KEHANET
Çingene
incelemekte olduğu papirus parçalarından kafasını kaldırmadan içeri yeni gelen
müşteriye: "Sahiden geleceğini bilmek istiyor musun Hıristiyan?" diye sordu.
Genç kız irkildi. Hafif bir sesle: "Hıristiyan olduğumu
nereden biliyorsun?" diye sordu. Bu şehirde bunun bilinmesi tehlikeli olabilirdi.
İmparatorun buyruğundan sonra Hıristiyanlar için kötü günler
başlamıştı. Ya hemen öldürülüyorlar, ya zindanlarda ölüme terkediliyorlar, ya da
arenalarda vahşi hayvanlara atılıyorlardı. Kız, Bizantion'dan elli kişilik bir
kafileyle beraber kaçmak zorunda kalmıştı. Nereye gideceklerini, ne yapacaklarını
bilmiyorlardı. Sadece doğuya gidiyor, imparatorun etkisinden uzak bölgeler bulmaya
çalışıyorlardı. Şehirlere bile ufak gruplar halinde giriyorlar, bu sayede dikkat
çekmemek istiyorlardı. Şu ana kadar bu konuda başarılıydılar. Peki bu kadın
Hıristiyan olduklarını nasıl anlamıştı? Kız içinden kendisine kızıyordu. Neden
buraya gelmişti sanki?
"Bu benim işim." diye cevap verdi çingene yüzünde alaycı
bir sırıtışla. "Siz Hıristiyanların geleceği okuyanlara inanmadığınızı
duymuştum. Gerçekten de geleceğini öğrenmek istiyor musun?"
"Evet." diye kararlı bir sesle cevap verdi Helen. Madem bir
kez bu işe girişmişti, sonuna kadar gitmeliydi.
"Pekala. Zaten paramı ödediğin sürece kim olduğunun benim
için pek önemi yok." dedi çingene. Önündeki üzerinde garip şekiller bulunan
papirus parçalarını karıştırarak belli bir kurala göre dizdi. Biraz inceledikten
sonra:
"Uzun bir yoldan
gelmişsiniz. Doğuya gidiyorsunuz."
"Bunları bilmek için bir falcı olmaya gerek yok." diye
çingenenin sözünü kesti Helen. "Fazla vaktim yok. Tek istediğim gelecekte bizi
nelerin beklediğini söylemen."
Çingene omuz silkerek devam etti: "Arkanızda ölüm var.
Önünüzde ise umut. Güneye ineceksiniz. Orada kayalar görüyorum... Oraya
yerleşeceksiniz. Sizler için rahat ve huzurlu bir yaşam olacak."
"Peki ya benim kendi hayatım?" diye sordu Helen.
"Sen... Önünde uzun bir yaşam olacak... Mutluluk görüyorum...
Çok yoğun bir mutluluk... Galiba bir aşk.. Ve savaş tanrısı Mars'ın oğlu...".
Burada çingene biraz durakladı. Gördüklerine bir yorum getirmekte zorlanıyordu.
"... Ayrılık görüyorum. Kesin bir ayrılık. Belki de
ölüm..."
"Kim ölecek?" diye kısık bir sesle sordu Helen. Alacağı
cevabı öğrenmekten korkuyormuş gibiydi.
"Bilemiyorum. Tek gördüğüm şey ölüm. Senin uzun bir
hayatın olacak. Ölecek olan bir başkası... Bu kadar belirgin olduğuna göre senin
için önemli biri. Sonra senin için hüzün. Bu olaydan sonra huzurlu, ama hüzünlü
bir hayatın olacak.". Çingene kızın elini bıraktı. İlk defa kafasını
kaldırarak kıza baktı. Bakışları insanı tedirgin ediyordu. Sakin bir ifadeyle
"İşte geleceğin bu." dedi.
Dışarıdan biri "Helen!" diye seslendi. Lidya olmalıydı.
Helen hemen toparlandı. Çingenenin önüne biraz para bırakarak çabucak dışarı
çıktı. Hala çingenenin bakışlarını üzerinde hissedebiliyordu.
.............................
"Neredeydin?" diye azarladı Lidya Helen'i. Falcıya
gittiğini duyunca iyice kızdı. "Bunun bize yasaklandığını bilmiyor
musun?" diye sordu. "Geleceği ancak Tanrı bilebilir.". Helen özür
diledi. Sadece biraz eğlenmek istiyordu. Bunda ne kötülük vardı ki? Neyse Lidya biraz
daha söylendikten sonra gülümsedi. "Haklısın. Ben de senin yaşlarındayken
böyledim. Neyse hadi dönelim artık." Beraber şehrin kapısına doğru yürümeye
başladılar.
Helen birden sıçradı. Az daha bir atlı ona çarpacaktı. Başını
kaldırınca bir Romalı bir süvariyle göz göze geldi. Süvarinin az önceki
kabalığına karşı yüzünde kızgın bir ifade belirdi. Tam ters birşeyler
söyleyecekken, süvari ona doğru eğildi ve yakasından çıkardığı kırmızı bir
gülü ona uzattı. "Dikkatsizliğimi bağışla beni ey güzel tanrıça.
Venüs bile güzelliğinizin yanında sönük kalır."
Helen şaşırmıştı. Hafif bir tebessüm ederek uzatılan gülü
aldı. Süvarinin gözlerine dalıp gitti bir an. Lidya onu dürtükleyince kendine geldi.
