni neşriyat ve propagandalar.. sürdürülmektedir.

    Sayın Genel Kurmay Başkanı tarafından, orduya karşı meş’um davranışlar hakkında yapmış olduğu girişimler karşısında bazı politikacı-lar hakkında hiçbir işlem yapılmayarak,bu adamlara seçim devresinde ve kongrelerde daha mütecaviz olma cür’et ve fırsatları verilmiş olacaktır..”

    CKMP’NİN ÇİÇEĞİ BURNUNDA YENİ GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN BAŞBAKAN SUAD HAYRİ ÜRGÜPLÜ’YE ÜLTİMATON NİTELİĞİNDE SERT VE KARARLI TEPKİSİ:

    Cumhuriyet Senatosu Kayseri Senatörü Suad Hayri Ürgüplü’nün Başbakanlığında kurulmuş olan* koalisyon hükümetinde, CKMP Niğde Milletvekili Mehmet Altınsoy Devlet Bakanı, Konya Milletvekili İrfan Baran Adalet Bakanı, Afyonkarahisar milletvekili Hasan Dinçer Milli Savunma Bakanı ve Eskişehir Milletvekili Seyfi Öztürk’de Köyişleri Bakanı olarak görev almışlardı.

    CKMP’li Bakanlardan Hasan Dinçer, Seyfi Öztürk ve Millet meclisi Başkan vekili Nurettin Ok, Ahmet Oğuz, Veli Başaran, Mehmet Kesen ve Senatör Rasim Hancıoğlu, 4 Ağustos 1965 tarihinde CKMP Genel İdare Kuruluna müşterek bir mektup göndererek; “Türkeş’in liderliği altında partinin totaliter ve maceracı bir hüviyet aldığı” iddiasıyla istifa ettiklerini bildirmişlerdir.

    Genel Başkan Alparslan Türkeş, 5 Ağustos 1965 günü, Başbakan Suad Hayri Ürgüplü’yü Başbakanlıktaki makamında ziyaretle; mütecaviz bir tavırla partiden istifa edip de, halen partisini temsilen bakanlık görevini sürdürmekte olan Hasan Dinçer ve Seyfi Öztürk’ün, “öğleye kadar hükümetten istifa etmelerinin temini için” Başbakan’a mehil verir. Türkeş, aksi taktirde koalisyona dahil siyasi parti liderlerinin de toplantıya çağrılmasını ister.

    Öte yandan adı geçen iki bakanın bakanlıktan istifa etmemekte direnmeleri, Başbakan S. Hayri Ürgüplü’yü zor durumda bırakmıştır.

    CKMP lideri Alparslan Türkeş’in, sert ve kararlı ve ültimaton niteliği taşıyan uyarısı üzerine, mevcut koalisyonda yer alan siyasi partilerin liderleri 6 Ağustos 1965 günü saat 17.00 toplanırlar. Başbakan S. H. Ürgüplü, “her şeyin iyi niyetle halledileceği” yolunda bir demeç verir. Ve sonuçta Türkeş’in talebi istikametinde; Hasan Dinçer ve Seyfi Öztürk resmen Bakanlıklarından istifa ederler. Aynı tarihte CKMP C.Senatosu Çankırı Üyesi HazımDağlı, Milli Savunma, CKMP Yozgat Milletvekili Mustafa Kepir’de Köyişleri Bakanlığı’na atanırlar.

    ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN, MİLLLET MECLİSİ KÜRSÜLERİNDEN, DEĞİŞİK TARİHLERDE, DEĞİŞİK METİN VE SIFATLARLA AND İÇİŞİ:

    "Milli Birlik Komitesi üyelerinin 24 Haziran 1960 günü (eski) T.B.M. Meclisinde ve Türk Milleti önünde and içme töreni, Devlet ve Hükümet Başkanı Cemal Gürsel’in şu açış konuşmasından sonra yapılmıştır:

    “... Şu anda içeceğiniz and, edeceğiniz yemin, vereceğiniz namus sözü bidayetten beri hamle ve hareketlerimize ışık tutan asil heyecanlarımızın şahsi emellerden uzak, yalnız memleket ve milletin saadetini, gelişme ve yükselmesini hedef tutan duygu ve düşünceleri-mizin Türk Milletinin ve dünya efkarı önünde bir defa daha tekrarı ve teyidi olacaktır....”

    "Evvela ben yemin ediyorum" diyerek yemin eden Cemal Gürsel’den sonra Milli Birlik Komitesi üyeleri alfabetik sıra ile kürsüye gelerek and içerler. Alparslan Türkeş de sırası geldiğinde askeri üniformasıyla kürsüde aynı andı şu şekilde içer:

    “Bir karşılık beklemeden, ahlak, adalet, hukuk ve insan hakları prensiplerinden ve vicdani kanaatlerimden başka bir sınırla bağlı olmaksızın kendimi Türk Milletine adadım. Vatanın ve milletin mutluluğuna ve milletin egemenliğine aykırı bir ülkü gütmeye-ceğim. Demokratik Cumhuriyeti ve yeni anayasaya göre düzenle-mek ve iktidarı yeni meclise devretmek ülküsüne bağlılıktan ayrılma-yacağım. Bunun için şerefim, namusum ve bütün mukaddesatım üzerine and içerim.”*

    Alparslan Türkeş’in ikinci and içişi: 10 Ekim 1965 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinde, ilk defa Ankara Milletvekili seçilişinden sonra, bu sıfatla, 22 Ekim 1965 günü, millet meclisi kürsüsünden, 1961 Anayasasının 77’inci maddesi gereğince şu andı içme şeklinde olur:

    “Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkımızın mutluluğu için çalışacağıma namusum üzerine söz veririm..”

    Alparslan Türkeş, 12 Ekim 1969, 14 Ekim 1973 ve 7 Haziran 1977 milletvekili genel seçimlerinden sonra da, bu defa Adana milletvekili sıfatıyla yine 1961 Anayasasının 77’inci maddesi gereğince meclis kürsüsünden and içmiştir.

    Alparslan Türkeş, 20 Ekim 1991 Millet Vekili Genel seçimlerinde partisinden istifa edip, Refah Partisinden Yozgat adayı olarak seçime katılmış ve seçim sonucunda aday olduğu ilden milletvekili seçildiği için, meclis kürsüsünden bu defa da 1982 Anayasası’nın 81’inci maddesi gereğince şöyle and içmiştir:

    “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatan ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik laik cumhuriyet ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakat-ten ayrılmayacağıma; Büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.”

    Alparslan Türkeş, Cumhurbaşkanı adayı:

    Alparslan Türkeş’in mecliste yapmış olduğu çeşitli konuşmalarının bazı bölümlerini, kronolojik bir dizi içinde, özetle aktarmadan önce, 1966 yılında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın görevinden istifa edip, Cumhurbaşkanlığına aday gösterilişi ve seçilişine ilişkin takip edilen taktiklere, Alparslan Türkeş ve partisinin “demokratik rejim açısından göstermiş olduk-ları tepkiyi, önemli bir siyasi belge olarak dikkatlere sunmak isteriz:

    Tarih 9 Şubat 1966. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in sağlık durumu ağırlaşır. Bir günde üç sağlık bülteni yayınlanır.

    Gürsel’in sağlığının, görevini sürdürmeye yetersiz olduğunu bildiren doktor raporundan sonra, Cumhuriyet Senatosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Şevki Atasagun Cumhurbaşkanı vekili olur.

    13 Şubat 1966 günü, siyasi partiler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanı adaylığı üzerinde anlaşırlar ve bu haber, 14 Şubat 1966 tarihli gazetelerde yer alır.

    15 Şubat 1966 günü, Cumhurbaşkanı kontenjan senatörü Prof. Dr. Ragıp Üner, C. Sunay’ın, öncelikle Cumhurbaşkanı kontenjan senatörü seçilmesine imkan sağlayabilmek için senatörlükten istifa eder.

    14 Mart 1966 günü, C.Başkanı vekili İbrahim Şevki Atasagun, aynı tarihte ordudan istifa eden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ı, C.Başkanı kontenjanlığından senatör atar. Cevdet Sunay, 17 Mart 1966’da yemin ederek yeni görevine başlar.

    27 Mart 1966 tarihinde, Başbakanlığın isteği üzerine Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde toplanan 37 kişilik “Müşterek Sıhhi Kurul”, iki rapor düzenleyerek, “Gürsel göreve devam edemez. Vücut ölmüştür” kararını verir.

    28 Mart 1966 günü TBMM’de Cumhurbaşkanlığı için seçim yapılır. C.Başkanı Kontenjan Senatörü Cevdet Sunay’ın adaylığı yanı sıra CKMP Genel Başkanı Ankara Milletvekili Alparslan Türkeş’de Cumhurbaşkanlığı için adaylığını koyar.

    Gelişen bütün bu olaylarla ilgili olarak Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, aynı gün tarihi bir bildiri yayınlar. Bu bildiri aynen şöyledir:

    C.K.M.P. Bildirisi

    “C.K.M.P. Genel İdare Kurulu, Partiye mensup Senatör ve Millet vekilleriyle birlikte saat 10.30 da toplanarak bugün T.B.M. Meclisinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi bünyesi içinden bir aday göstermeye karar vermiştir. Bu kararın gerekçesi özet olarak şöyledir:

    1. Sayın Cumhurbaşkanımız Cemal Gürsel’in görevine devam edemeyecek şekilde ağır rahatsızlığı dolayısıyla boşalan Cumhur-başkanlığı makamı için yapılacak seçimde, Türk Demokrasisinin uluslararası itibarına gölge düşürecek nitelikte bir sürat ve prosedürle hareket edilmesini, T.B.M. Meclisinin ve Demokratik rejimin geleceği bakımından normal bir teamül başlangıcı olarak görmek imkansızdır.

    2. Türkiye devletini yönetecek müstesna şahsiyetleri daima meclis içinde de, dışında da bulunması mümkün iken, bu defa on beş gün öncesine kadar büyük mecliste bu bahiste bir yoksunluk varmış zehabını uyandıracak bir prosödürün denenmesi Büyük Meclisin itibarı üzerinde tartışmaya yol açıcı nitelikte görülmüştür.

    3. Sayın Sunay’ın ve Genel Kurmay Başkanlığı görevini ifa etmiş bir şahsiyetin Cumhurbaşkanlığı makamına daima laik olabileceği doğru olmakla beraber, Cumhurbaşkanlığına giden yolun Genel Kurmay Başkanlığından geçeceği yolunda bir teamül başlangıcı demokratik rejimin temel ilklerine uygun düşmeyecektir.

    4. Bugünkü iktidar partisinin Büyük Meclisteki tutumu, muhalefeti yok etme gayretleri, Danıştay kararlarını hiçe sayması ve kendisine ebedi iktidar partisi haline getirme çabaları karşısında Meclisin bazı partilerin ve kamu oyunun bu süratli prosödürü benimsemesi tabii görülmekte ve buna iktidar partisinin sebep olduğu bilinmekte ise de, biz kararımızı bugünkü olay ve Sayın Sunay’ın çok değerli şahsiyeti ile ilgili olarak değil, demokratik rejimin geleceği için ve Büyük Meclisin Türk Milletine taahhütleri yönünden aldığımızı açıklarız.

    5. Partimiz Cumhurbaşkanlığına daya olarak Genel Başkan Alparslan Türkeş’i göstermekle Büyük Meclisin Cumhurbaşkanlığı seçimine tek adayla girmemiş bulunmasını da sağlamakla ve bunu Yüce Meclisin itibarına layık bir jest telakki etmektedir.

    6. Karar T.B.M. Meclisinin olacaktır ve ulaşılan sonuç ne olursa olsun Cumhurbaşkanlığına seçilecek olan şahsın başarıları için Meclis içinde ve dışında yüksek görev duygusu ile bütün gayretimizi göstereceğiz.

    Seçimin Türk Milletine hayırlı olmasını dileriz.”

    Cumhurbaşkanlığı için yapılan seçim sonunda: Kontenjan senatörü Cevdet Sunay, oylamaya katılan 532 üyenin 461’inin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilir. Aynı seçimde aday olan A. Türkeş, 11 oy alır.

    Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, kendisi için, istifa ederek Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlük görevini boşaltan Prof. Dr. Ragıp Üner’i, 16 Nisan 1966 tarihinde yeniden Cumhurbaş-kanlığı Kontenjan Senatörlüğüne atamak suretiyle bir vefa görevini yerine getirmiş olur.*

    Alparslan Türkeş, Millet Meclisi Kürsüsünde

    Alparslan Türkeş’in, 1965’te milletin özgür iradesiyle millet-vekili seçilip, bu sıfatla millet meclisi çatısı altına girişinden baş-layıp, (12 Eylül 1980 ihtilalinin yarattığı çok yönlü inkıtalar dışında) memleket ve millete hizmet şevk ve heyecanı ile, 1995 yılına kadar devam eden yaklaşık 30 yıllık parlamenterlik hayatında ve özellikle meclis kürsüsünden yaptığı konuşmalarının bazı bölümlerini özet olarak aktarmakla onu, ölümünün 1. yılında, bir kere daha hatırlatarak yaşatmayı manevi bir görev bildik... Bu amaç iledir ki; rahmetli Türkeş’in Millet Meclisi kürsüsünden yaptığı konuşmaları, kronolojik bir sıra içinde sizlerin değerli dikkatlerinize sunmak istedik.

    Tarih. 07.11.1965:

    1. Süleyman Demirel Hükümet programının millet meclisin-deki müzakeresi sırasında Alparslan Türkeş’in yaptığı konuşma: “... Demokratik hukuk ve refah devletinin temel kurumlarının gerçekleştirilmesiyle Türkiye’mizde artık rejim meselesinin, sistem ve siyasi düzen davasının çözülmüş olmasını ve tartışma konusu olmaktan çıkarılmasını arzu ederiz.

    Ama unutmayalım ki, demokrasi ve cumhuriyet, yüksek bir fazilet rejimidir. Demokrasiye ve cumhuriyeti inançsızlık, fazilet-sizlik, kanunları ayaklar altına almak, yalan, iftira ve zorlama temelinden yıkar..”

    “Millet, seçtiği insanların kişiliklerini menfaat karşılığında pazara çıkarmalarından, politik transferlerden üzgündür..”

    "... Kendi temel kültür ve inançlarımıza bağlı, tam bağımsız bir milli devlet ve millet olarak yaşamak ülkümüzdür..”

    “... Devlet ve bütünlüğümüz için büyük bir tehlike teşkil eden mezhepçilik ve bölgecilik konularına özellikle dikkat çekmek isteriz. Aynı memleket çocukları ve birbirlerinin öz kardeşleri olan çeşitli bölgelere ve mezheplere mensup vatandaşlarımızın birbirlerine karşı kışkırtılması faaliyetlerini dikkatle izlemeli ve önlemeliyiz..”

    "... Komünizma karşı mücadelede birlik ve beraberlik içinde olmak ancak karşı mücadelenin fikir ve söz hürriyetlerinin tahdit ve zincir haline getirilmesini de sakıncalı gördüğümüzü ifade etmek isteriz..”