Lidya onu çekiştirerek kapıya doğru götürdü. Bir Romalı askerin bu denli
yakınında olmak tehlikeli olurdu.
Kapıda Helen başını çevirip tekrar süvariye baktı. Onun
bakışlarıyla karşılaşınca kızararak başını eğdi. Lidya tekrar Helen'i
çekiştirdi. "Hadi, çabuk gidelim."
Şehrin dışındaki kamp yerlerine doğru giderlerken Lidya
söyleniyordu. "Bir Romalı askere göz süzmeler ha!" O bir düşmandı.
Dinlerini bilse onları gözünü kırpmadan öldürürdü. Gerçi dinleri
düşmanlarını sevmelerini söylüyordu, ama bu kadarı da biraz fazla olmuyor muydu?...
Helen onu dinlemiyordu. Gülü elbisesinin sol yakasına iliştirmiş,
hayallere dalmış yürüyordu. Ne kadar yakışıklıydı şu asker. Onun
söylediklerini, o küstah cüretini düşününce gülümsedi.
O an falcının dedikleri Helen'in aklından tamamıyle çıkmıştı.
.............................
"Neden böyle düşüncelisin ey Mars'ın oğlu?" diye sordu
Likinyus, Markus'a. Son birkaç saattir Markus sofradaki muhabbete pek katılmıyordu.
"Galiba aşık oldum, Likinyus." diye cevapladı Markus
dalgınca. "Yeryüzüne inmiş bir tanrıçaya aşık oldum."
"Sen ha! Demek Mars'ın oğlunun da duyguları varmış!"
diye alay etti Likinyus. "Sen ki Roma'da kendini sana sunan kadınlara sırtını
dönmüş Markus! Sen ki evine bir kadın köleyi sadece ev işleri için alan Markus! Sen
ki Parth kadınları önünde diz çökmüş yalvarırken evlerini yakma emri veren
Markus! Demek aşık oldun ha!"
Likinyus bir kahkaha koyverdi. "Buna inanmam işte."
Markus onu dinlemiyordu. Kendi kendine: "Yanındaki kadın ona
Helen diyordu. Helen... Ne kadar güzel bir isim. Sakın Truva'lı Helen olmasın bu? Ona
duyulan aşk uğruna bir şehrin yıkılmasına sebep olan Helen?" diye konuşuyordu.
Likinyus şimdi ciddileşmişti. "Vay canına... Sen gerçekten
kalbini kaptırmışsın.". Şarap dolu kupasını kaldırdı. "O halde Helen'in
şerefine!" Markus ve masadaki diğerleri de ona katıldı. Kupalarını bir dikişte
boşalttılar.
Biraz sonra Likinyus kafası masaya düşmüş sızmış kalmıştı.
Markus'un da hali ondan pek farklı değildi. Karanlığa doğru yuvarlanırken
gözlerinin önünde Helen'in hayali vardı.
.............................
Helen ve Lidya kampa geldiklerinde liderleri kampta bir toplantı
düzenliyordu. Şehirde soruşturmuş, ve güneyde bir yerlerde üzerinde pek insan
yaşamayan, imparatorun etkisinden uzakta kayalık topraklar bulunduğunu öğrenmişti.
Buralara Kapadokya deniyordu. Oraya gitmeyi teklif etti.
Biraz tartıştıktan sonra kabul ettiler. Zaten ne yapabilirlerdi ki?
Körlemesine bu göçe başlamışlardı, ve gidecek belli bir yerleri yoktu. Şu anda
yerleşebilecekleri her yer onlara uygundu.
Gece dualarını ettikten sonra yatmaya gittiler. Helen günün
yorgunluğuyla hemen uyuyakaldı. Rüyasında o Romalı askeri gördü. Kendisine gül
uzatırken onu sevdiğini söylüyordu. Uykusunda gülümsedi.
Sabah güneye doğru yola koyuldular.
.............................
Sabah ikisi de berbat durumda uyandılar. Hala tam olarak
ayılamamışlardı. Atlarına zorlukla bindiler ve doğuya doğru yola koyuldular.
"Ah, komutan bizi beklemiyor olsaydı keşke. Ne güzel, şu handa
bir gün daha kalır, en azından başımızın ağrısının geçmesini beklerdik."
dedi yüzünü buruşturarak Likinyus. "Bu da hayat mı ya!"
Markus düşünceliydi. Acaba Helen gerçekte kimdi? Kaldığı handa
biraz soruşturmuştu, ama öyle bir kızı tanıyan yoktu. Herhalde bir yolcuydu.
Kahretsin! Nereye gidiyordu acaba? Bilseydi eğer hemen peşinden giderdi. Doğu'da
kendisini bekleyen savaşın artık onun için hiçbir önemi yoktu.
Bu düşünceler içinde üç gün geçti.
.............................
Markus, Likinyus'u sarsarak uyandırdı. "Dinle Likinyus. Ben geri
dönüyorum."
Likinyus hala uyku mahmurluğundan kurtulamamıştı: "Ne?".
Markus dediklerini tekrarladı. Likinyus kendini toparlamıştı artık: "Demek geri
dönüyorsun. Neden?"
"Biliyorsun. Onu bulmam gerek. Helen'i bulmalıyım."
"Ya savaş? Komutana ne diyeceksin?"
"Savaş da, komutan da umurumda değil. Onu bulamazsam
çıldıracağım. Onu nasıl arzuladığımı bir bilsen."
"Tam bir Tribün olmak üzereydin. Demek önündeki bu fırsata
arkanı dönüyorsun."