    “.. Bugün yaptığımız mücadele sadece bir Kıbrıs mücadelesi değildir. Bizi çevreleyen şartlarla bir varlık ve yaşama mücadelesidir..”

    ".. Devletlerin daima kişiliği olan bir politika takip etmeleri lazımdır...”(1)

    Tarih: 27.02.1966. Millet Meclisinde 1966 Yılı bütçe görüşmelerinin müzakeresi sırasında CKMP Grubu adına söz alan Alparslan Türkeş, yaptığı konuşmasında özetle şu hususlara değinmiştir: “... Muhterem milletvekileri, içinde bulunduğumuz çağ, ilim ve tekniğin büyük gelişmeler kaydettiği bir çağdır. İlim ve tekniğin bugün insan toplulukları çin hakiki mucizeler yaratan bir imkan kaynağıdır. Bütçenin çeşitli bölümleri arasında, bu konu için özel bir plana ve faaliyetlere yer verildiğini görmedik...”

    “... 1972 yılı sonunda dış borçlarımız üç milyar doların üzerine çıkmış olacaktır... Bu muazzam borçların Türk nesillerine miras bırakılan ağır bir yük halini almaması için üzerinde bilhassa durulması gereken hususlar vardır...”

    "... Bütçede, toprak reformu ve ziraat reformu ile ilgili hiçbir faaliyete yer verilmemiştir. 1944 yılından beri çeşitli iktidarlar, toprak reformundan bahsetmemişler, fakat 23 yıldır hiçbir iktidar ciddi olarak konu üzerinde durmamış, sadece seçim zamanlarında bu konuyu, köylü vatandaşları ve topraksız çiftçileri aldatmak ve avlamak için kullanmışlardır...”. “... Bize göre, diğer reformlara ihtiyaç bulunduğu gibi, acele torak reformuna da ihtiyaç vardır..”(2)

    Ankara milletvekili Alparslan Türkeş’in, Kıbrıs konusunda takip edilen politika dolayısıyla Başbakan hakkında Anayasanın 89’uncu maddesi gereğince bir gensoru açılmasına dair verdiği önergenin, millet meclisinin 4.12.1967 günkü 12. Birleşimde Alparslan Türkeş özetle şu konuşmayı yapmıştır:

    ".. Muhterem arkadaşlarım; yıllardan beri Türkiye hükümetlerinin Kıbrıs Türklerine verilmiş olan şeref sözü vardır. Türk hükümetleri Kıbrıs Türklerini her çeşit saldırıya karşı her zaman koruyacaklarını taahhüt etmişlerdir. Fakat Kıbrıs Türkleri hepimizin bildiği gibi, devamlı olarak saldırıya maruz kalmışlar, devamlı olarak öldürülmüşler, ırzlarına, namuslarına tecavüz edilmiş, malları mülkleri tahrip edilmiş, ellerinden alınmış ve bunun karşılığında bu suçları işleyenler, bu cinayeti yapanlar cezasız kalmışlardır. Türkiye hükümet-leri de bunlara karşı müessir hiçbir şey yapmamıştır...”(3).

    Alparslan Türkeş, yine Kıbrıs konusuyla ilgili olarak meclis kürsüsünde. “... Biz bu konuda yıllardan beri Hükümetlere kendi görüşümüzü belirten muhtıralar takdim ettik. Şahsen de ziyaret ederek görüşlerimizi anlatmaya çalıştık. Fakat dikkate alınmadı.

    Bize göre her şeyden öne milli davayı açık seçim dünyanın da anlayacağı şekilde tesbit edip ilan etmek lazımdır...”

    "... Ada’da mutlaka fiili bir durum meydana getirerek şartları Türkiye lehine değiştirmek lazım geldiği inancındayız ve bunu, Hükümetlerimize zaman zaman vermiş olduğumuz muhtıralarda belirttik...”(4)

    Tarih 25 Şubat 1969. Alparslan Türkeş, Millet Meclisi kürsüsünde:

    "... Muhterem milletvekilleri, iki yıla yakın bir zamandan beridir, üniversitelerimizin özerkliğinden yararlanarak, bu özerkliği kötüye kullanarak, üniversiteler içerisinde komünizm akınları kızıştırılmaktadır.. Komünist gençler kanunları, Anayasayı nizamları Türk ahlak ve törelerini ayaklar altında çiğnemektedirler. Komünist tahrikçileri cam, çerçeve kırmaktadırlar. Profesörlerine, hocalarına en ağır şekilde hitab etmekte, küfretmektedirler. Bunlar, otomobil yakmakta, bayrak yakmakta, Bayazıt kulesine kızıl bayrak çekmekte-dirler. Bunlar mıdır Atatürk gençliği? (Adalet Partisi sıralarından “asla” sesleri) Bunlar mıdır, Türkiye’nin bağımsızlığını savunan gençlik. Bunları himaye etmeye niçin kalkışıyor CHP? Bunların niçin koruyuculuğunu üzerine alıyor? (Adalet Partisi ve C.K.M.P. sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

    Bu yıkıcı ve dünyanın tanıdığı en vahşi emperyalizm olan komünizmin uşaklığını yapan, komünist yardakçılara karşı, Anayasayı başlar üzerinde tutmak isteyen, kanunlara bağlı, milliyetçi Türk gençleri de, üniversite içerisinde bunlara karşı kendi inandıkları fikirlerin üstünlüğünü ortaya koymak üzere çalışırlar, harekete geçerlerse bunlar neden sokak saldırganları olurmuş?

    Bunlar sokak saldırganları değildir. Bunlar vatansever, hakiki milliyetçi tertemiz Türk çocuklarıdır.

    Muhterem arkadaşlar, bunlara “Atatürkçü gençlik” diyor, C.H.P. sözcüsü...”

    "... Arkadaşlar, bayrak yakanlar Atatürkçü olamaz.(AP ve CKMP sıralarından “Bravo” sesleri alkışlar) Atatürk’ün bize bıraktığı miras, hangi milletin bayrağı olursa olsun ona saygı göstermeyi gerektirir.

    Bayrak yakanları himaye etmeye kalkmakla Atatürk’e ihanet etmek birdir..”(5)

    Tarih 10 Ekim 1969. Başbakan Süleyman Demirel tarafından teşkil olunan 13’üncü Türkiye Cumhuriyet Hükümetinin programı görüşülürken söz alan Alparslan Türkeş:

    "... Söylemek, yazmak, ifade etmek kafi değildir. Söyleneni,yazılanı sammi olarak benimsemek, inanmak ve onu memlekette davranışı ile uygulanması ile hakim kılmak lazımdır. Yoksa, kağıt üzerinde veyahut parlak cümleler halinde ifade edip de uygulanmayacak olduktan sonra hukuk düzeninden bahsetmek, vatandaşın iradesinin serbestçe tezahüründen bahsetmek, bunlar bizi bir yere götürmez...”(6)

    İsmet İnönü’nün vefatı münasebetiyle, Millet Meclisi’nde, 27 Aralık 1973 tarihinde siyasi parti liderleri gündem dışı söz alarak, İnönü’nün tarihi kişiliği ve hizmetlerini belirten birer konuşma yapmışlardır. MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş de bu konuda yapmış olduğu konuşmasında: “Büyük Devlet adamı, büyük asker Sayın İnönü; milletimizin yok edilmek istendiği bir zamanda, büyük Atatürk’ün yanında, bir husumet dünyasına karşı mücadele etmiş büyük bir Türk kahramanıdır..”

    “.. Büyük karar adamı olan, cesur kararlar veren eşsiz Atatürk’ün yanında titiz bir plancı, teferrutaları seven bir yardımcı olarak değerli hizmetler ifa etmiştir...”(7).

    Tarih 30.05.1974. 1974 yılı Bütçe Kanun tasarısını müzakere için toplanan millet meclisinde söz alan Alparslan Türkeş özetle şu konuşmayı yapmıştır:

    “Sayın Başkan, sayın milletvekilleri;

    Türk vatanı, bugünkü Türkiye bize emanettir ve bu Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanların hepsi Türk milletinin evlatlarıdır, aynı milletin çocuklarıdır. Türk Milletinin birliği ve Türk vatanının bölünmezliği üzerinde Türk Milleti kararlıdır, bunun aksi yönde tutum ve zihniyet sahibi olanlar hüsrana uğrayacaklardır. (AP ve DP sıralarından alkışlar ve “Bravo” sesleri...”(8)

    Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparsan Türkeş, Başbakan Sadi Irmak tarafından kurulan Bakanlar Kurulu programının, 27.11.1974 tarihinde millet meclisinde müzakere edilişi sırasında söz alarak bir konuşma yapmıştır. Türkeş, bu konuşmasında özetle şunları söylemiştir:

    "... 1973 seçimlerinde oy kullanan vatandaşların, bu şekilde oy kullanmakla yanlış hareket etmiş bulunmaları cihetine işaret edilme manasını taşıyan mütalaalar ortaya atılmıştır.

    Halbuki Türk vatandaşı demokrasiyle idareyi isteyen ve oyunu bilerek kullanan insandır. Türk vatandaşı, 1973 seçimleriyle hiçbir partiyi iktidar yapmak istememiştir. Partiler birbirleriyle uzlaşarak, beraberlik halinde koalisyon hükümetleri kurarak memleket idaresini bu şekilde yürütmelerini istemiştir. Bunu böyle karşılamak lazımdır.

    Demokrasiye inanan, hukukun üstünlüğüne, parlementer rejime inana insanların seçim sonuçlarını bu şekilde yorumlaması, bu şekilde karşılaması lazımdır..”(9)

    Alparslan Türkeş’in, Millet meclisi kürsüsünden, 7 Ocak 1975 günü yapmış olduğu gündem dışı konuşması:

    “.. Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, Biraz evvel konuşan Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili arkadaşımız meydana gelen öğrenci olaylarını ele alarak, sayın Genel Başkanlarının her zaman uyguladığı bir usule baş vurmuş ve bunu meclis kürsüsünden de tekrarlamıştır. Bu usul şudur: Ortaçağ karanlığında engizisyon devrinde, engizisyon papazlarının masum insanları, suçlama usulüdür bu. Bu usulü Cumhuriyet Halk Partisinin Sayın Genel Başkanı her zaman uygulamaktadır. Burada konuşan değerli milletvekili arkadaşımız da bu usule baş vurmuştur.

    Kendileri, kendileri gibi düşünmeyenleri, “çağ dışı” diye vasıflandırmaktadırlar ama kendileri çağ dışıdır. (AP, DP ve MSP sıralarından alkışlar)

    “... Muhterem arkadaşlarım, size yakışmıyor bu şekilde ithamlarda bulunmak. Hukuka inanmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti-nin hukuk devleti olduğuna inanmış, milletvekili sıfatını taşıyan, bir partinin Genel Başkanı sıfatını taşıyan, Başbakanlık makamı gibi yüksek vazifeye yükselme imkanı elde etmiş olan vatandaşlarımıza bu şekilde ithamlar yakışmıyor...”

    “... Muhterem arkadaşlarım, biz dürüst yoldayız, doğru yoldayız. Size de dürüstlüğü tavsiye ederiz, hukuk yolunu tavsiye ederiz.

    Arkadaşlar, fırtına eken bora biçer, bunu unutmayınız. (AP, MHP, ve CGP sıralarından alkışlar CHP sıralarından gürültüler.”(10)

    Tarih Şubat 1975. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Meclis kürsüsünde.

    “... Muhterem arkadaşlarım, zorbalığın, kaba kuvvetin en iğrenci, en aşağılığı, iftiraya, yalana istinaden tedhiş yapmaktır. (AP, MHP, CG, MSP, DP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

    “... Muhterem arkadaşlarım, suçsuz insanları itham altında bırakarak, şeref ve haysiyet katili olmak daha aşağı bir harekettir. (AP ve MHP sıralarından “Bravo” sesleri alkışlar.)

    “.. Türk milletinin birliğine, Türk vatanının bütünlüğüne, Türk Devletinin bütünlüğüne ve korunmasına karşı olanlar, bu yolda olduğumuz için bize saldırmaktadırlar.

    Türkiye’de beynelmilel komünizmin oyunları yok mu, Türkiye’de, başka yabancı memleketlerden beslenen yıkıcı hareketler yok mu, Türkiye’de çeşitli başka kuvvetlerin, Türkiye’yi sömürmek, çeşitli karışıklıklar çıkarmak için kışkırttığı hareketler yok mu ki, Türkiye’deki bütün bu karışıklıklarla, bu çıkan olaylarda, milliyetçiler ve Milliyetçi Hareket partisi sorumlu görülmektedir?”

    ".. Arkadaşlar, Milliyetçi Hareket Partisi, Türkiye için hayırlı olduğuna inandığı yolda yürümeye devam edecektir. Karşısına çıkanlar hüsrana uğrayacaktır..."(11)

    Tarih 09 Nisan 1975. Alparslan Türkeş, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı sıfatıyla meclis kürsüsünde;

    “.. Muhterem arkadaşlarım, Necdet Uğur’a bir tavsiyem var. CHP sıralarından “Kendine” sesleri) Sayın Necdet Uğur, hareketlerinde, davranışlarında, zibidi zaptiye zihniyetine dayanan jurnalcilikten vazgeçmelidir (AP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar; CHP sıralarından gürültüler)

    "... Kabadayılıkla beni yıldıramazsınız. (CHP sıralarından gürültüler)(12).

    Alparslan Türkeş, Dördüncü Beş Yıllık (1979-1983) Kalkınma Planının 23.11.1978 günü millet meclisinde müzakeresi sırasında yaptığı konuşmasında:

    “...Memleket büyük bir enflasyonla karşı karşıyadır. Pahalılık memurları, işçileri, dar gelirlileri çok büyük sıkıntılara sokmuştur, Planda dar gelirliler için bunların yükünü hafifletecek tedbirler görülmemiştir .."(13)

    Sayın Türkeş, Harp Okulu’ndaki öğrencilik yıllarından itibaren, ömrünün elli yılını aşan bir süresinde, dış Türkler davasının yılmaz ve dönmez bir savunucusu olmuştur. Türk milliyetçiliği ülküsüne gönül vermiş bir fikir, siyaset ve devlet adamı olarak, görüş, inanç ve ülkülerinde “dış Türkler” konusu ve davası daima çok büyük bir yer teşkil etmiştir.

    1944’lerden başlayarak, defalarca “Turancılık” suçlamaları-nın muhatabı olmuş, yargılamalara maruz bırakılmıştır.

    Bu gün, artık gerek dünyada, gerekse Türkiye’de “dış Türkler” gerçeğini kabullenmeyen kimse kalmamış bir haldedir. Her halde elli seneyi aşkın bir süredir Sayın Türkeş’i “hayalcilikle”, “şövenlikle”, “fütuhatçılıkla” suçlayan kişi ve gruplar, kendilerinin nasıl bir devekuşu misali kafalarının kuma gömülü kişiler olduklarını anlamış olsalar gerekir..

    Artık, “turancılık”ın bir “hayalcilik” değil “gerçekçilik”in ta kendisi olduğu; realitenin bu işi benimseyip, sarılıp, gerek Türkiye gerekse 200 milyona yakın Türk Dünyası için ne gibi faydalar sağlanabileceğinin hesaplarını yapmaktan yana olduğu hususları açığa çıkmıştır.

    İşte, Sayın Türkeş, böyle bir noktada l8 milletvekili arkadaşı ile birlikte vermiş bulunduğu bir önerge ile, “DIŞ TÜRKLER KONUSU VE DAVASININ” ilk defa bu kadar yüksek bir seviyede TC Devleti’nin sahip çıktığı bir konu olarak TBMM’de görüşülmesini sağlamış bulunuyor.

    Alparslan Türkeş, Millet Meclisi’nin, 12.12.1991 günü yaptığı 15’inci Birleşiminde yaptığı konuşmasında özetle şunları söy-lemiştir:

    “.. Bizim, özellikle bu konuyu genel görüşme yapılması için Yüce Meclisin huzuruna getirmemizin sebebi, bu konu diğer dış meselelerden ayrı özellikler taşımaktadır. Bir defa Sovyetlerdeki Türk Cumhuriyetleri ve muhtar bölgelerdeki Türk yönetimleri konusu, bugüne kadar Türkiye’nin dış politikasında hiç yer almamıştır. Türkiye dış politikasının Sovyetler Birliğine göre ayarlamıştır. Ama dünyadaki gelişmeler, burada güzel konuşmalar yapmış olan değerli grup temsilcilerinin de ortaya koymuş oldukları glasnost, perestroika gibi gelişmeler, Sovyetlerdeki yeni oluşumlar ve dünyanın diğer yerlerindeki yeni gelişmeler, Türkiye’nin bundan sonra ilişkilerini nasıl ayarlayacağı gibi konuları getirmiş bulunmaktadır. Daha önce Türk Dışişleri, doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’ni hedef almış; bunların içinde bulunan Türkler hiç konu edilmemiştir. Hatta Türkiye’mizde çeşitle sebeplerle Türkiye dışındaki Türkler konusunu ele almak, hele siyasi alanda korkulu bir konu olarak görülmüştür, bunu sözkonusu edenler suçlanmıştır, küçük görülmüş-lerdir .."

    “... Bildiğiniz gibi, siyaset alanında uzun zamandan beri bulunmuş eski bir arkadaşınız olarak, ömrümün 55 yılını bu konularla uğraşarak geçirdim. Birleşmiş Milletler’in son zamanlarda yapmış olduğu istatistiklere göre, yeryüzünde en çok konuşulan diller arasında Türkçe beşinci sırayı almaktadır. Birinci sırada Çince, ikinci sırada İngilizce, üçüncü sırada İspanyolca, dördüncü sırada Arapça ve beşinci sırada Türkçe geliyor, yani bu sıralamaya göre birçok felaketler yaşamış olmasına rağmen hala Türk Milleti yeryüzündeki en kalabalkı milletlerden birisidir. “200 milyon insan Türkçe konuşuyor” demek, “200 milyon Türk vardır” demektir.

    Yeryüzündeki Türklerin bir kısmı imparatorluğumuzun dağıl-masından sonra terk ettiğimiz topraklarda kalan kardeşlerimizdir. Bir kısmı da imparatorluğumuza dahil olmamış olan, anayurdumuzda ve yaşadığımız diğer bölgelerde varlıklarını sürdürmüş olan soydaşları-mızdır ki, bunlarla da çok yakın kültür ve soy birliğimiz bugüne kadar devam etmiştir.

    Bunlardan Sovyetler Birliği’nde yaşayan beş Cumhuriyet var. Bu beş Cumhuriyetin dışında da muhtar cumhuriyetlerde yaşayan soydaşlarımız var. Son zamanlarda Sovyetlerde meydana gelen gelişmeler karşısında, bunlar da kendi bağımsızlıklarını ilan etme yoluna gitmişlerdir; bunların bir kısmı bağımsızlıklarını ilan etmişler, bir kısmı da ilan etmemişlerdir. 20. Yüzyıl, bilindiği gibi imparatorlukların yıkıldığı bir yüzyıldır. 20. Yüzyılın sonlarına geldiğimiz ve 21. yüzyıla yöneldiğimiz şu günlerde dünyada insan hakları, hürriyet ve bağımsızlık ve demokrasi rüzgarları esmektedir. Bu rüzgarlar bütün imparatorlukları çökertmiştir .."

    "... Son günlere kalan Sovyet İmparatorluğu ile, Çin İmparatorluğu da sarsıntı geçirmektedir; bu arada Sovyet İmparatorluğu dağılmaya ve çözülmeye başlamıştır. Burada yaşayan beş Türk Cumhuriyeti bulunmaktadır; bunlar Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’dır. Bunlardan Kazakistan dışında kalanlar bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Evvelce bunlarla bir münasebetimiz olmamıştır; Dışişlerimizde, dış politikamızda bunlar bir yer tutmamışlardır; ama şimdi bağımsız devletler olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu Türk Cumhuriyetlerinin dışında kalan Ermenistan gibi, Gürcistan gibi, Ukrayna gibi,Beyaz Rusya gibi, Rusya gibi topluluklar da bağımsızlık ilan etmişlerdir. Son zamanlarda İngiliz Milletler Topluluğuna benzer bir Bağımsız Milletler Birliği şeklinde Sovyet Rusya’da bir oluşum sözkonusu edilmektedir. Böyle bir oluşum gelişse bile, demek ki, gene bunların içinde Türk Cumhuriyetleri bağımsız varlıklarını koruyacaklardır.

    Sovyetlerle ve onların elçilik mensuplarıyla yapmış olduğumuz görüşmelerde biz onlara daima; “Bu güne kadar Türkleri sömürge olarak kullandınız; ama bundan sonra bunu sürdüremezsiniz. Esasen kendini insan bilen toplulukların, başka toplulukları haksız bir şekilde sömür-mesi, hürriyetlerinden mahrum etmesi, insanlık onuruna aykırıdır. Sizin kendi içinizden de bunu doğru bulmayan insanlar çıkmıştır. Yazılar yazmışlardır. Onun için siz Türklerin de hakkını teslim ederek onlara da insan haklarını ve bağımsızlığı tanıyarak, eşit şartlarda ve barış içinde münasebetlerinizi yeni esaslara göre anlaşmalı şekilde ayarlamalısınız” dedik. Şimdi, ona doğru bir gidiş, bir gelişme var demektir.

    İşte, bütün bunları dikkate aldığımız zaman, Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye’nin dış münasebetleri, dış politikası ne olmalıdır; o Cumhuriyetlerin jeopolitik özelliklerini göz önüne alarak, sahip oldukları ekonomik imkanları, kaynakları dikkate alarak, sosyal yapılarını dikkate alarak ve Türk olmayan diğer birimlerin, Ermenistan gibi,Gürcistan gibi ve diğerlerinin de durumlarını dikkate alarak Türkiye’nin politikası ne olmalıdır diye akılcı ve ilmi esaslara dayalı yeni bir siyasi plana ihtiyacımız vardır. Böyle, hazırlıksız, rastgele, ayaküstü tutumlarla bu dış politika düzenlenemez. Nitekim, son yıllarda hepimizi üzen bazı şeylerle karşılaştık. Bir gün, baktık ki, bir devlet adamımız, Azeriler için “Bunlar Şii’dir, bunlar bizden çok İran’a yakındır” deyiverdi. Ne kadar üzücü bir şey; tabii, onları da çok üzdü, bizi de çok üzdü.

    Onun için, bunlar soy itibariyle, din itibariyle bizimle aynı olan insanlarımızdır, kardeşlerimizdir ve kendileri, bize karşı sevgi beslemektedirler. Türkiye’yi sevmektedirler, Türkiye’den önderlik beklemektedirler. Binaenaleyh, onların bu özelliklerini de dikkate alarak ve Türk olmayan diğer Cumhuriyetleri tanımamızın da bunlar üzerinde ne gibi etkileri olacağını dikkate alarak, yeni, ilmi esaslara dayalı bir politika planlaması yapmaya ihtiyaç vardır...”(14)

    Yozgat Milletvekil Alparslan Türkeş ve onaltı arkadaşının, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ndeki Türk Cumhuriyetleri ve Muhtar Bölgeleri ile ilişkileri konusunda Anayasanın 98., İçtüzüğün l00 ve l0l. maddeleri uyarınca bir genel görüşme açılmasına ilişkin vermiş oldukları önergenin, millet meclisinin 17.12.1991 günü aktettiği 16. Birleşiminde, önergede birinci imza sahibi olarak söz alan Alparslan Türkeş, meclis kürsüsünde şu konuşmayı yapmıştır;

    ".. Bilindiği gibi Sovyetler, Marksist yönetimi terk ederek marksizmin totaliter yönetiminden vazgeçerek, Perestroika ve Glasnost denen ilkelerin ışığında yeni bir yapılanmaya yöneldikten sonra dünya siyasetinde tesirini gösteren Sovyet tehdidi ortadan kalkmıştır. Gerçi İslam cumhuriyetlerin sahip olduğu potansiyel tehdit tamamıyla kalkmış kabul edilemezse de Sovyet tehdidi eskisi gibi söz konusu olmaz duruma gelmiştir. Bunun neticesinde NATO ittifakının anlamı değişikliğe uğramıştır. Bu değişiklik dolayısıyla batı dünyası ile Türkiye’nin ilişkilerinde göze çarpan bir takım hafiflemeler, değişiklikler meydana gelmiştir. Bütün bunların ışığında Sovyetlerde meydana gelen değişiklikleri de dikkate alarak orada bulunan Müslüman Türk Cumhuriyetleri ile politikamızı yeniden düzenlemek ihtiyacın-dayız ...”

    “... Türk Cumhuriyetlerini tanıma, onlarla ilişkilerimizin gelişmesi meselesini, bir Turan İmparatorluğu kurulacak şeklinde propagandaların yapılmasına meydan ve imkan verilmeyecek şekilde düzenlemek ve planlamak zorundayız. Şimdiden Tür-kiye’mizin karşısında olan bir çok devlet bu şekildeki propa-gandalarla dünya kamuoyunda aleyhimizde tesirler yapma çabası içindedirler. O bakımdan Türkiye’mizin insan haklarını geliştirme barış ve dostluk içinde karşılıklı saygıya dayanan dostluklar kurmak, ekonomik, kültürel münasebetler geliştirmek gayesiyle dış politikasını tanzim ettiği her zaman vurgulanmalı ve dünya kamuoyuna da anlatılmalıdır ...”

    “... Bu cumhuriyetlerin yaşamış oldukları tarih dolayısıyla, bugün ideolojik bir boşluk içinde olduklarını göz önünde bulundurmak mecburiyetindeyiz. Çünkü Marksist ideoloji çökmüş-tür, iflas etmiştir. Bu cumhuriyetlerde yetmiş yıldan beri her şey Marksist ideolojiye ayarlanmıştır. Bundan dolayı burada yaşayan insanlar, bugün ideolojik ve manevi bir boşluk içindedir. Bu manevi boşluktan yararlanılarak burada bazı Ortadoğu devletleri tarafından bir takım köktenci akımlar yayılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin İslam’ın gerçek, güzel manasına dayanan, barışçı, kardeşliği esas alan, insan haklarını esas alan hoşgörüyü esas alan manevi değerlerini bunlara götürmesi, anlatması hem bu ülkeler için, hem de gelecek münasebetler için iyi bir netice verir kanaatindeyiz ..”(15)

    Tarih 26 Aralık l99l. Alparslan Türkeş Meclis kürsüsünde:

    Başkan- Son söz, Sayın Alparslan Türkeş’indir. Sayın Türkeş, buyurun (DHP sıralarından alkışlar)

    Alparslan Türkeş (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri;

    "... Türkiye Devleti kurulalı -1071 yılından başlatırsak- bugün 920 yılını doldurmuş, 921’inci yıla başlamış bulunuyoruz. Bu 921 yılda, bu memleketin bütün insanları aynı dine mensup olarak, aynı kıbleye secde ederek, aynı Yüce Peygamberin ümmeti olarak, aynı kutsal kitaba bağlı olarak haşır neşir olmuş, yaşamışlardır. Bildiğiniz gibi, Müslümanlar kendi aralarında kız alıp kız verirler, evlenirler. 920 yıldır Anadolumuzda yaşayan bütün insanlarımız birbirleriyle her bakımdan yoğrulmuşlardır, haşır neşir olmuşlardır ve memleketin düşmanlarına karşı, devletimizin düşmanlarına karşı beraber, vatan savunması için, tevhit için birbirlerinin kucağında şehit olmuşlardır.”

    “Sayın milletvekilleri, yıllardan beri önümüze getirilen mesele, vatanımızın bölünmesi, milletimizin bölünmesi mesele-sidir. Meseleyi iyi teşhis etmemiz lazımdır. İyi teşhis edersek, çaresini kolay bulabiliriz. İyi teşhis edemezsek, işte, yıllardan beri, bugüne gelinceye kadar geçirdiğimiz acı birtakım hadiseleri yaşamaya devam ederiz ve bu acı hadiseler her geçen gün devletimizi daha çok yıpratır.

    Memleketimizde terör her gün gücünü artırmaktadır. Yangın bacayı sarmıştır. Bunun arkasında, birçok konuşmacıların belirttikleri gibi, yabancı güçler emperyalizm vardır. Türkiye’den toprak koparmak, kendi milli çıkarlarını temin etmek maksadıyla milletimizin bölünmesi için, vatanımızın parçalanması için, ustaca, ilmi esaslara dayalı bir plan uygulanmaktatır.”

    “... Türkçemizde halk arasında birçok zaman söylenen bir söz vardtır: “Bir insana kırk gün deli derseniz, deli olur” derler. Psikoloji ilminde de birtakım kurallar vardır. Bir memleketin insanlarını elde etmek isterseniz, karıştırmak isterseniz, sosyal ve psikolojik yönünü iyie inceleyerek, analiz ederek, ona göre bir plan uygulama suretiyle insanları kendi kardeşlerinden, kendi devletinden soğutabilirsiniz; kendi devletine karşı, kendi insanlarına karşı harekete geçirebilirsiniz. Bu bir bilimdir, bu bir sistemdir ve birçok ülkeye karşı kullanılagelmiştir, şimdi de Türkiye’ye karşı kullanılmaktadır. Halbuki, tarih özetinde bahsettiğim gibi, doğulusuyla, batılısıyla, memleketimizin insanları birbirinin kardeş-leridir. Kürtçe konuşan kardeşlerimiz ne kadar Kürtse, biz de onlar kadar Kürtüz; biz ne kadar Türksek, onlar da bizim kadar Türk...(DHP ve DYP sıralarından alkışlar).