"Kesinlikle kararımı verdim. Onu bulmaya gidiyorum."
"O halde ben de seninle geliyorum. Tek başıma Parth'larla savaş
hiç de zevkli olmayacak."
"Hayır Likinyus. Bu sefer olmaz. Bu benim hayatım. Kendim
yaşamalıyım, onunla karşılaştığımda yalnız olmalıyım. Üstelik birisinin
komutana bu askerleri götürmesi gerek. Bu yüzden lütfen tartışmayalım."
Markus'un kararlılığını gören Likinyus daha fazla üstelemedi:
"Pekala Markus. O halde yolun açık olsun. Komutanı biraz oyalamaya çalışırım.
Seni karargahta bekleyeceğiz."
"Sağol Likinyus. Sizin de yolunuz açık olsun."
Markus atına atladı. Likinyus karanlıkta seçilemez oluncaya kadar
onun arkasından baktı. "Aşk insana neler yaptırıyor." diye söylendi ve
yattı. Birkaç dakikaya kalmadan uyumuştu bile.
.............................
Markus, atını dörtnala sürerken Helen'i düşünüyordu. Ah, o
büyüleyici mavi gözler... Akdeniz'in mavi sularını hatırlatıyordu. Ya o açık
kumral saçlar... İnsana sanki ipekten yapılmış hissi veriyordu. Hafif çıkık
elmacık kemikleri, ufak ve biçimli burnuyla ne kadar da sevimli bir yüzü vardı.
Atıyla ona çarpmak üzere olduğunda onun yüzündeki kızgın ifadeyi hatırladı.
Garip şey; kızgınlık bile o yüze yakışıyordu.
Onu elde edecekti, evet. Ona Mars'ın oğlu diyorlardı. O asla hiçbir
şeyden çekinmezdi, aklına koyduğunu da yapardı. Onu istiyordu ve elde edecekti. Ne
pahasına olursa olsun. Kendisiyle gelmek istemezse bunu zorla yapacaktı.
.............................
Civardaki köylülerden içlerinde Helen'e benzeyen bir kızın da
olduğu elli kişi kadar bir grubun güneye doğru gittiklerini öğrenmişti. Bir köylü
onların Hıristiyanlara benzediğini söylemişti.
Hıristiyanlar! İmparator bu dini yasaklamıştı. Bu günlerde Roma
ve civarlarında bu dine inananlar ya zindanlara atılıyor, ya da sürülüyor,
öldürülüyordu. Demek bu grup da baskıdan kaçıyordu.
Helen'in dininin ne olduğu onun için önemli değildi.
"Gerekirse" diyordu içinden, "onun tanrılarına da inanırım". Bir
iki tanrı eksik ya da fazla, ne çıkardı ki.
.............................
Atını değiştirmek zorunda kalmıştı. Zavallı hayvan bu tempoya
daha fazla dayanamayacaktı. Hancı onların bir gün önce oradan geçtiklerini söyledi.
Artık onlara çok yakındı. Orada fazla oyalanmadan atına atlamak üzere dışarı
çıktı.
Hanın bahçesindeki güllere gözü takıldı birden. Gülümsedi.
Eğilip bir tanesini kopardı. Kendisine bakan hancıya bir altın fırlattı. Atına
atlayıp yola koyuldu.
Bütün gece yol aldı. Sabahın ilk saatleriydi. Markus ileride kamp
ateşlerinden kaynaklanan dumanları gördü. "Onlar!" dedi kendi kendine.
"Evet Helen, sonunda buldum seni."
Kampa yaklaştığında kulağına bir koro halinde söylenen bir ilahi
çalındı. Atından inerek yavaşça kampa yaklaştı. Bir çalının arkasından onları
izlemeye başladı. İşte Helen oradaydı. Tam da hatırladığı gibiydi. Markus koro
içinden onun sesini seçebildiğini sanıyordu. Sesi ne kadar da güzeldi.
Bir süre sonra ilahilerini bitiren grup dağıldı ve herkes kendi
işini yapmaya koyuldu. Helen'in dereye doğru gittiğini gören Markus sessizce onu takip
etti. Elinde handan aldığı kırmızı gül vardı.
.............................
Helen elinde su tulumuyla dereye doğru yürüyordu. Aklında kaç
gecedir rüyasında gördüğü şu Romalı asker vardı. Bir daha onu görebilecek miydi
acaba?
Dereye ulaşınca taşıdığı tulumlara su doldurmak için eğildi.
Sudaki aksine bakarken arkasında bir yabancının belirdiğini gördü. Hafif bir
çığlık atarak arkasına döndü. İnanamıyordu, O'ydu. Orada karşısında duruyordu.
Bir an aralarında konuşma olmadı. Sadece birbirlerine
bakıyorlardı. İkisi de bu anı bozmak istemiyor gibiydi. Neden sonra Markus: "Ben
Markus. Senin için geldim Helen." dedi ve elinde tutmakta olduğu gülü ona doğru
uzattı.
Helen uzatılan gülü aldı. Kendisini yine bir rüyada sanıyor;
uyanmaktan korkuyor, o anı doyasıya yaşamak istiyordu.
"Helen, seni ilk gördüğüm andan beri seviyorum."
Markus, Helen'e doğru eğildi ve onu kolları arasına aldı.
Dudakları birleşti. Helen o anda rüyada olmadığını anladı.
.............................
İkisi de yanyana derenin kenarında oturuyorlardı. Helen başını
Markus'un omuzuna dayamış, su üzerindeki güneş parıltılarını izliyordu.
Markus gelirken yolda düşündükleri aklına gelince gülümsedi.
Demek gerekirse kızı zorla yanına alacaktı ha! Artık bunu yapamayacağını
biliyordu. Ona en ufak zarar verecek, onu üzecek hiçbirşey yapamazdı.
Mars'ın oğlu hiç iyileşmeyecek bir yara almıştı. Eros'un okuyla
kalbinden vurulmuştu.
Markus Helen'i o ipeksi saçlarından öptü. Sessizliği bozarak:
"Benimle gel Helen. Seni mutlu edeceğime söz veriyorum."
Helen dalgın gözlerle suya bakmaya devam ederek:
"Ne yazık ki bunu yapmam, Markus. Bir şeyi bilmen gerek. Ben bir
Hıristiyanım."
"Dinin ne olursa olsun, benim için önemli değil. İmparatordan
çekinmene de artık gerek kalmaz. Seni herkese karşı koruyabilirim."
Helen başını kaldırarak Markus'a baktı.
"Benim dinim buna izin vermiyor, Markus. Ancak kendi dinimden
biriyle evlenebilirim."
Markus gülümsedi. Böylesine küçük bir sorun söz konusu bile
edilmemeliydi:
"O halde ben de Hıristiyan olurum. Seninle olabilmek için
herşeyi kabul ederim."
"Bunu benim için değil, kendin için yapmalısın, Markus.
Kalbinden inanmadıkça asla bizden biri olamazsın. Öncelikle dinimizi, bizleri tanıman
gerekiyor. Kararını ondan sonra vermelisin."
Markus onu pek dinlemiyordu. Hayranlıkla o sevimli yüzü
seyrediyordu.
"Sen nasıl istersen Helen."
.............................
Helen kampa yanında bir Romalı asker ile gelince herkes toparlandı
ve Helen'e sorgu dolu bakışlarla bakmaya başladılar. Helen:
"Korkmayın, bu asker bizden biri olmak için barış içinde
geldi."
Gruptan inanmadıklarını gösteren mırıldanmalar oldu. Onu
tanımış olan Lidya ise şaşkınlık içinde Markus'a bakakalmıştı.
Grubun lideri yanlarına gelerek elini Markus'a uzattı:
"Aramıza hoşgeldin. Ben George. Adın nedir kardeşim?"
Markus o ortamdan rahatsız olmuştu. Çekingen bir sesle:
"Ben Markus" dedi.
George onu kamptakilerle tanıştırdı. Hava yumuşamaya
başlamıştı. Yalnız Lidya hala olanlara inanamıyordu.
.............................
Lidya, George'a tanık olduğu olayı, Markus'la ilk
karşılaşmalarını anlattı. Markus'un Helen yüzünden onlardan biri olmak
istediğini, bunun yanlış bir şey olduğunu söyledi.
George bir çocukla konuşur gibi yumuşak ve sabırlı bir sesle:
"Bunda ne kötülük var ki Lidya? Sevgi de Tanrı'nın
yarattığı en yüce duygu değil midir? Üstelik sebebi ne olursa olsun, o aramıza
katılmayı seçti. Eminim ki dini tanıdıkça bizlerden bir olacak. Bize düşen görev
ona bu konuda elimizden geldikçe yardımcı olmaktır."
Lidya utanarak başını eğdi. George'a hak vermişti. Zaten o hep
haklı çıkardı.
.............................
Markus'a dini öğretmeye başladılar. Bu konuda herkes çok
istekliydi. Ama Markus daha çok Helen ile olmayı tercih ediyordu.
Markus, üzerindeki asker giysisini çıkarıp silahlarını
kaldırdıktan sonra, sade bir köylü giysisi giydi. Helen ona bakarak, "Eski
halinle çok etkileyiciydin, ama şimdi çok şirin oldun." diyordu.
Markus, tanımaya başladıkça bu dinden hoşlanmaya başlamıştı.
Gerçi o bir askerdi, ve bu dinin hoşgörüyü öne çıkaran yaklaşımı ona pek uygun
değildi. Herşeye rağmen bir gerçek vardı ki Helen'in varlığı onu değiştirmişti.
Hayata daha hoşgörüyle bakabiliyordu artık.
Yine de bazen "Herşey senin için Helen." diyordu içinden.
.............................
Sonunda Kapadokya yöresine ulaştılar. Bir tepenin üzerine çıkan
George ileriyi işaret ederek gruptakilere:
"İşte kardeşlerim. Tanrı'nın yardımıyla Kapadokya'ya
ulaştık."
Bütün kafile tepeye çıktı ve George'un yanına geldi. Helen
manzarayı gördüğünde bir hayranlık çığlığı kopardı. Çok yer dolaşmış olan
Markus bile bu manzaraya hayran kalmıştı.
Karşılarında kahverenginin her tonuyla, sarı, kırmızı renklerle
bezeli alışılmadık yumuşak şekillere sahip tepeler vardı. Birbirlerinin üzerine
yığılmışlar gibi bir his veriyorlardı. Yükseklikler hiçbir noktada aşırı
değildi, hafif girintilere sahip bir ovayı andırıyordu. Sanki gerçeküstü bir
yerdeydiler.
Daha fazla beklemeden neşeyle o tepelerle aralarındaki vadiye
indiler. Etraflarında güvercinler uçuşuyordu. "İşte barış içinde bir
yer..." diye düşündü George. "İnsanların kötülükleri henüz buralara
gelmemiş. Umarım asla da gelmez."