    Milletimizin gücü, devletimizin ayakta durması, her şeyden evvel, milli birliğimizin sağlam tutulmasına bağlıdır. İç güvenlik dediğimiz zaman, dış güvenlik bundan ayrılamaz. İç güvenliği olmayan bir devletin dış güvenliği de olmaz. Onun için, memleketimizin dışa karşı da güçlü olabilmesi bakımından iç güvenliğimizin sağlam tutulması lazımdır ..."

    "Muhterem Milletvekilleri,

    Osmanlı döneminde, daha başka dönemlerde devletimizi idare edenleri düşünelim: Sadrazamların kimisi Rum, kimisi Ermeni, kimisi arap, kimisi Fars, kimisi Arnavuttur; yani, milletimiz böyle bir ayırım gözetmemiştir.

    Bu bölgedeki insanlarımıza karşı da, milletimiz hiçbir zaman, “diskriminasyon” diyebileceğimiz, horlama, aşağı görme gibi bir hata işlememiştir, zaten işleyemez; çünkü, o gölgede yaşayan insanlarımız da, bizden farklı olmayan, bizim kendi insanlarımızdır.

    Türkiye Cumhuriyeti kurulalı yetmiş yıl oldu; sekiz Cumhurbaşkanımız göreve geldi ve bunların dört tanesi doğuludur. Birisi, Merhum İsmet İnönü’dür ve biliyorsunuz, kökü Bitlis’e dayanır, Kürümoğullarındandır. İkincisi Cemal Gürsel Paşa’dır, Erzurum’un Hınıs İlçesindendir. Üçüncüsü, Fahri Korutürk Paşa’dır, Erzincan’ın Kemah’ındandır. Dördüncü, şimdiki Cumhur-başkanımız da, biliyorsunuz, Malatyalıdır ve yeri geldiği zaman kendisi, “bende Kürt kanı var” diyor. Yani, Türk Milleti böyle bir ayırım peşinde değildir; sekiz Cumhurbaşkanının dört tanesi oradan almış, başına oturtmuş.

    O halde, bu bölücü terörün arkasında, “ırkçılık yapıldı, asimilasyoncu politika takip edildi vesaire” sözleri, gerçeklere terstir..."(16)

    M.Ç.P. Genel Başkanı Alparslan Türkeş, 1992 bütçesinin Millet Meclisinde müzakeresi sırasında söz alarak özetle şu konuşmayı yapmıştır:

    ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerime başlarken, hepinizi, en derin saygılarla selamlıyorum.

    Değerli milletvekilleri,

    Hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları meselesi, memleketimizde hala, çözümlenmesi gereken önemli konular olarak yer almaktadır. bunlarla beraber, önümüzde bir de Anayasa meselesi vardır. Yürürlükte bulunan Anayasanın, demokratik olmayan şartlarda, demokratik olmayan usullerle meydana getirilmiş olan bir anayasa olduğu malumdur. Bu Anayasa çalışan-ların teşkilatlanmasına imkan vermeyen, birçok hakları vatandaş-larımıza kısıtlayan ve mutlaka değiştirilmesi icap eden bir anaya-sadır. Bu Anayasanın demokratik yollarla ve usullerle ele alınarak değiştirilmesi ve düzeltilmesi, memleketimiz için hayati önem taşımaktadır.

    Bununla beraber, demokrasinin de tam tecelli ettirilmesi gerekmektedir. Malum olduğu üzere, demokrasilerin tecellisini sağla-yan temel mesele, eşit ve adil şartlarda seçimlerin yapılmasıdır. Memleketimizde çeşitli seçim dönemlerinde değiştirilen seçim kanunları ve en son olarak çıkarılmış ve uygulanmakta olan Seçim Kanunları eşit ve adil şartlarda seçim yapılmasına imkan vermeyen kanunlardır. Bu kanunlarla, memleketimizin mutluluğunu sağlayacak şekilde hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını esas alan demokratik bir düzenin gelişmesi mümkün değildir. Bu bakımdan, Anayasa meselesi üzerinde, seçim kanunlarının düzeltilmesi meselesi üzerinde durulmasını, vatan-daşlarımızın mutluluğu, demokrasimizin şaibesiz, gölgesiz bir şekilde gelişmesi ve işlemesi için şart olduğunu ifade ederek, Sayın İktidardan, bu meselelerin çözümüne eğilmelerini istirham ediyoruz.

    Muhterem milletvekilleri, insan haklarıyla ilgili, memleke-timizde yıllarca sürmüş olan birçok üzüntülü uygulama olmuştur. Bilhassa işkence meselesine temas etmek istiyorum. Bu işkence meselesini yurdumuzdan kesip, kazıyıp çıkarmamız lazımdır. Vatandaşlarımız, bilhassa olağanüstü dönemlerde, l2 Eylül döne-minde, işkenceden çok acı çekmişlerdir. Mamak’ta kurulmuş olan, C-5 diye ün yapmış olan bir işkence barakasında, birçok hazırlık soruşturması işkence altında yapılmıştır. Bu işkence meselesini, hangi partiden olursak olalım, Hükümet-muhalefet el ele, birlikte, işbirliği yaparak, yurdumuzun adına leke getiren bu olayları kesinlikle yurdumuzdan silip çıkarmamız lazımdır. Bu hususu da Sayın İktidarın dikkatine sunuyorum ki, bu meseleden de memleketimiz kurtulmuş olsun.

    Yine,memleketimizin önünde çok önemli bir konu olarak, iç ve dış güvenlik meselesi vardır. Bölücülük faaliyetleri, bölücü terör, yıllardan beri yurdumuzun gündemini işgal etmektedir. İç ve dış güvenlik, birbiriyle sıkı sıkıya ilişkilidir. İç güvenlik olmazsa, dış güvenlik de yara almış olur, dış güvenlik de sağlanamaz. Bu bakımdan, memleketinin seven bütün insanlarımız el ele verip, bu bölücü terörün söndürülmesini sağlamak mecburiyetindeyiz. (MÇP, ANAP ve DYP sıralarından alkışlar)

    Bölücü terörün arkasında, Türkiyemizin düşmanı olan devletler vardır, emperyalist güçler vardır; bunlar bilinmektedir.”

    "... Değerli milletvekilleri, Türk Cumhuriyetleri meselesi, dünyanın gündemini işgal etmektedir. Bizim için de çok mutlu bir olaydır. Türk Cumhuriyetleriyle Türkiye olarak münasebetlerimizi süratle geliştirmeliyiz.

    Ben, elli yıldan beri Türkiye dışındaki Türkler meselesiyle uğraştım. Bir zamanlar memleketimizde, bu mesele, çok büyük suç olarak ele alınır, öyle bakılırdı; bu yüzden, şahsen dört defa sıkıyönetim mahkemelerine verilerek yargılandım.

    YAŞAR ERBAZ (Yozgat)- Emeklerin zayi olmadı.

    ALPARSLAN TÜRKEŞ ( Devamla)- Ama, bugün çok şükür, bütün siyasi partilerimiz, bütün memleketin aydınları, düşünürleri, bu konuya büyük önem vermişler, konunun önemle üzerine eğilmiş bulunmaktadırlar; bu, çok mutlu bir gelişmedir, bizi de sevindir-mektedir ..."(17)

    Alparslan Türkeş’in, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 72.Kuruluş Yıldönümü ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlanması ve günün önem ve anlamının belirtilmesi amacıyla mecliste yapmış olduğu konuşma:

    BAŞKAN-

    Değerli arkadaşlar, söz sırası, Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanı Sayın Alparslan Türkeş’te.

    Buyurunuz Sayın Türkeş.( Alkışlar)

    MİLLİYETÇİ ÇALIŞMA PARTİSİ GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Millet iradesinin ve milli egemenliğin temsil yeri olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin Sayın Başkanı, bu Meclisin şerefli üyeleri sayın milletvekilleri, bizleri bu mutlu günümüzde yalnız bırakmayan aziz misafirlerimiz, kardeş ve dost ülke parlamenterlerinin kıymetli temsmilcileri, sözlerime başlarken, hepinizi, şahsım ve Milliyetçi Çalışma Partisi adına sevgi ve saygılarımı sunarak selamlıyor, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşunun ve dolayısıyla millet egemenliğniin tesisinin 72. yıldönümünü ve 23 Nisan Egemenlik bayramını idrak eden aziz milletimiz ile yarınlarımızın ümidi, büyük geleceğimizin müjdecisi çocuklarımızın bayramını kutluyorum.

    23 Nisan 1920’den 23 Nisan l992’ye ulaşmış bulunuyoruz. 72 yıldan bu tarafa, Türk Milleti kayıtsız şartsız kendine ait bir hak olan egemenlik hakkını, Yüce Türkiye Büyük Millet Meclisi eliyle kullanıyor. Türk Milletinin iradesinin temsil ve tecelli yeri olan Türkiye Büyük Millet meclisi, ilk Meclisten günümüze kadar, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bağımsızlığının sembolü, milli egemenliğin temsil edildiği ve gerçekleştiği ocak olarak yüce bir görevi yürütmektedir.

    Ülkemiz ve milletimiz, kendi egemenliğine sahip çıkma denilebilecek noktaya, yani milli egemenliğe, öyle, kolay ulaşabilmiş değildir; Türkiyemiz, önce kendisini düşman çizme-lerinden emperyalist taarruzundan kurtaran, sonra da Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran bir müşterek iradenin ürünüdür. Bu irade olmasaydı, düşman istilasına karşı yürütülen milli mücadeleden bahsolunamazdı. Bu irade olmasaydı, devlet, vatan ve millet varlığının korunması için gerçekleştirilen şanlı Kuvayı Milliye direnişi sağlana-mazdı; bu irade olmasaydı, yedi düvelin istilasından kurtarılmış imparatorluktan geriye kalan topraklar üzerinde genç Türkiye Cumhuri-yeti Devleti kurulamazdı. Bu iradenin bir müştereklik arz ettiğini söyledim. Bu irade, Mustafa Kemal Atatürk ve onun silah ve mücadele arkadaşlarınındır, Kuvayı Milliyenin şanlı kahramanları-nındır, velhasıl, topyekün, Türk Milletinindir (MÇP sıralarından alkışlar)

    23 nisan 1920’den 72 yıl sonra bu yıldönümü gününde, bizleri bugünlere kavuşturan, bu vatan topraklarını emperyalist çizmelerinden kurtarmak, yeni bir devlet kurmak için cepheden cepheye koşan Milli Mücadelenin bütün kahramanlarını, Kuvayı Milliyenin bütün mücahit-lerini, Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve devletimizin kuruluşuna vesile olanları hayırla anıyor ve bu vesileyle, aziz hatıraları önünde saygıyla eğilerek kendilerini selamlıyorum...”

    "... Vatanı düşman istilasından kurtarma ve yeni devleti kurma olarak beliren bu müşterek iradenin etrafında toplanan milletimizin evlatları, en ücra vatan köşelerinden gelerek, yurdumuzun savunmasına koştular. Doğulusu, Batılısı, Güneydo-ğulusu ve Karadenizlisiyle, hiçbir ayırım göstermeksizin, müşterek vatan bildikleri yurdu savunup, düşmanı kovdular.

    İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu milli iradenin temsil yeri olarak, genç Türkiye Devletini bir cumhuriyet halinde gerçekleş-tirmeye karar verdi. Yabağılar, Burakbeyler, Edirneli, Çankırılı, Karslı, Diyarbakırlı, Ağrılı, Vanlı mebuslar, hepsi, hiçbir ayırım olmaksızın, tek, üniter milli bir devletin tesisinin arzu ettiler. Kimse; ben, Kürtçe konuşuyorum, ayrı devlet isterim; ben, ayrı mezheptenim, ayrı bölge isterim demedi, çünkü, bu insanlar, senelerce süren Cihan Harbinde de, İstiklal Harbinde de, Galiçya’da, Gazze’de, Çanakkale’de, İnönü’de, Dumlupınar’da aynı vatan toprakları uğruna düşüp şehit olurlarken hiçbir ayırım düşünmemişlerdi; belki de, Türkçe konuşanı ile, Kürtçe konuşanı, aynı yerde şehit düşüp, aynı toprağa berabrece gömülmüşlerdi. İşte, böylesine bir mücadelenin içinden çıkıp gelen bir millet, nasıl olurdu da, devletini kuracağı zaman bu devleti ayrı ayrı, parça parça düşünebilirdi. Nitekim, vatanı ve milleti müstevli çizmesin-den kurtarıp devleti kurmaya girişen irade, Mustafa Kemal başta olmak üzere, Kuvayı Milliyecileriyle, ilk Meclisin mebuslarıyla ve onlara sonsuz destekçe büyük Türk Milletiyle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti isimli, üniter, milli devleti tercih etti; bu husus tartışılmadı bile...”(18)

    Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Kıbrıs ve Bosna Hersek konuları başta olmak üzere, dış politikadaki gelişmeler konusunda bir genel görüşme yapmak üzere olağanüstü olarak toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisinde bir konuşma yapmıştır. Türkeş bu konuşmasında şunları söylemiştir:

    BAŞKAN

    Söz sırası, Sayın Alparslan Türkeş’te

    Buyurun Sayın Türkeş. (MÇP sıralarından alkışlar)

    ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri;

    “... Her milletin, her devletin, bir tarihi vardır ve tarihi demek, devletlerin, milletlerin sicili demektir. Binaenaleyh, devletlerarası, milletlerarası bu meseleleri değerlendirirken, her devletin, her milletin sicilini iyi bilmek, sicilini iyi incelemek lazımdır.

    Bosna-Hersek’te kardeşlerimizin kanı akmaktadır. Orada, insan hakları ayaklar altına alınmıştır ve sırf dinleri ayrı olduğu için, masum insanlar, soykırımına tabi tutulmaktadır. Bu olaylar, her gün, vatandaşlarımızın, milletimizin yüreğini kanatmaktadır. Bunlar için, tabii ki, elden gelen her yardımın yapılması gereklidir. Tabii, bu konu üzerinde daha açık konuşmak yararlı olmaz kanatindeyim, dış politikayla ilgili birçok meselelerin çok açılmaması icap ettiği kanaatindeyim; ama , bu kardeşlerimizin katliamdan korunmaları, uğra-dıkları haksızlıklardan kurtarılmaları için gerekli her türlü teşebbüse başvurulması lazımdır ..."(19)

    Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Şırnak ilimizde meydana gelen olaylar başta olmak üzere Güneydoğu Bölgemizde ceryan eden olaylar konusunda T.B.M.M.’nde açılmış olan genel görüşmede söz alarak şu konuşmayı yapmıştır:

    ALPARSLAN TÜRKEŞ(Yozgat)- Sayın Başka, sayın milletvekilleri; bu önemli konuda geç saatte söz imkanı elde ettiğimden dolayı çok memnunum ve Yüce Meclise şükranlarımı sunarım.