Gördükleri tepelere ulaştıklarında şaşkınlaıkları bir kat
daha arttı. Uzaktan kadife görüntüsü veren bu tepeler aslında tamamen kayaydı. Daha
önce görmedikleri türde pürüzsüz, kolayca ufalanan kayalar.
Tepelere tırmanıp yollarına devam ettiler. Etraflarındaki manzara
pek değişmiyordu. Bir şey Markus'un dikkatini çekti. "Ne kadar da az ağaç var.
Hatta otlar bile tek tük." dedi kendi kendine. Bunu gruptaki çiftçilerin
yorumlaması ise oldukça farklı ve endişeliydi:
"Eğer her yer böyleyse nerelere ekim yapacağız?
Hayvanlarımızı nerelerde otlatacağız? Etrafta bir damla su bile yok." şeklinde
fısıldaşmalar oluyordu.
Böylece ilerlediler. Gruptaki hava gitgide karamsarlaşıyordu. İlk
baştaki coşkularından pek eser kalmamıştı. Bir tepeyi daha aştıklarında bir
başka ilginç yerle karşılaştılar.
Buradaki kayalar yine yapı olarak diğer yerlerdekilere benziyordu,
ama çok daha sarp ve diktiler. Bir asker alışkanlığıyla Markus: "Burası doğal
bir kale yapısına sahip." diye düşündü. Gerçekten de etraftan görülmesi zor
bir meydan ve onu çevreleyen kayalar vardı.
Orada mola verdiler. Güneşin önü bulutlanmıştı. Şimdi etrafa
kasvetli bir hava hakimdi. Gruptaki karamsar fısıldaşmalar artmaya başlamıştı.
George ise genel memnuniyetsizliğin farkında değilmiş gibi hayran bakışlarla
etrafını seyrediyordu.
Sonunda George ayağa kalktı ve gruba dönerek coşkuyla:
"İşte arkadaşlar yeni evimize geldik. Burası Tanrı izin
verirse bizlerin ve bizden sonraki kuşakların evi olacak."
Cesaretini toplayan biri ayağa kalkarak:
"Burası evimiz olacak demek. Peki ne yiyeceğiz? Etrafta hiç
ekilmeye uygun toprak var mı? Hayvanlarımızı otlatabileceğimiz otlak gördün
mü?" dedi. Bir başkası da ayağa kalktı: "Etrafta hiç ağaç yok.
Evlerimizi nasıl yapacağız?" diye sordu. Başka biri: "Ya içecek? Etrafta
dere bile yok! Nasıl su bulacağız?". Gruptan konuşanları onaylayan bir uğultu
yükseldi.
George inanamıyormuş gibi onlara baktı. Nasıl böyle kör
olabilirlerdi ki? Bir kayanın üzerine sıçradı. Şimdi hepsine tepeden bakıyordu.
Kararlı bir sesle:
"Neden bu cenneti görmemekte bu kadar ısrarlısınız? Burada
ekilmeye uygun toprak yok diyorsunuz.". Yerden eğilip bir taş parçası aldı ve
avucunda ufaladı. "İşte size toprak!" Cebinden bir topak çıkardı.
"Bunu geçtiğimiz vadiden aldım. Bu güvercin gübresidir. Bunun en kötü
toprağı bile ne kadar verimli kıldığını bilirsiniz.". Gruptan onu onaylayan
sesler duyuldu. "Ev yapacak malzeme yok diyorsunuz.". Eliyle etrafını
gösterdi. "Bu kayalar bizim evlerimiz olacak. Ne kadar yumuşak olduklarını siz de
farkettiniz. Bu kayaları oyarak içlerine evlerimizi yapacağız. Su yok diyorsunuz. Bu
tepeleri, kayaları ne şekillendirdi sizce? Buralara hiç yağmur yağmaz mı
sanıyorsunuz? Gerekirse derin kuylar açar, yeraltındaki sulara erişiriz. Olmadı
yağmur suyunu depolarız. Eğer gerçekten istersek bizi hiçbirşey engelleyemez!"
George'un coşkusu şimdi gruptakilere de geçmişti. Az önce
kaybolmaya yüz tutmuş o ruh tekrar canlanıyordu. "O halde ne duruyoruz?" dedi
biri, "Hadi çalışmaya başlayalım."
Markus çok etkilenmişti. İçinden, "Roma böyle bir lidere
sahip olsaydı, şu anda tüm dünyaya hükmediyor olurdu." dedi. Yanındaki Helen'e
sarıldı. Yürekten bir sesle "Başaracağız sevgilim" dedi.
Bulutlar dağılıyordu. Güneş yeniden etrafı ışığa boğmaya
başladı.
.............................
Büyük bir gayretle çalışmaya başladılar. Herkes yeteneğine
uygun bir işi üzerine almıştı. Erkekler kayaları oymaya çalışıyor, kuyular
kazıyor, ağır yükleri taşıyordu. Kadınlar çıkan tozlaşmış kayaları güvercin
gübresiyle karıştırarak toprak elde ediyor, etraftaki düzlük alanlarda tarlalar
oluşturuyorlardı. Çocuklar bile ellerinden geleni yapıyorlardı.