    Muhterem milletvekilleri, Şırnak olayları bütün milletimizi çok üzmüş ve acı vermiş olan bir olaydır. Bu olaylarda hayatını kaybetmiş olan vatandaşlarımıza, güvenlik görevlilerimize bütün ilgililere hem Cenabı Hak’tan rahmetler dileyerek hem de yakınlarına başsağlığı dileyerek sözüme girmek istiyorum...”

    “... Şimdi bölücü terör iyice azmış, silahlanmış, teşkilat-lanmış ve hedefine varmak için de kıyıcı şekilde hareket etmektedir. Bu bölücülük olayları karşısında, zaman zaman, çok eskiden beri, bölücülüğe mazeret bulmak isteyenler çıkmıştır. Bugün de var; bölücülük olaylarına birtakım mazeretler ileri sürülmektedir. Bölgenin fakirliği, ihmal edilmişliği, geri kalmışlığı veya Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, kurulduğu zamandan itibaren bugüne kadar, o bölgeye, benimsemeyen bir gözle baktığı, o bölge insanını hor gördüğü şeklinde de birtakım mazeretler ortaya atılmıştır.

    Benim tecrübelerime, yaptığım araştırmalara göre, bunların hiçbirisi doğru değildir. Bölücülük olaylarının sebebi, siyasidir. Türk Milletine karşı açılmış olan bir mücadeleyi başarıya ulaştırmak için bölücülük olayları planlanmış, kışkırtılmış ve silahlandırılmıştır. Bölücülük faaliyetlerinde bulunan insanlar eğitilmiştir, eğitilmektedirler ve milletimizin üzerine saldırılmakta-dırlar ...”(20)

    Alparslan Türkeş’in, Kıbrıs konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu karara ilişkin gündem dışı konuşması:

    ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, Kıbrıs konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin almış olduğu 789 numaralı kararı bölgede barışın korunmasına yardımcı olmaktan uzak ve Ada’da uzun yıllardan beri sürmüş olan çatışmaları tekrar kışkırtacak mahiyettedir. 789 sayılı Karar, evvelce alınmış olan ve tarafların haklarını nispeten sağlamaya yarayacak olan eski birtakım anlaşmaları da göz ardı eden, Rumların görüşlerine dayanan, Türklerin haklarını göz ardı eden bir karar olmuştur.

    789 sayılı kararın, gerek Kıbrıs Türklerinin, gerekse Türkiye’nin menfaatlarını baltalayan bir karar olduğu açıktır.

    Türkiye Büyük Millet Meclisiyle, Cumhuriyet Hükümetiyle ve milletçe, bütün halkımızla, bu milli meselede hassasiyetimizi göstermek, çok yararlı olacaktır. Bu meselede, gerek Yunanlılara karşı, Rumlara karşı, gerekse onların görüşleri tesiri altında bir karar almış olan Güvenlik Konseyine karşı, aldıkları kararın haksızlığını ifade eden ve haklı davamızın sahibi olduğumuzu, bunda tavize yanaşmayacağımızı belirten bir siyaset takip etmenin, bir görünüm vermenin, milli menfaatlerimiz bakımından çok yararlı olacağı kanaatindeyim.

    Bu düşüncelerle gündem dışı söz aldım, huzurunuza geldim.

    Sayın Başkana, gündem dışı söz vermesinden dolayı teşekkür ederim; Yüce Heyetinize de saygılar sunarım. (Alkışlar)

    BAŞKAN- Teşekkür ederiz ...”(21)

    Yozgat Milletvekili Alparslan Türkeş’in, Azerbaycan topraklarının işgaline yönelik Ermenistan saldırılarına ilişkin mecliste gündem dışı konuşması:

    ALPARSAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; son zamanlarda, kardeş Azerbaycan, Ermenistan’ın vahşi saldırılarına hedef olmuş bulunmaktadır.

    Bilindiği gibi, Azerbaycan, bağımsızlığını kazandığından bu yana, aynı zamanda Birleşmiş Milletler üyesidir. Birleşmiş Milletler üyesi olmasına rağmen ve milletlerarası çeşitli kuruluşlarda, sınırların, kuvvet kullanarak zorla değiştirilemeyeceği ilkesi kabul edilmiş olmasına rağmen, Ermenistan, kuvvet kullanarak Azerbaycan topraklarını işgal etmiştir. Bugün, Azerbaycan topraklarının yüzde 12’si, Ermenistan askerlerinin işgali altındadır; 300 bin Azeri mülteci, evsiz kalmış, yollara düşmüş durumdadır; binlerce insan, hayatını kaybetmiştir; çoluk çocuk, perişan duruma düşmüştür.

    Kuveyt’de Birleşmiş Milletlerin üyesi bir devlet iken, Irak tarafından saldırıya uğrayıp işgal edilince, Birleşmiş Milletler, bu işgali tanımamış ve bu işgali kaldırmak için, Irak’a karşı, Birleşmiş Milletler güçleri teşkil edilerek harekete geçilmiştir.

    Aynı hassasiyetin Azerbaycan için de gösterilmesini beklemekteyiz. Azerbaycan da, Birleşmiş Milletler üyesi bir devlettir ve kendisi saldırıya uğramıştır.

    Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansının kabul etmiş olduğu ilkelere göre, sınırlar, kuvvet kullanılarak değiştirilemez. Mevcut sınırlar ve her devletin toprak bütünlüğü garanti altına alınmıştır.

    Buna rağmen, Ermenistan, bunu tanımamaktadır; hatta, Ermeniler, yaptıkları son açıklamalarla, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansının kabul etmiş olduğu bir ilkenin, sadece Avrupa devletleri için geçerli olduğunu, Asya için geçerli olmadığını dahi söylemekten çekinmemişlerdir. Bu durum, Türkiye’nin güvenliğini de yakından ilgilendirmektedir.

    Ermenistan’ın yıllardan beri bastırdığı haritalar ve takip ettiği politika Türkiye’nin toprak bütünlüğünü de hedef almış bulunmaktadır.

    Azerbaycan’la olan ilgi ve bağlarımız malumdur. Bu durumda, Azerbaycan’ın uğradığı bu saldırıların bir an önce durdurulması ve işgalcilerin, Azerbaycan topraklarını boşaltarak kendi sınırları gerisine çekilmesinin sağlanması gereklidir. Bunu sağlamak için, Türkiye, üzerine düşen her görevi yapmalıdır; bundan asla çekinmemelidir.

    Saldırgana karşı savunma, bir haktır, meşru bir haktır. Biz barışçıyız, barış politikası takip ediyoruz; fakat, Ermenistan, barışın önemini kavramamış olan, barışa değer vermeyen, barışı hiçe sayan tutumuyla, Kafkaslar’daki barışın bozulmasına neden olmaktadır.

    Barışı korumak için, şeref ve haysiyetimizi korumak için, kardeş Azerbaycan’a gerekli yardımı sağlamak için, ileride kendimize karşı yönelecek herhangi saldırgan niyeti şimdiden caydırmak için, gerekli her tedbiri almaktan çekinmemeliyiz. Bu tedbirlerin içinde askeri tedbirler de vardır ve o da olmalıdır ...”(22)

    Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 73. Kuruluş Yıldönümü ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının kutlanması ve günün önem ve anlamının belirtilmesi görüşmelerinde söz alan Alparslan Türkeş, özetle şu konuşmayı yapmıştır:

    MHP GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Türk Milletinin iradesini ve egemenliğini temsil edenTürkiye Büyük Millet Meclisi Sayın Başkanı, bu Meclisin şerefli üyeleri sayın milletvekilleri, mutluluğumuzu paylaşmak için aramızda bulunan değerli konuklarımız; söze başlarken, yeni kaybetmiş olduğumuz sekizinci Cumhurbaşkanı Sayın Turgut Özal’ı rahmetle anarak, Büyük Milletimize ve Yüce Meclisimize başsağlığı dileklerimi tekrar sunarım...”

    "... 23 Nisan 1920’den bugüne kadar geçen 73 yıl boyunca, Türk Milleti, kayıtsız şartsız kendine ait bir hak olan egemenlik hakkını Yüce Meclisimiz eliyle kullanmaktadır. Yüce Meclisimiz, bu süre içerisinde görevinin kutsallığını biran bile unutmamış, Türk Milletinin ve Türk vatanının birliğine, beraberliğine ve bölünmez-liğine her zaman sahip çıkan kutsal bir ocak olmuştur.

    Bu kutsal görevimiz, bize önceki nesillerimizden miras kalmıştır.

    Birliğimizi, beraberliğimizi ve bölünmezliğimizi gelecek nesilleri-mize aynıyla teslim edebilmek, hepimizin hayatı boyunca kazanabile-ceği en büyük şereftir...”

    Devletimizin kurtarıcısı ve cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, Türk dünyasındaki istiklal hareketlerinin geçmişteki bütün liderlerini ve Türklüğün istiklal uğruna canlarını çekinmeden veren aziz şehitlerimizi rahmetle anıyor, hepinizi tekrar saygılarımla selamlıyorum. (Alkışlar)

    BAŞKAN- Teşetkkür ederim Sayın Türkeş.(23)

    1994 Mali Yılı Bütçe Kanununu Tasarı’sının Millet Meclisinde müzakeresi sırasında şahsı adına söz alan Alparslan Türkeş özetle şu konuşmayı yapmıştır:

    ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, televizyonları başında bizi seyretmekte olan kıymetli vatandaşlarım; konuşmama girişirken hepinize en derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum. (MÇP sıralarından alkışlar)

    Değerli vatandaşlarım, Türkiye’mizin önünde bugün üç önemli mesele bulunmaktadır:

    Bunlardan birincisi, manevi ve ahlaki durumlarla ilgili meselelerdir.

    İkincisi, Türkiye’nin geri kalmışlıktan kurtulması, kalkınması meselesidir.

    Üçüncüsü ise, milli birliğimizi tehdit eden toprak bütün-lüğümüzü parçalamayı hedef alan bölücü terör meselesidir.

    Bu üç mesele de, bileşik kaplardaki sıvılar gibi birbiriyle yakından ilgili ve birbirine tesir edici durumdadırlar. Üç meselenin beraber ele alınması, beraber görüşülmesi, beraber düşünülmesi icap etmektedir.

    Değerli milletvekilleri, insanlık, tarihi boyunca emperyalizmden, ırkçılıktan, şovenizmden büyük zararlar görmüştür. Türkiye’mize karşı çeşitli tarihlerde, emperyalizmin, ırkçılığın saldırılarıyla karşılaş-mışızdır. Bugün Türkiye’yi kana bulamış olan bölücü terörün arkasında da bunlar vardır ...”

    "... Onun için, Türkiye’mizde, bilhassa Güneydoğulu vatandaşlarımızın, aydın geçinen bazı kimselerin, “Ben Kürdüm, Kürtçe eğitim hakkımı tanıyın, Kürtçe yayın hakkımı verin...” diye konuşmaları, etnik ırkçılığın daniskasıdır. Etnik ırkçılık ve şova-nizm, Türk Milletine bela getirir, felaket getirir. (MHP ve DYP sıralarından alkışlar)

    BAŞKAN- Sayın TÜRKEŞ, 5 dakikanız var.

    ALPARSLAN TÜRKEŞ (Devamla)- Bunun için, Atatürk’ün dediği gibi, “Ne mutlu Türküm diyene” Hangi ırktan olursa olsun, hangi etnik kökten olursa olsun, Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde yaşayan insanlarımız birbirinin kardeşleridir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti dağılır, yıkılırsa, halkımızın tümü bundan büyük zarar görür. Bölücülüğün sonu, Türkiye’yi yıkılışa götürür. O bakımdan, memleketimizin bütünlüğünü korumak ve halkımızın birliğin korumak, milli birliğimiz korumak, hepimizin menfaati icabıdır ve bölgemizde barışın korunması için şarttır. Aksi halde, hem bölgemiz barıştan mahrum kalır hem de Türkiye halkının tümü bundan zarar görür. O bakımdan ben, bu nokta üzerine yüksek dikkatlerinizi çekmeyi uygun buluyorum ve 1994 bütçesi münasebetiyle buna ağırlık vermeyi yerinde saydım...” (24)

    Alparslan Türkeş, Millet Meclisi’nde müzakere edilmekte olan 1994 Mali Yılı Bütçe Tasarısı hakkında görüşlerini açıklamak için söz istemiş ve özetle şu konuşmayı yapmıştır:

    BAŞKAN- Değerli arkadaşlar, İçtüzüğün 87’nci maddesi uyarınca, oyunun rengini belirtmek için lehte söz alan Sayın Alparslan Türkeş’e söz veriyorum.

    Buyurunuz Sayın Türkeş, (MHP ve DYP sıralarından alkışlar)

    Sayın Türkeş, konuşma süreniz 10 dakikadır.

    Sayın Türkeş, buyurunuz.

    Arkadaşlar, dinleyelim Hatibi.

    ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri ve televizyonlarının başında Büyük Meclisimizin müzakerelerini takip eden muhterem vatandaşlarım; konuşmama girerken, hepinizi en derin sevgiler ve saygılarla selamlıyorum. (MHP ve DYP sıralarından alkışlar)..”

    "Muhterem milletvekilleri, 1994 yılı bütçesi, Türkiye’mizin içinde bulunduğu bunalımlı durumu ortaya koymaktadır. Türkiye’miz, hem içeride büyük meselelerle karşı karşıyadır hem de çevresini teşkil eden dış ülkelerle, bunalımla karşı karşıyadır...”

    “... Buna çare bulabilmek de, her şeyden evvel, siyasi partilerimizin, parti rekabetlerini bir kenara bırakarak, üç beş yıl süreyle, büyük fedakarlıkları göze alan bir milli mutabakat programı yapmalarına bağlıdır, milli uyum programı yapılmasına bağlıdır. Yoksa, bu durum, gittikçe devletimizin açılmasına ve daha büyük dertlerle karşı karşıya gelmemize sebebiyet verecektir ...”

    "... Muhterem milletvekilleri, yanlış demokrasi anlayışlarıyla Türkiye’mizi şehit vermeyelim; bu, çok ciddi meseledir. Hiçbir ülkede böyle bir olay cereyan etmez, edemez. Türkiye’nin, Atatürk’ün bize emanet olan kutsal bir varlık olduğun göz önünde bulundurmalıyız. Atatürk’ün etrafında toplanmış olan, doğulu batılı, kuzeyli güneyli, Kürtçe konuşan veyahut Arapça konuşan bütün vatandaşlarımız, elbirliği ederek, o zaman böyle bir parçalanmayı kışkırtanlara karşı da gerekli cepheyi alarak, bu devleti, üniter bir devlet olarak kurmuşlardır. Devletimizin üniter yapısını, toprak bütünlüğünü, mutlaka her şeyin üzerinde gözetmeliyiz ve bunun böyle sağlanması, bununla ilgili gerekli tedbirlerin alınması, her kurumdan önce, herkesten önce Türkiye Büyük Millet Meclisinin kutsal görevidir, milletvekillerimizin kutsal görevidir. Bu noktada hiçbir tavize yanaşmamak gerekmektedir...” (25)

    Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, T.B.M.M’nin 74’üncü kuruluş yıldönümü ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı münasebetiyle Millet meclisinde bir konuşma yapmıştır.

    Sayın milletvekilleri, siz sırası, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Alparslan Türkeş’te

    Buyurun Sayın Türkeş. (MHP sıralarından alkışlar)

    MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)-

    Sayın Başkan, sayın milletvekilleri: bugün, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının 74’üncü yıldönümünü kutluyoruz. Bu bayram, bütün vatandaşlarımıza kutlu olsun.

    Önümüzde duran problemlerin ve geleceğe uzanan umutlarımızın, hedeflerimizin, hür, bağımsız ve demokratik bir çizgideki Türkiye ile çözümlenmesi dileğimi, burada bir kere daha belirtmek istiyorum...”

    “... Türkiye’de hakimiyet kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Türk Milleti de. Doğu Anadolu’dan Trakya’ya; Karadeniz’den Akdeniz’e kadar, bu vatan topraklarında yaşayan vatandaşlarımızın tümüdür.

    Türk, bu ülkede yaşayanların hepsinin müşterek adıdır. (MHP ve DYP sıralarından alkışlar) Köyü, kenti, sülalesi, aşireti, kökeni ne olursa olsun, herkesin müşterek adı Türktür (MHP ve DYP sıralarından alkışlar) Müşterek kültürümüzün adı da Türk kültürüdür.

    Egemenliğin millet adına temsil edildiği yer. Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Meclisimiz, kuruluşundan bu yana, 74 senede, çok şerefli hizmetler yapmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, her şeyden önce, Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırmış bir kutsal çatıdır.

    Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihi boyunca, ciddi ülke meselelerini çözmüş, milletimize hayırlı hizmetler yapmış ve daima bir ışık olmuştur.

    Ülkemizin bugün de, ciddi, sosyal, siyasi ve ekonomik meseleleri vardır. Bu temel problemlerimizin başında, vatanımızın bölünmez bütünlüğünü tehdit eden, birliğimizi ve beraberliğimizi bozmaya yönelik eylemler gerçekleştiren bölücü terör gelmektedir. Bölücü terörü ortadan kaldıracak tedbirleri de, yine bu Yüce Meclis bulacak ve uygulamaya sokacaktır ...”

    “... Sayın milletvekilleri, millet olmanın, bağımsız bir ülke olmanın belli başlı prensipleri vardır. Bu temel ilkeler çiğnenmeye başlandığı an, o ülkenin çökmesi, milletin dağılması mukadder olur. Onun içindir ki, oy kaygısı, iktidar olma hırsı, bu temel ilkeleri çiğnemeyi asla doğurmamalıdır. Unutmamalıyız ki, bu çatı çöktüğünde, hepimiz altında kalırız.

    Bu temel ilkelerin başında, birlik ve beraberliğimiz gelmektedir. Birlik ve beraberliğimizi zedeleyecek çalışmalardan uzak bulunmalıyız...”

    “... Herkes şunu bilmelidir ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve milletimiz, sadece bugüne kadar olagelen ihtilallere karşı değil, her türlü kanlı ya da kansız zorlamalara, “halk ihtilali” tabiri içine girecek plan ve programlara, “halk ihtilali” tabiri içene girecek plan ve programlara da karşıdır ve bu tür oyunlara niyetlenenleri. Cumhuriyetimizi çökertip yeni bir rejim kurma heveslilerini, Türk toplumuna anlaşılmaz mesajlar verenleri, bugün bu kutsal çatı altında uyarmayı bir görev sayıyorum. (MHP, DYP, SHP sıralarından alkışlar)

    Hepimiz, bu sıralara nasıl geldiğimizi, asli görevimizin ne olduğunu bilir ve haddimizi aşmaz, demokrasiyi gerçek manada yaşar ve yaşatma gayreti içine girersek, Türkiye’mizin geleceği daima aydınlık olacaktır ....” (26)

    Alparslan Türkeş, 1995 Mali Yılı Bütçe Kanun Tasarısının Millet Meclisi’nde müzakeresi sırasında şu konuşmayı yapmıştır:

    ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; 1995 yılı bütçesi üzerinde, şahsi görüşlerimi ve Milliyetçi Hareket Partisinin görüşlerini sunmak üzere huzurunuzdayım. Söze başlarken, hepinizi, en derin saygılarla selamlıyorum.

    Sayın milletvekilleri, demokrasimizin temel kurumlarının başında yer alan Türkiye Büyük Millet meclisinde belirteceğim 1995 mali yılı bütçesi üzerinde, görüşlerimiz şöyledir:

    Bu kutsal çatı altında, çok karamsar tahlillerin yanı sıra, çok iyimser değerlendirmeler de yapılmıştır. Aslında, ne çok karamsar ne de çok iyimser olmaya gerek yoktur; ama, Türkiye, bugün, bir yörüngeden yeni bir yörüngeye geçme noktasında, çok kritik bir durumdadır. Geçme noktasında, çok kritik bir durumdadır, Türkiye’nin 21. yüzyıla lider bir ülke olarak girme ya da girememe noktasında, çok nazik durumundan bahsetmemizin ve buna göre tedbirler geliştirmemizin gerekli olduğu doğrudur. Yoksa, Türkiye, bütün problemlerine rağmen, güçlü bir ülkedir; Türk Milleti, büyük bir millettir; ancak, dünyaya yön veren merkez ülkeler sınıfına geçmek ya da yön verilenler kesiminde, çevre ülkeler sınıfında otuz yıl daha kalmak, yüce milletimizin temsilcilerinin oluşturduğu Türkiye Büyük Millet meclisi ve onun bünyesinden çıkan cumhuriyet hükümetlerinin, plan ve icraatlarına bağlıdır.

    Büyük Atatürk’ün ve arkadaşlarının önderliğinde, bağımsızlık mücadelesini veren ve istiklalini kazanan Türk milleti, şimdi, büyük ve güçlü bir Türkiye arzulamaktadır. Hiçbir ferdinin aç, açıkta kalmadığı, müreffeh bir Türkiye arzulamaktadır. Lider bir Türkiye’nin, dünyaya adaleti sağlamak için yönelmesi de,milletimizin yüce bir idealidir ...”

    "... Türkiye’nin, lider bir ülke olması, her şeyden önce, ekonomik kalkınmada başarılı olmasına bağlıdır. Milletlerarası mücadelede, ekonomi, düne göre, çok ön sıralara geçmiş ve önemli bir yere oturmuştur...” (27)

    Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in, TBMM’nin 75. Kuruluş Yıldönümü ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı münasebetiyle millet meclisinde yapmış olduğu kutlama konuşması:

    MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)

    "... Sayın milletvekilleri, bu kutsal çatıyı korumak ve kollamak, öncelikle, bizlerin görevidir. Bu görevde, yanlışlarımızı düzeltmek, eksikliklerimiz tamamlamak ne kadar önemliyse, demokrasi düşmanlarının, planlı bir şekilde, Meclisimizi yıpratma eylemlerine karşı da tedbirler geliştirmek o kadar önemlidir. Meclisimizin itibarına gölge düşürecek yayın ve beyanların gerçekleşmemesi için, demokrasiden yana olanların üzerine düşen görevleri vardır. meclisimizin itibarı, milli iradenin itibarına eşdeğerdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, herşeyden önce, demokrasi aşıklarının kurduğu ve yaşattığı bir kurumdur. Bütün meselelerimizi, milletimizin içerisinden bulunduğu bütün dertleri, demokratik bir çizgide halledebilmemiz, bunlara çözümler bulabilmemiz. Türkiye Büyük Millet meclisi çatısı altında, elele, birlikte çalışmakla mümkündür. Bugün, gerçekten çok önemli dertlerle karşı karşıyayız. Cehalet ve geri kalmışlık, bizim, en büyük düşmanımızdır. Bunun için, milli eğitim, öncelikle ele almamız gereken bir meselemiz olmalıdır. Bilinmelidir ki, her işin başı insan ve onun eğitimidir. Marksizmin çöküşünden sonra, dünyada ve ülkemizde esen hakim rüzgar, serbest piyasa ekonomisidir. Demokrasiyle de özdeşleştirilen serbest piyasa ekonomisinin iki büyük zaafı, hür siyasi ve ekonomik düzeni tehdit etmektedir. Hükümetlerin ve aydınlarımızın, bu konularda tedbirler üretip, tatbik etmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Bu iki büyük zaafın birincisi, milli gelir dağılımındaki adaletsizliklerle, bölgeler arası gelişmişlik farklarının giderek büyüme istidadı göstermesidir. İkincisi ise, serbest piyasa ekonomisinin temel unsuru olan kar müessesesinin, toplumsal değerlerimizi ve ulus bilincini sarsması ve yıpratmasıdır.

    Bu iki büyük sorun dikkate alınmaz ve tedbirler geliştirilmezse, 21. yüzyıl, bir kargaşa ve kavga yüzyılı olarak yarınlarımızı karartır. Savaşların hüküm sürdüğü, milyonlarca insanın öldürüldüğü, kan ve gözyaşlarının bitmediği 20. yüzyıl, 21. yüzyıla girerken, hiçbir menfi miras taşımamalı, götürmemelidir. Türkiye, bu noktada, en kısa zamanda problemlerini çözerek, 21. yüzyıla hem milleti hem de dünya için, bir umut bir öncü ülke olmalı ve kendi mührünü, insanlık tarihine bir kere daha vurabilmelidir...”

    "... Türkiye’nin öncü bir ülke olması, milli birlik ve beraberliğimize bağlıdır. Bugün, ülkemizde mevcut olan hayat pahalılığı, işsizlik, sosyal ve kültürel sorunların yanı sıra, bütün bunlara endirek de olsa büyük tesiri olan bölücülük, milli birlik ve beraberliğimizi tehdit eden en önemli problemimizi teşkil etmektedir. Bölücülüğün hangi boyutta olduğu hepimizce malumdur. Bu arada, silahlı, bölücü çetelere karşı mücadelesini kahramanca yürüten ve şu anda da Kuzey Irak topraklarında ayrı bir gayret içerisinde bulunan, Silahlı Kuvvetlerimizi, emniyet mensuplarımızı ve bütün devlet görevlilerimizi kutluyor, şehitlerimize Cenabı Allah’tan rahmetler diliyorum.

    Devletimizin çetelere karşı yürütmüş olduğu bu meşru savunma hareketi sürerken, PKK’nın siyasi kanadını teşkil eden ve ideolojik mücadelelerini yürüten kişilere karşı yıllarca süren duyarsızlık ve dikkatsizliği hatırlatmak isterim. Bu hususta hepimiz daha uyanık olmaya mecburuz. “Federasyonu tartışalım, siyasi çözümü görüşelim, düşünce hürriyeti, Kürtçe eğitim ve televizyon” gibi tekliflerin arkasında ülkemizi bölmek isteyen güçler ve merkezler vardır. (MHP ve DYP sıralarından alkışlar) Bu tür tekliflere -hangi değerler kılıfında sunulursa sunulsun- iltifat etmemek, kıymet vermemek lazımdır. Önce, şu terör ve bölücülük akımları Türkiye’de yok olsun, ondan sonra her şeyi kendi aramızda oturup konuşabiliriz. Özetle, milli birlik ve beraberliğimizi zedeleyecek, birbirimize olan saygı ve kardeşliği gölgeleyecek hiçbir şeye müsaade etmemeliyiz..." (28)

    KAYNAKLAR:

  8. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2. Cilt 1 Toplantı:1 7.Birleşim. Tarih: 07.11.1965 shf. 180-186
  9. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2 Cilt:2 Toplantı:1 30.Birleşim. Tarih: 29.12.1965 Shf. 153-162

  10. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2 Cilt:4 Toplantı:1 58 Birleşim. Tarih: 27.02.1966 shf. 776-783
  11. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2 Cilt:2 Toplantı:3 12.Birleşim. Tarih: 04.12.1967 shf: 315-319
  12. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2 Cilt:31 Toplantı:4 62.Birleşim. Tarih:25.02.1969 shf: 444-449
  13. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2 Cilt:34 Toplantı:4 62.Birleşim. Tarih: 25.02.1969 sh:946-948
  14. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:3 Cilt:1 Toplantı:1 5.Birleşim. Tarih: 10.11.1969 shf. 126-129
  15. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:1 Toplantı:1 25.birleşim Tarih: 27.12.1973 shf: 100-101
  16. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:5 Toplantı:1 90.Birleşim Tarih: 30.05.1974 shf:640-643
  17. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:7 Toplantı:2 10.Birleşim Tarih: 27.11.1974 shf: 221-224
  18. Kürker Sanal. T.C. ve 50. Hükümeti age. shf: 50

  19. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:10 Toplantı:2 22.Birleşim Tarih: 07.01.1975 shf: 439-440
  20. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:10 Toplantı:2 50.Birleşim Tarih: 27.02.1975 shf: 570-573
  21. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:11 Toplantı:2 63.Birleşim. Tarih: 09.04.l975 shf: 426-429
  22. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:5 Cilt:7 Toplantı Yılı:2 9.Birleşim. Tarhi: 23.11.1978. shf: 333-357
  23. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:1 Toplantı Yılı:1 15.Birleşim. Tarih: 12.12.1991 shf:584-587
  24. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:1 Toplantı Yılı:1 16.Birleşim. Tarih: 17.12.1991. shf:610-613
  25. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19. Cilt:2 Toplantı Yılı:1 21. Birleşim Tarih: 26.12.1991 shf:385-389
  26. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:8 Toplantı Yılı:1 61.Birleşim Tarih: 25.03.1992 shf: 662-666
  27. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:l9 Cilt:9 Toplantı Yılı:1 68. Birleşim. Tarih: 23.04.1992 shf: 339-341
  28. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:l9 Cilt:16 Toplantı Yılı:1 94.Birleşim (Olağanüstü) Tarih: 25.08.1992 shf: 109-112
  29. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:l9 Cilt:l6 Toplantı Yılı:1 97.Birleşim. Tarih: 28.08.1992 shf: 352-357
  30. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:22 Toplantı Yılı:2 34.Birleşim. Tarih: 02.12.1992 shf: 96-100
  31. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:l9 Cilt:33 Toplantı Yılı:2 89.Birleşim. Tarih: 08.04.1993 shf: 568-569
  32. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:34 Toplantı yılı:2 94.Birleşim Tarih: 23.04.1993 shf:298-299
  33. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:46 Toplantı yılı:3 38.Birleşim. Tarih: 08.12.1993 shf: 106-109
  34. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:49 Toplantı Yılı:3 54. birleşim. Tarih: 24.12.1993 shf:627-633
  35. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:58 Yasama Yılı:3 94.Birleşim. Tarih 23.04.1994 shf: 426-428
  36. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:74 50.Birleşim Tarih:12.12.1994 shf: 114-117
  37. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:85 Yasama Yılı:4 103. Birleşim Tarih: 23.04.1995 shf: 18-20

 

 

 

 

TÜRKEŞ ve TÜRK SENDİKACILIK HAREKETİ

Kamil TURAN*

I- GİRİŞ

27 Mayıs 1960 tarihine kadar modern Türk sendikacılık hareketi hiçbir zaman güçlü bir sosyal akım haline gelememiştir.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yeni Türk Devleti’ nin temsilcileri yavaş bir tempoda gelişen sanayiye paralel olarak, çalışma ilişkilerini ihtiyaçlar ölçüsünde tanzim etme çabasını göstermişlerdir.