Markus çok yoruluyordu, ama akşam dinlenmeye çekildiklerinde Helen
ile başbaşa geçirdiği saatler ona yorgunluğunu unutturuyordu. Bazen Helen, o güzel
sesiyle ona şarkılar söylüyor, Markus da hayranlık içerisinde onu dinliyordu. Bazen
bir sohbete dalıyorlardı. Böyle zamanlarda birbirlerini daha iyi tanıyorlardı. Helen
Markus'un yaşadığı hayatı öğrendikçe, böyle bir hayatı seçmekle onun ne büyük
bir fedakarlık yaptığını anlıyordu. Yine de bazı zamanlar, özellikle Markus
yaşadıklarını anlatırken gözleri uzaklara dalıyor, o günlerin özlemini çekiyor
gibi gözüküyordu.
.............................
Artık iyice yerleşmişlerdi. Hepsine yetecek kadar yer kayalar
içerisinde oyulmuş, tarlalar düzenlenip ekilmişti. Bu durumda artık daha fazla boş
zamanları oluyordu. Markus ve Helen yine zamanlarının çoğunu beraber
geçiriyorlardı. Artık diğerleri de onların bu durumunu doğal karşılıyorlardı.
Markus eski yaşamını tamamen unutmuş gibiydi. Diğerleriyle iyice
kaynaşmış onlardan biri olmuştu. Çalışkanlığı ile diğerlerinden saygı
görüyordu.
Sonunda beklenen şey gerçekleşti. Markus ve Helen sade bir törenle
evlendiler. O gün herkes doyasıya eğlendi. Onlar için kötü günler geride kalmışa
benziyordu.
.............................
Yoğun bir sıcak altında tarlada çalışıyorlardı. Markus
kafasını kaldırarak gökyüzüne baktı. "Artık iyiden iyiye bir çiftçi
oldum." diye söylendi kendi kendine. Aklına Likinyus geldi. Onu bu halde görse
herhalde şaşkınlıktan küçük dilini yutardı.
Birden tepenin üzerinde bir atlı belirdi. Kuzey yönünü bekleyen
gözcüydü bu. "Çabuk!" diye bağırdı. "George'a haber verin! Bir saat
kadar uzakta bir Roma lejyonu buraya doğru geliyor."
Bir an herkes donup kaldı. Kendilerini güvenliğe o kadar
alıştırmışlardı ki buna inanamıyorlardı. Sonra durumun farkına vardılar. Birisi
koşarak George'a haber vermeye gitti. Kalanlar da diğerlerine haber vermek için
dağıldılar.
Yalnızca Markus kımıldamamıştı. Soğukkanlılığını koruyordu.
Mantıklı düşünmeye çalıştı. Civarda arada sırada onlara uğrayan köylülerden
biri Romalılara haber vermiş olmalıydı. O halde tam yerlerini, silahsız olduklarını
biliyor olmalıydılar. İçinden bir küfür savurdu.
Bu gibi bir durumun olacağını tahmin ederek gizlenme yerleri
hazırlamışlardı. Ama düşmanların farkedildiklerinde bu kadar yakında olacakları
hesaba katılmamıştı. Markus gözcüyü düşündü. Uyuklamıştı herhalde. Eğer
kendi birliğinden bir asker olsaydı ona yapacağını bilirdi.
Şu bir gerçekti ki Romalılar gelmeden gizlenme yerine ulaşarak
saklanmaları olanaksızdı. Markus bakışlarını gökyüzüne doğru kaldırdı.
Yapılacak şeyi biliyordu. "Elveda Helen" dedi. Bakışlarını tekrar yere
indirdiğinde yüzündeki ifade değişmiş, sertleşmişti.
Mars'ın oğlu geri dönmüştü.
.............................
George etrafındakileri sakinleştirmeye çalışıyordu. Sakin ama
hızlı bir şekilde çalışmalıydılar. Fazla zamanları yoktu.
Yarım saat içerisinde hazır duruma geldiler. Tam yola
çıkacaklardı ki Romalı miğferlerinin parıltısını gören tepedeki gözcü
bağırdı. "Romalılar gözüktü!".
Bir anda George'un üstüne bir umutsuzluk çöktü. Çok geçti
artık. Bir mucize olmazsa kurtulamayacaklardı. Birden arkalarında sert bir ses
gürledi: "Ne duruyorsunuz? Hemen yola çıkın!"
Arkalarına döndüklerinde irkildiler. Bir Romalı subay onlara
bakıyordu. Helen "Markus!" diye bağırdı. Diğerleri ise onu ancak o zaman
tanıyabildiler.
"Ben onları oyalayacağım. Siz çabuk gidin." dedi Markus.
"Tek başına onları nasıl durduracaksın? Bu intihar
olur." dedi George.
"Eskiden bana Mars'ın oğlu derlerdi." dedi kararlı bir
sesle Markus. "Eskiden adımı duyan düşmanlar titrerdi. Girdiğim hiçbir
savaşta, düelloda yenilmedim ben. Şimdi de bir zafer daha kazanacağım."
Fazla seçenekleri yoktu. George minnettarlıkla ona baktı. "Yine
de şunu hatırla Markus. Onlar düşmanımız da olsa onlara zarar verme." Daha
fazla zaman kaybedemezlerdi. George grubun önüne geçti ve yola koyuldular.
Helen Markus'un yanına geldi. "Ben de kalıyorum, Markus."
dedi. Markus hiçbirşey söylemeden onu dudaklarından öptü. Otoriter bir sesle:
"Sen de gidiyorsun, Helen." dedi. "Ben daha sonra arkanızdan gelirim. Söz
veriyorum." Helen itiraz edecekti ki Lidya gelip koluna yapıştı: "Hadi Helen,
gitmeliyiz.". Onu neredeyse sürükleyerek grubun yanına götürdü.