Fakat bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kontrolünde milletlerarası komünizmin dünya hakimiyeti istikametinde uyguladığı hırçın politikalar; diğer taraftan komünizmin başta Türkiye olmak üzere, dünya ülkelerin-deki işçi hareketlerinin bir uzantısı olduğu görünümünü vermesi, Türkiye’ de sendikal hareketlerin çalışma ilişkilerinin diğer konularından daha yavaş gelişmesine sebebiyet vermiştir.

İkinci Dünya Savaşının sona ermesi, dünyada sağ totariter rejimlerin yıkılması, özellikle 1946 yılında Türkiye’ nin çok partili siyasi sistemi tercih ederek demokratikleşme konusundaki kararlılığını ortaya koyması, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından birisi olan sendika-ların canlanmaları ve yeni bir dinamizmin içine girmeleri sonucunu doğurmuştur. 1946-1960 yılları arasında siyasi partilerimiz bir taraftan sendikaları modern toplumların bir realitesi kabul ederken, diğer taraftan sendikal kuruluşlara tam bir özgürlük ortamı içerisinde gelişmelerini tamamlayabilecekleri meşru bir ortamın doğması için gerekli tedbirleri alacak cesareti gösterememişlerdir. Bu tarihler arasında CHP ve DP muhalefette oldukları zamanda işçilere hürriyetçi ve demokratik ilkeler istikametinde yeni düzenlemeler getirmeyi vaadederken, iltidara geldikleri zamanlarda bu vaadlerini unutarak, işçi kesimini oyalayarak, yanlarında tutma çabasını göstermişlerdir. 14 yıl boyunca sosyal güvenlik alanında ve çalışma hayatının diğer konularında birkaç ürkek icraatın gereçekleştirilmesi dışında, işçi kesimine teşkilatlanma alanında elle tutulur bir takım tedbirlerin alınması yerine, işçi kesiminin kaçamak vaadlerle oyalanması tercih edilmiştir.

II- 27 MAYIS 1960 HAREKATI

O tarihlerde Türkiye’ de mevcut bozuk siyasi yapı, şuursuz bir partizanlık anlayışı, bir takım siyasilerin “gemi azıya almış ihtirasları” ve harekatı gerçekleştirenlerin hazırlıksız olmaları, 27 Mayıs 1960 müde-halesinin Türkiye’ ye geleceğin kapılarını açan bir devrim olma gücüne ulaşmasını engellemiştir.

Bu askeri harekattan sosyalist bir devrim çıkartmaya çalışanlar, ihtilal hareketini CHP’ nin kâr hanesine kaydetmek isteyenler ve bütün dünyada kırk kere kullanılmış, modası geçmiş, siyasi ve ideolojik görüşleri Ankara’ da sahneye koymaya çalışanlar, kısaca Türkiye’ nin kazanın dibine oturmuş bin çeşit insan tortusu, hayallerini, yaşanan bu askeri ihtilalle gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Haklı veya haksız olarak, ihtilal hareketi, bu işe yaramaz çevrelerle beraber gözüktüğü için de; halkın nazarında giderek önemini kaybetmeye başlamıştır. İhtilalcilere “hedefimiz Türkiye’ yi beyaz zambaklar memleketi haline getirmektir.” dedirten bu insan tortusu, daha sonra ihtilalcileri bu sözlerinden ötürü alaya almışlardır.

Bu gibi darbelerle ihtilal hareketi amaçları dışına itilip zayıfladıktan sonra, 13 Kasım 1960 tarihinde Milli Birlik Komitesi bölünerek Türkeş ve 13 arkadaşı dünyanın çeşitli ülkelerine gönderilip siyasi danışman olarak görevlendirilmişlerdir.

13 Kasım Hareketi, 27 Mayıs heyecanının sonu olduğu gibi, bu olaylardan güçlü bir Türkiye’ nin yeniden yaratılması gibi büyük neticeler umanların beklentilerinin de sonu olmuştur. Şaşkınlık ülkenin bütün kurum ve kuruluşlarına hakim olmuş; "yetkili" ve "yetkisiz” kavramı birbirine karışmış, Başta Türkiye’ nin yeniden organizasyonu olmak üzere bütün reform hareketleri tesadüfi ellere terkedilmiştir.

Bu dönemde Türkiye’ yi bütünü ile etkisi altına alan siyasi karmaşa ortamı içinde alınan en sağlıklı kararlardan birisi, ülkenin yeniden çoğulcu demokratik sisteme kavuşturulması ve bu amaçla yeni bir demokratik Anayasa’nın hazırlanarak kabulünün sağlanması kararıdır.

9 Temmuz 1961 tarihinde kabul edilen 1961 tarihli T.C. Anayasa’ sı ülkemizin tarihinde ilk defa hürriyetçi ve demokratik sendi-kacılığın ana ilkelerini temsil eden hükümlere yer vererek, çalışma hayatımızda yeni bir dönemin başlamasını temin etmiştir. Yeni Anayasa’ nın temelleri üzerinde yeniden yapılanan Türkiye’ de, Türk Sendikacılık Hareketi, sosyal hayatımızın en önemli konularından biri olarak ön plana çıkmıştır.

III- YENİ DELHİ GÖRÜŞMELERİ

13 Kasım harekatından sonra Milli Birlik Komitesi’ nin Türkeş dahil 14 üyesi Türkiye’ nin yurt dışındaki temsilciliklerinde görevlen-dirilerek, Türkiye’ den uzaklaştırılmışlardı. Türkeş de diğer onüç arka-daşı gibi alelacele uçağa bindirilerek Hindistan’ nın başkenti Yeni Delhi’ ye gönderilmişti. Yeni Delhi’ deki Türk Büyük Elçiliğine siyasi danışman görevi ile atandığı söyleniyordu.

Kendisi ile karşılaşmamız 1962 yılı Temmuz ayında Yeni Delhi’ de oldu. Diğer konular yanında Türk Sendikacılık Hareketi ile ilgili görüşlerini ilk defa bu karşılaşmada öğrenmiş oluyordum. Türkeş dünya sendikacılık hareketini birbirine ters düşen üç akım şeklinde yorumlu-yordu. Bunlardan birincisini Korperatif Sendikacılık anlayışı olarak nitelendiriyordu. Modern şekli ile Mussolini İtalya’ sında ortaya çıkan bu akımın faşizmin temel ilkelerine dayandığını ve Nazi Almanya’ sının bu anlayıştan ilham alarak Nasyonal Sosyalist sendika modelini türettiğini söylüyordu.

Sovyetler Birliğinde uygulanan ikinci sendika modeli Marksizm-Leninizm ilkeleri üzerinde inşaa edilen sendika anlayışı idi. Her ikisi de otoriter toplum anlayışının eseri olan bu görüşler, bazı konularda biribirlerinden farklılık gösteriyordu. Mesela Faşist İtalya’ da devlet, Nazi Almanya’ da ırk, Sovyetler Birliği’ nde Komünist Partisi sendikal hare-ketin dinamik gücü olarak kabul ediliyordu.

Üçüncü sendikal anlayış ise demokratik batı ülkelerinde uygulanan hürriyetçi ve demokratik sendika modeliydi. Üyelerin irade-sine dayalı olan sendikaların tam bir serbesti içinde kurulduğu ve sendika organlarının demokratik yöntemlerle teşekkül ettiği bu tip sendikacılığın, Türk Milletinin yapı ve ideallerine uygun olduğuna inanıyordu. Tek endişe ettiği husus, başında kavak yelleri esen, sosyalizmi bütün dertlerin çaresi olarak gören ve sendikacılık ile sosyalizmi aynı şey olarak kabul eden Türk solunun Türk sendikacılık kadrolarını işgal ederek Türk işçi hareketini, Sovyetlerin komunizmin dünya hakimiyeti mücadelesinin bir vasıtası haline getirmesiydi. Bu endişelerinden ötürü Sovyetler Birliği’nin yıkılışına kadar milliyetçi kadroları Türkiyede sendikalar safında yer almaya teşvik etmiştir.

IV- SAPMA DÖNEMİ

Türkeş’in hürriyetçi ve demokratik sendikacılık ilkesine bağlılığı hiçbir zaman değişmediği gibi, yıllar boyunca Türk sendikacılığının bu ilkeler doğrultusunda kaydettiği gelişmeleri gördükçe rahatlamış ve bu başarılı sonuçlardan mutluluk duymuştur.

Fakat Türkiye’de milliyetçi hareketin düzensiz bir büyüme yaşadığı 1960’lı yılların sonu ile 1970’li yılların başında Parti içi bazı unsurların hürriyetçi ve demokratik sendikacılık görüşünden saptıklarına işaret olan bazı olayların yaşandığı görülmektedir.

Bu sapma hareketi özellikle takma bir isimle yayınlanan ve bazılarınca milliyetçi hareketin doktrini olarak tanıtılan bir kitabın yayınlanması ile ortaya çıkmıştır.

Okuma açlığı içinde bulunan milliyetçi gençler, bu kitabın nerelerden alıntı yapılarak tertip edildiğini bilmeden, içerdiği görüşleri süratle benimsemeye başlamışlardı. Oysa az bir kısmı hariç, kitabın hemen hemen tamamında yer alan fikirler Musolini İtalya’sı ve Nazi Almanya’sının bu ülkelerde yıllarca uygulanmış ve başarısızlıkları tescil edilmiş, modası geçmiş görüşlerden türetilmişti.

Tabii olarak bu kitapta faşizmin ve nazizmin milliyetçi hareketin sendikal görüşü olarak okuyuculara takdim edilmekteydi.

Milliyetçi hareketin fikri zemini ve bu arada sendikal anlayışında bütünü ile ters yüz olma tehlikesinin ortaya çıktığı zor yıllar yaşanmıştır. Milliyetçi Hareket Partisi, başta Türkeş olmak üzere, üst yöneticilerin önemli bir kısmı, bu kitabın Partiye mal edilmesine karşı oldukları halde, milliyetçi gençlerin iyi niyetli heyecanları ve kışkırtıcıların gayreti ile bu kitabın içindeki ülkemize yabancı görüşler yüzünden parti teşkilatında ciddi boyutlarda rahatsızlık meydana gelmiştir.

Tahribat, ancak Türkeş’in, sendikal anlayışı da dahil, kitabın içerdiği fikirlerin Milliyetçi Hareket Partisi’ni temsil etmediğini ilân eden bir beyanatının partililere duyurulması ile durdurulabilmiştir.

1970’li yılların ortalarında yapılan Türkeş’in bu müdahalesi ile sapma dönemi sona ermiştir. Bundan sonraki dönemde, hürriyetçi ve demokratik sendikal anlayışın yaygınlaştırılması için gösterilen çabala-rın aralıksız olarak Türkeş’in vefatına kadar sürdürüldüğü görülmektedir.

V- TÜRKEŞ’İN SON GÖRÜŞLERİ

Türkeş’in Türk sendikacılığı hakkındaki görüşlerinin zaman içinde giderek zenginleşerek siyasi parti farkının ötesine vararak geliştiği görülmektedir.

Vefatından sadece iki ay kadar önce 1 Şubat 1997 tarihinde Sendika yöneticileri, iş hayatı ile ilgili bürokratlar ve öğretim görevlilerine verdiği iftar davetinde yaptığı konuşmada, Türk işçi hareketini bütünü ile nasıl kucakladığının, ona verdiği önemin ve çalışma ilişkilerine nekadar derin bir samimiyetle yaklaştığının tarihi bir belgesidir.

Türkeş’in bir program niteliğinde olan bu konuşmasını buraya aynen almakta yarar görüyorum.

O mübarek iftar akşamında davetlilere Türk çalışma hayatı hakkında şöyle sesleniyordu:

"Bu iftar yemeğini Türk işçileri onuruna değerli işçi liderlerini davet etmek suretiyle tertipledim. Bu belki de Türk siyaset hayatında otuz yılı aşkın bir süredir hizmet veren bir siyasetçi için geç kalmış bir davet olabilir, Ancak yine de sizlerle birarada olmak benim için çok önemli bir olaydır. Çünkü, ülkemiz Cumhuriyet tarihinde hiç bir zaman bugünkü kadar dışarıdan ve bilhassa içeriden saldırılara maruz kalma-mıştır. Dolayısıyla, siyasi görüşü ve ideolojisi ne olursa olsun, Türkiye Cumhuriyetini ilelebet payidar kılmak isteyen ve rejimimizin en büyük teminatlarından birisi olan işçi kesimimizin siz değerli temsilcileri ile iftar vesilesiyle de olsa, bir arada olmak benim için ayrı bir önem taşımaktadır. Bu ayrıca Türk toplumunun gelişimi açısından da önemli bir olaydır. Teşriflerinizden dolayı hepinize, çok değerli konuşma-larından dolayı da çalışanların sayın liderlerine en içten duygularımla şükranlarımı, sevgilerimi sunuyorum.

Böyle bir birlikteliğe toplum hayatımız muhtaçtır. Birliğimizin ülke menfaatleri paralelinde ilelebet devam etmesini diliyorum.

Bugün ülkemiz başta siyaset olmak üzere her yönden tıkanmış bir manzara arzetmektedir. İktidar Türk toplumunu iç çalkantılara ve infiale sevkeden olayları önlemekten aciz gözükmektedir.

Başta işçi kesimi olmak üzere her sosyal dilim sıkıntı ve problemlerle içiçedir. İşte böyle bir bunalımlı dönemde siz kıymetli işçi kardeşlerimi bir arada görmek istedim. Davetimin asıl sebebi budur.

Kıymetli sendikacılar, temsil ettiğiniz kesim toplumun en cefakar kesimidir. Bunu biliyoruz. Sizin problemleriniz bizce bellidir.

İşçi, işveren, devlet ilişkilerini gerçekçi samimi ve eşit bir çizgiye getirecek yeni bir organizasyon şarttır. Bu organizasyon uygulanıp işlerlik kazandığında işçi, işveren, devlet ilişkilerindeki tüm problemler kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Çünkü her üretim, sermayenin yanında emeği de gerektirmektedir. Bundan dolayı sermaye emek çatışması yerine sermaye emek bütünleşmesi gerekli kabul edilmelidir.

Çatışma ve sömürü yerine barış ve iş birliği bu yeni organizasyonun ruhunu teşkil etmelidir. Bu yeni organizasyon öncelikle şu konularda hayata geçirilmelidir:

Yukanda zikrettiğim ve benzeri problemler, çalışanların da yönetime katılması gerektiği anlamını taşıyan ve bizim öteden beri savunduğumuz bu yeni organizasyonla çözülecektir.

Türk çalışanlarının kıymetli temsilcileri.

Bu ve benzeri problemleri derinlemesine ortaya koyacak ve çözüm yollarını da belirleyecek geniş katılımlı bir paneli müsaadele-rinizle önümüzdeki aylarda düzenlemek istiyorum. Bu panelde, hangi siyasi görüşe mensup olursa olsun bütün çalışanların Cumhuriyetimize, Ülkenin bölünmez bütünlüğüne, laikliğe, milliyetçiliğe, özetle Anayasa-mızın temel ve başlangıç hükümlerine sahip çıkacağımızı bütün önemi ile tekrar belirlemeyi ve duyurmayı amaçlıyorum.

Alın terinin kutsal değeri bugüne kadar maalesef tam ölçülememiş ve değerlendirilememiştir.

Ben sizlere huzurunuzda şu sözleri vermek istiyorum.

Bundan böyle sizlerle daha yakın ve daha çok beraber olacağım. Türk-İş, Hak-İş, Disk gibi bir ayırım yapmaksızın bütün sendikaların problemlerini ve dileklerini kendi problemlerim olarak kabul edeceğim. Bu arada değişik sendikalarda yer almış, üye olmuş, yönetici olmuş ülkücülere ve MHP' lilere şöyle seslenmek istiyorum :

Önce kendi meselelerinize, kendi sendikanıza, kendi kon-federasyonunuza ve yöneticilerinize sahip çıkın, sonra partinize. Bundan böyle MHP ve yöneticileri nasıl ki memleket menfaatlerini parti menfaatlerinin üstünde tutuyorsa, işçi kesiminin çıkarları da particiliğimizin üstünde olacaktır.

İşçisinin mutlu, işverenin memnun, köylüsünün, memuru-nun rahat olduğu, bütün kesimlerin birbirini kucakladığı, açını doyuran, açığını giydiren bir Türkiye özlemini tekrarlıyor, hepinizi ayrı ayrı kucaklıyor, sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum."

Bu konuşma Türkeş' in Türk sendikacılık hareketi konusunda yaptığı son beyanatıdır. Aynı zamanda, Türk milliyetçilerinin önemle üzerinde durmaları gereken bir vasiyet gibi telakki edilmelidir.

 

 

TÜRKEŞ VE TÜRK KURULTAYI

Dursun YILDIRIM*

İnsanlık tarihi ve ulusların tarihi gözden geçirildiğinde gelecek yüz yıllar ve içinde yaşanılan zaman toplumların ve ulusların önüne, yollarını şaşırmamaları için karanlığı aydınlatan yön buldurucular çıkarır. Toplumlar ve uluslar, kendilerini yutmak isteyen karanlıkları onların yaydığı ışıklara bakarak ve bu ışıkları izleyerek yırtıp çıkarlar. Onlar, bir toplumun hafızası, ulusal bilinci, ulusal kimliği, tarihi birikimi, dünyayı algılama ölçütü, bilgeliği olma özellikleriyle tarih sahnesine çıkarlar. Bu insanlar uluslarının tarihini inşaa ederken, aynı zamanda kendi tarihlerini de yaratırlar. Böyle olmak, yaşamak ve eylemde bulunmak onların toplum ve ulusları için seçilmiş olmalarından kaynaklanan kaderleridir. Onlar, bu kaderleri ile doğar, yaşar ve fani varlıkları Hakka yürüse bile, toplumları veya ulusları varolduğu sürece manevi hayatlarını sürdürürler. Tarihimizde, ulusu için bu görevle seçilmiş yüksek değerlerimizi temsil eden ve hayata geçiren ışık insanlarımız vardır. Alparslan Türkeş, düşünce, ülkü ve devlet hayatımız açısından bu özellikleriyle tarihimizde yer alacak bir yön gösterici, bir ışık insandır.

Türkeş, ömrü boyunca, sanırım sağlığına da, bu uğurda aldırış etmeyen, kendisiyle özdeşleşen Türklük düşüncesiyle ışık olma sürecini önümüzdeki zamanlarda da koruyacaktır. O’nunla, altmışbeşte tanışmış ve bu ilişkimiz farklı konumlar içinde de olsa, sürmüştür. Birlikte çalışma ve gerçekleştirme imkanı yarattığı proje, Türkeş’in büyük Türk ulusuna armağan ettiği Türk Kurultayı projesidir. Bu projenin fikri mimarı ve öncüsüdür, O’nun eseridir. Büyük güçlüklerle karşılaşılmış olmasına bakmayarak bütün kapıları, bu tarihi buluşma için zorlamıştır. Dönemin devlet başkanı projeye sırtını dönmüştür. Şu anda devlet başkanlığı makamını temsilen Sn. Demirel de, elinden gelen yardımı yapmıştır. Proje, son derece olumsuz şartlar ve güçlükler içinde, O’nun desteği ile, Türkeş’in bize verdiği moral ve Türk Cumhuriyetleri yetkililerine bizzat yazmış olduğu mektup ile yola çıkılarak gerçekleştirilmiştir.

Yola çıkan heyet içinde, ben ve Ahmet Ercilasun daha önceleri de, gideceğimiz ülkeleri görmüştük. Ben, 1981’den beri zaman zaman Türkiye-SSCB kültür mübadele programı çerçevesinde birkaç kez bu şansa sahip olmuştum. Ercılasun da öyle. Buna rağmen, doğrusu ne ile karşılaşacağımızı kestirmekte güçlük çektiğimizi söylemeliyim.

Evet, dünya her anlamda değişiyordu. Ama, dünya, eski Londra, Paris propagandalarını aratmayacak bir süreç ile çalkalanıyordu. Temcit pilavı gibi, neo-osmanlıcılık’tan tutun, Türkçülük/Turancılık senaryoları batı tezgahlarında dokunup yeniden sahneye sürülüyor ve dehşet tabloları çizilerek beyinler yıkanıyordu. Ve hiç şüphesiz, bu tablolar, bilinçli bir biçimde, henüz doğmuş yeni Türk Cumhuriyetlerinin boğazlanmasına dönük psikolojik zeminler yaratma hedefine dayalıydı. Bu zemine malzeme olacak gelişmeler de, aynı odaklar tarafından yeni Türk Cumhuriyetlerinde kışkırtılmaktaydı. Türkeş, bu tehlikeleri çok iyi gördü ve değerlendirdi. Bir takım çevrelerin dünya Türklüğü içindeki mitosunu, kendi oyunlarında kullanmalarına fırsat vermedi. O, efsanesi ile Sovyet sisteminin örmüş olduğu demir duvarları, çöküşten çok önceleri eritmiş, çoktan Sibiryanın, Ural’ın, Kafkasya’nın, Türkistan’ın derinliklerinde tarihi yürüyüşüne geçmişti. Doğrusu, o bölgelerde, bulunma fırsatı bulduğum zamanlar içinde, bu gerçeği yakalayabilme, görme şansım olmadı. Kimi kıpırtılar vardı ama, boyutlarını ve niteliklerini o günlerde kristalize olmuş biçimde ifade etmek aldatıcı olurdu. Doksanlı yıllar içinde bu bölgeler, görünenler ile görünmeyenlerin mücadele ettiği alanlar olma özelliğini korumaktaydı. Taşlar yerine oturmadığı gibi, korkular, endişeler, heyecanlar ve hamaset, tereddütler ve telaşlar yan yana yaşanmaktaydı.

Heyetimiz, kara, soğuğa aldırmadan, bir büyük projenin gönüllü erleri olarak yol tepiyordu. Ve ilk durağımızdan son durağımıza kadar, önümüzdeki kapılar, Türkeş mitosu ile birbir açılıyor, eski dostlarımız hemen devreye giriyor ve önümüzdeki güçlükler, çektiğimiz çileler aldığımız neticeler karşısında eriyor, yorgunluğumuzu unutuyorduk.

Türkeş, istisnasız her Türk Cumhuriyeti’nde, en üst makamda ve her makamda ve aydın çevrelerde Türklüğün tabii lideri ve başbuğu olarak ifade edilmekte ve saygı görmekteydi. Herkes, O’nun, tarihi misyonunun ve tarihi kaderinin farkındaydı.

Bir aya yakın bir çalışmayı tamamlayıp döndüğümüzde, tespitlerimizi kendisine aktardığımızda, tebessümle dinledi. Gelecekle ilgili düşüncelerini büyük bir şevkle bize anlattı. Süleyman Bey’in desteğine kıymet verdiğini, öbürüne aldırmadığını anlattı. Hızla hazırlık yapmamızı, iyi hazırlanmamızı istedi. Temaslarımızın sonuçları yetkilileri de, doğrusu yüreklendirmişti. Bu iş olacaksa, bu ilk buluşma iyi hazırlanmalıydı. Doğrusu, bütün işleri iç içe yürüterek çalışıyorduk. Her safhada Türkeş, çalışmalarımızı izliyor, yön gösteriyor ve hazırlıyor, bizlerle etap etap çalışıyordu. Ankara’daki çalışmalarımızı tamamladık ve Türk Kurultayı için Antalya/Belek çalışmalarına geçtik.

Yirminci Yüzyılın sonunda tarihe yedi bağımsız Türk Cumhuriyeti ile yürüme sürecine giren büyük Türk ulusunun yeniden bireylerinin buluşma yeri olarak Belek, bu kutlu şölene hazırlandı. Bu şölen Türke yaraşır bir şölen olmalıydı ve tarih yeniden yazılmaya başlanır bir seciyeye sahip olmalıydı, öyle hazırlanmalıydı. Öyle hazırlandı ve öyle oldu. Özal bile, bu hazırlık karşısında tarihi inadından vazgeçmek, kararını değiştirmek ve bu büyük şölene katılmak mecburiyeti hissetti ve geldi katıldı.

O günü yaşayanlar, görenler ve dinleyenler çok iyi bilir ki, bu olay, Türk Kurultayı, bu anlayış ve bu zeminde ilktir. Kutlu hedefleri, kararları, etkileri olan bir kurultaydır. Türkeş, bu Kurultay’ın kurumlaşmaları ardından getirmesini hedefliyordu. Kurultay ise, bu kurumlaşmalar ile ilgili fikir alışverişi, proje üretme zemini olarak korunmalıydı. Ancak bunlar kadar önemli ve hayati gördüğü bir konu vardı. O da, uluslararası ilişkilerde, vazgeçilmezlik ilkelerinin bütün zeminlere kök salmasını, yerleştirilmesini sağlamaktı.

Türkeş, bunları şöyle sıralıyordu: 1. Mütekabiliyet ilkesi, 2. İç işlerine karışmama ilkesi, 3. Tarafların eşit şartlarda ve eşitlik içinde hareket etmesi, 4. Tarafların daima eşit haklara sahip olması. Bu formülasyon, tam bağımsızlık stratejisinin, insan ve ulus olmanın yeniden düzenlenmiş bir biçimiydi.

Türkeş, bu tarihten sonra, bana göre, günlük politikaların sığ ve düzeysiz tartışmalarından uzak durmaya eskisinden daha çok özen gösterdi. Türk ulusunun önüne konan tehlikelerin aşılmasına, Türk Cumhuriyetlerinin ayakta durmasına en üst düzeyde katkıda bulunmaya zamanını ayırdı. Artık, o dostları ve karşıtları arasında, düşünce ve siyaset sahnesinde haklılığını tarih önünde kanıtlamış olmanın huzuru içinde yürüyor ve ulusu ile kendi arasında, tüm Türk dünyasında büyük bir sevgi bağının kurulduğunu görüyordu. Kendisi gitmeden efsanesinin delip geçtiği demir duvarlar olmaksızın, Ata yurdunun bozkırlarında dolaştı, tarihimizi yaratanların yattığı aziz toprakları gezdi gördü.

rk kurultayı, bu açıdan, onun gözünde daha da önem kazandı. Tüm arzusu, bu kurultayı her yıl bir Türk Cumhuriyeti topraklarında gerçekleştirmek idi. Bu yolda çok çaba göstermiş ve pek çok girişimde bulunmuştur. Amacı, iki asra yakın bir zamandan beri, bilinçli ve amaçlı bir biçimde parçalanmış, küçük küçük kimliklere bölünmüş ve birbirinden ayrıştırılıp uzaklaştırılmış büyük Türk ulusunun bireylerini her yıl bu kurultaylarla bir araya getirmek, sevgi ve kardeşlik bağlarını güçlendirmek, birlikte düşünmeyi, birlikte çalışmayı ve hareket etmeyi, bilim ve teknoloji üreten en eşit ülkeler haline gelmek ve dünya barışına, insanlığın refahına katkıda bulunmak idi diye düşünüyorum.

Bana sorarsanız, Türk Kurultayı, ilkeleri ve hedefleriyle, tasarlanmış zeminleri ve özellikleriyle, Türk Cumhuriyetlerinin ortaklaşa sahip çıkması gereken bir büyük proje, bir büyük eserdir. Bu eserin işlevleri işler durumda tutulduğu, özellikleri yitirilmeden korunduğu taktirde, bundan tüm Türkler ve geleceğimiz istifade edecektir. Özellikle kurumlaşma hedefleri etap etap gerçekleştirilmelidir ve bu yönde çaba gösterilmelidir. Türk Kurultayı, günlük siyasi hesaplar ve tutumlar dışında görülmeli, tüm partilerimiz,tüm Türk Cumhuriyetleri, onu bir fikir şöleni, proje üretim zemini, birliktelik alanlarını genişletme platformu olarak görmeli ve gelişmesine katkıda bulunmalıdır. Bu açıdan, Türkeş’in hayatımıza kazandırdığı bu büyük eseri korumalıyız, geliştirmeliyiz; ulus ve devletler olarak gerçek hedeflerine eriştirmeliyiz. Onu, sadece bir gösteri alanı gibi görmek ve o ölçekte anlamak, Türklüğün geleceği ile ilgili fazla bir endişemiz olmadığını akla getirecektir ki, bunu kimseye yakıştıramam.

Türk dünyasından, Türk Kurultayı’nı hayata geçirerek, Türklük ile özdeşleşerek bir Türkeş geçti. Fani Türkeş, bu ulus için aynı görevleri yüklenmişler gibi Hakka yürüdü gitti. Ama, o düşünceleri ve temsil ettiği ülkü, özdeşleştiği Türk ulusu ile gelecek yüzyıllar içinde de yaşayacak ve Türk Kurultayı ile her zaman anılacaktır. O ilk kez, tarihimizde bütün Türkleri, bir şölende, bir fikir ve kardeşlik şöleninde buluşturan, görüş-türen devlet adamı olarak anılacaktır. Bu, onun Tanrının ve Türk tarihinin kendisine biçtiği kaderiydi. Görevini kusursuz biçimde yerine getirmiştir, diyebilirim. Eksikler varsa, onları tamamlamak, projeyi hedefine ulaştırmak arkada kalanlara, bu ulusa hizmet sorumluluğu yüklenenlere düşer.