Helen arkasına dönüp son bir defa Markus'a baktı. Gözlerinde
yaşlar parlıyordu.
.............................
Markus Helen'le beraber yaşadıkları mağaraya çıktı. Bu yeri
zaten özel olarak seçmişti. Oradaki en yüksek mağaraydı. Etrafındaki ufak pencere
aralıklarıyla her yana hakim bir konumdaydı. Markus içeride ateş yakacak ocak
hazırladı ve su dolu bir kazanı üzerine koydu. Oraya tırmanmaya çalışacakları
kötü bir sürpriz bekliyordu.
Oklarını rahatça erişebileceği yerlere dağıttı. İçinden
küçükken kendisine ok atmayı öğretmiş olan yaşlı Trakyalı kölesine teşekkür
etti. Romalıları ancak bu şekilde durdurabilirdi.
Yaptığı hazırlıklara son bir defa daha göz gezdirdikten sonra
oturup beklemeye başladı. Hala Helen'in kokusunun hissedildiği havayı içine çekerek:
"Ah, Helen... Seni yalnız bırakacağım için beni affet." dedi.
.............................
Likinyus askerlere daha hızlı olmalarını emretti. Saldırının bir
baskın şeklinde olmasını planlamıştı. Bu Hıristiyanların kafalarını geri
götürdüğü zaman rütbe atlayacağını hesaplıyordu. Zaten kolay iş olacaktı.
Hıristiyanların hiçbir yerde direniş göstermediklerini çok iyi biliyordu.
Köylünün gösterdiği yere ulaştıklarında Likinyus bir küfür
savurdu. Gitmişlerdi. "Herhalde bir gözcüleri vardı." dedi. Yine de fazla
uzağa gitmiş olamazlardı; kampta orada burada dumanı hala tüten ocaklar göze
çarpıyordu.
"Çabuk!" dedi arkasındakilere. Sıkı bir yürüyüşle
onlara yetişebilirlerdi.
Birden bir ok ıslık çalarak yanındaki askerin bacağına saplandı.
Daha ne olduğunu anlamadan bir ikincisi başının üzerinden geçti ve arkasından bir
haykırış duyuldu. "Herkes saklansın!" diye bağırdı Likinyus. kendisi de
bir kayanın arkasına atladı. Okların nereden geldiğini anlamaya çalışırken başka
bir ok gelerek iyi gizlenememiş bir askerin omuzuna saplandı.
Yalnızca üç atış ve üç adamı yaralanmıştı. "Kim
bunlar?" diye düşündü Likinyus; bu kadar iyi nişancılarla daha önce
karşılaşmamıştı.
Adamlarına dağılarak değişik yönlerden saldırmalarını işaret
etti. Eğer kalabalık değillerse buna karşı koyamazlardı.
.............................
Helen yolda hızla giderlerken Markus'u düşünüyordu. Ne demişti
ayrılırlarken? "Bana Mars'ın oğlu derlerdi." demişti. Daha önce ona bundan
söz etmemişti. Yine de bunu bir yerde duyduğunu hatırlıyordu. Ama nerede? Nerede?
Birden herşeyi hatırladı. Markus'u ilk defa gördüğü şehirdeki
yaşlı çingene kadını, onun kehanetini. Evet, şimdi o kehaneti anlayabiliyordu.
Çingene kendisinin Hıristiyan olduğunu bilmişti. İçi oyuk kayalar
gördüğünü söylemişti. Kapadokya'yı kastediyor olmalıydı. Bir aşk, büyük bir
mutluluk gördüğünü söylemişti. Markus'la yaşadıklarını düşününce bu da
anlaşılırdı. Bir Romalı asker, Mars'ın oğlu demişti. Tabii ki bu da Markus'du. Ve
ölüm demişti.
Birden kafasını kaldırdı. Markus ölecekti. "Hayır, bu
olamaz!" dedi içinden. Markus arkalarından geleceğine söz vermişti.
Anlattığına göre bundan daha zor durumlardan bile kurtulmuştu. Ayrılırken Markus'un
gözlerini hatırladı. Orada hüzün gördüğünü şimdi anlıyordu. Evet, biliyordu.
Markus öleceğini biliyordu. İçinde bir çığlık koptu. Helen'in kalbi deli gibi
çarpmaya başladı.
Hafızasını zorladı. Çingene kadın daha neler demişti... Evet,
kendisi için uzun, huzurlu ama hüzünlü bir hayat olacak demişti. Dediği herşey
çıkıyordu. Helen umutsuzluğa kapıldı.
Aklına George'un yaptığı konuşmalar geldi. Neler söylemişti
George? Geleceği yalnız Tanrı bilebilir demişti. Helen sormuştu; eğer gelecek
bilinebilirse, yani belliyse yaşamın ne anlamı vardı? George gülümsemiş, geleceğin
yalnız bir tane olduğunu nereden çıkardığını sormuştu. Her insan kendi verdiği
kararlarla geleceğini değiştirebilirdi. İşte bu yüzden yaşamın anlamı vardı.
İnsan kendi geleceğini seçmekte özgürdü, şartlar onu başka bir geleceğe zorlasa
bile.
Kafasında bir şimşek çaktı. Şimdi George'un ne demek istediğini
anlıyordu. Çingeneyi de anlıyordu. İçinde bir isyan belirdi: "Hayır çingene,
sen yanıldın!". Rahatladı. Ne yapacağını artık biliyordu. Farkettirmeden
yavaş yavaş grubun gerisinde kalmaya başladı.
.............................
Markus gülümsüyordu. Planı işe yaramıştı. Askerleri orada
durdurmayı başarmıştı. Üstelik George'un dediklerini de uyguluyordu. Onları vuruyor
ama öldürmüyordu. Eee, Mars'ın oğlunun gösterebileceği hoşgörü de bu kadardı
işte.
Etrafını sarmışlar, ama saldırıya kalktıklarında Markus
aralarından birkaçını daha vurunca bundan vazgeçmişlerdi. Markus ne yapacaklarını
biliyordu. Karanlığı bekleyecekler, sonra oraya gelip işini bitireceklerdi.
Gelsinlerdi bakalım. Sonuna kadar dayanacaktı. Zaten şimdi bile George ve grubuna
gerekli zamanı kazandırmıştı.
Karanlık bastırınca ocaktaki ateşi yakarak suyu ısıtmaya
başladı. Askerler oraya tırmanmaya başladıklarında buna ihtiyacı olacaktı.
Birden güney yönünden bir tıkırtı duydu. "Bu ne acele."
dedi kendi kendine. Yavaşça kafasını dışarı uzattı. Evet, aşağıdan biri
geliyordu. "Yalnızca bir kişi ha. Cesur adammış!" diye düşündü alayla.
Onun kapıya kadar gelmesini bekleyecek, sonra vuracaktı.
Tam okunu doğrultmuştu ki şaşkınlıktan donakaldı. Helen
karşısında duruyordu.
.............................
Helen Markus'un yanına geldi. Markus tam ağzını açıp birşeyler
söyleyecekti ki Helen parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı. Sonra
onu dudaklarından sevgiyle öptü.
Markus artık itiraz etmenin yararı olmadığını biliyordu. Aslında
Helen'in yanında olmasından memnundu. Mantığı buna isyan ediyordu, ama duyguları
onun burada olmasını istiyordu. Mars'ın oğlu yine yokolmuştu. Markus kalkıp ateşi
söndürdü. Daha fazla savaşmak istemiyordu. Zaten artık anlamı da kalmamıştı.
Karanlıkta Helen'le birbirlerine yaslanarak konuşmadan duruyorlardı.
Helen'in onlara farkettirmeden aralarından geçip Markus'un yanına
ulaşması bir mucizeydi. Herhalde onu gözüpek bir asker sanmış olacaklardı. Aynı
şeyi çıkış için de yapabilirler miydi acaba? Hayır, bu imkansızdı. Kesinlikle
yakalanırlardı. Helen'i onlara bırakamazdı, Romalı askerlerin bazen ne kadar barbar
olduklarını biliyordu. O halde geriye tek bir yol kalıyordu.
Cebinden gereken bir durumda kullanmak için sakladığı zehirli
tabletleri çıkardı. Bunları ona Suriyeli bir tüccar vermişti. Demek bunları
kullanmak bugüne kısmetti ha! Yaşam bazen çok garip olabiliyordu.
Bir tanesini Helen'e verdi. Helen anlamıştı. Tableti ağzına atarak
Markus'un göğsüne yaslandı. Markus da kendi tabletini yuttu. İntihar etmek dinlerinde
yasaklanmıştı, ama ikisi de emindiler: Tanrı onları anlayacaktı.
Bu durumda ölümü beklemeye başladılar. İkisi de yavaş yavaş
karanlığa doğru yuvarlanırlarken biliyorlardı; burada yaşayamadıkları mutluluğu
öbür dünyada yaşayacaklardı.
Helen ölmeden önce düşündü: "Sana çok şey borçluyum
çingene."
.............................
Onları birbirlerine sarılmış bir halde ölmüş buldular.
Yüzlerinde büyük bir huzur okunuyordu. Adamın üzerinde
Romalı subay üniformasını görünce Likinyus'u çağırdılar.
Likinyus uzun zamandır haber alamadığı arkadaşı Markus'u orada
görünce çok şaşırdı. Herhalde yanındaki de Helen olmalıydı. Kızı
görünce dudak büktü. Demek bu kız için herşeyini terketmişti Markus... Ondan çok
daha güzelleri Roma'da onu bekliyordu.
Yanındakilere dışarı çıkmalarını söyledi. Sonra Markus'un
yanına gelip diz çöktü: "Neden Mars'ın oğlu, neden?" dedi. Eliyle onun ve
Helen'in açık kalmış gözlerini kapadı. Sonra o tabloyu bozmadan oradan ayrıldı.
Arkadaşına karşı son görevini yapacaktı.
"Toplanın!" dedi askerlerine, "Dönüyoruz.".
Hıristiyanların peşine düşmekten vazgeçmişti. Alacağı rütbe de umurunda
değildi. Ayrılırken düşünüyordu: "İnsanları asla anlayamayacağım..."
.............................
Kapadokya'ya giderseniz bir gün oradaki kiliselerdeki fresklerin
birinde başında ermişlik rütbesini gösteren bir hale bulunan bir Romalı asker,
arkasında ise yine başında bir hale bulunan bir genç kız görürsünüz. Rehberiniz
"Şu başında hale bulunan Romalı asker de kim?" sorusuna, "Adını
bilmiyoruz. Sanırım inancı yüzünden imparatorun öldürdüğü bir askerdir."
diyecektir.
Kimbilir belki de bu fresktekiler Markus ve Helen'dir.