Türkiye Dünyanın Merkezi mi ?

Kürşat Başar, Dünyanin merkezi, Yeni Yüzyıl, 23 Aralık 97

Kendini önemseme, tüm dünyanın merkezi sanma hastalığı zaman zaman hepimizde başgösteriyor. O zaman söylediklerimizin kesin doğruluğuna emin oluyoıuz. Başkalarını önemsememeye başlıyoruz.

En kötüsü, kendini dünyanın merkezi sanan insanların biraraya gelip birbirlerini buna inandırmaları... O zaman artık başkalarına, farklı bakış açılarına kendimizi iyice kapatıp kendimize olmadık değerler atfediyoruz.

Bu tip insan yetiştirmekte doğrusu üstümüze yok. Politikacılarımızdan tutun da emniyet müdürlerimize, belediye başkanlarından tutun da şarkıcılarımıza kadar her alanda kendisini merkez sanan, söylediklerinin doğruluğundan bir an bile kuşku duymayan insanlar her gün evlerimize kadar girip televizyon ekranlarından bize sesleniyorlar

Ama özellikle entellektüeller, düşünen ve bilgi sahibi olan, sonra da bilgi üreten insanlar kuşku duymadan yaşayamaz. "Kuşku", bilginin, düşüncenin gelişmesi, yenilenmesi, geçmiş birikimin üzerine yeni taşlar konulabilmesi için önkoşul sayılır.

Kendi söylediklerinden kuşku duymayan, düşüncelerinin kesin doğrular olduğuna inanan, Kendini fazlasıyla ciddiye alıp önemseyen birine entellektüel demek bence mümkün değil.

Gerçi bizde her şey olmak nasıl kolaysa entellektüel olmak da kolay. Avrupa kültürü, kendi Alanında uzmanlaşmamış, özel bir eğitim görmemiş, alaninda kitaplar yazmamış insanlara entellektüel kimliği yakıştirmazken bizde entellektüel biraz da aşağılanarak iki kitap okuyanlara verilen bir isim haline bile gelmiş.

Tıpkı politikacılar gibi entellektüeller de bir şeyler üretmek, çözüm aramak, öneriler sunmak yerine olanı eleştirmek, hiçbir şeyi beğenmemek, kendisi dışında herkesi hiçe saymak, sahip olduğu bilgıleri sürekli sıralayıp durarak iktidarını korumak dışında pek bir şey yapmıyorlar.

Bilgi edinmek, bilgi sahibi olmak, okumak, bizde sanki çok özel, çok farklı yetenekler gerektiren bir şey gibi sunuluyor. Oysa herhangi bir bilgiye sahip olmanın artık iyice basite indirgendiği günümüzde böyle bir şey sözkonusu bile değil. Her kes bilgi sahibi olabilir, ama hayata geçmeyen, başka bir şeye dönüşmeyen, birilerine aktarılmak dışında işe yaramayan bilginin ne anlamı olabilir ki? Hele artık bilgileri hiçbir insanın başaramayacağı oranda depolayabilen, teknolojiler gelişmişken...

Tabii, gerçekten kendi alanında özel çalışmalar yapan, bilgiyi başkalarına aktararak Dönüştürmeyi başaran gerçek az sayıdaki entellektü elden söz etmiyorum. Onları zaten pek tanıyan yok. Benim sözettiklerim sürekli olarak televizyonlarda gazetelerde, dergilerde görüş bildirenler.

Artık bu eskimiş entellektüel gelenekten sıkılmadınız mı?

Kendine kesin çerçeveler belirleyipleyip onun dışındaki her şeyi reddeden, hayatın büyük bölümünü neredeyse yok sayan, inansa da inanmasa da belli "karşı olma durumlarını sürekli koruyan, haklı ya da haksız hep birılerinin yanında olma zorunluluğu hisseden ve çoğu kez kendi düşüncesi diye çoktan söylenmiş sözleri tekrarlayan, her şeyden sürekli şikayetçi olup yıllardır sürüp giden bozukluklardan kendisine bir nebze olsun pay biçmeyen, kendisini her şeyin dışında sayan bir gelenek bu.

Doğrusu ben, hala, Avrupa Topluluğu'na girip giremeyeceğimizi kendisinin belirlediğine inanacak kadar şaşkın entellektüellerimizin durumuna üzülüyorum. Onların da yaşları ne olursa olsun hala o köhnemiş politikaları sürdüren siyasilerımizden fazla farklı olmadığını düşünüyorum.


"Özel Tim" Neden Özel ?

Ahmet İnsel, Bir yanılsamanın düşündürdükleri, Yeni Yüzyıl, 18 Ocak 1998 Pazar

Sabah, alacakaranlıkta taksiyle Yeşilköy'e gidiyordum. Bir kırmızı ışıkta, zırhlı cip gibi bir vasıta gördüm. Açık arka kapısından, sarkık, bıyıklı, kamuflaj giysili, serdengeçti havalı iki kişi, dışarı sarkmış; saldırgan ve küstah bakışlarla gelen geçeni süzüyorlardı. Uyku sersemliğiyle, "Muhaberat askerlerinin burada ne işi var, Suriye'den önemli birisi mi gelecek?" diye soruverdim. Şoför, "beyim, onlar Özel Tim" dedi... Gözümde Hafız Esat'ın gizli polis, istihbarat ve her türlü özel işini gören Muhaberat teşkilatının yarı asker yarı polis elemanlarının Şam sokaklanndaki manzarası canlanmıştı. Aynı saldırgan bakış, aynı kıyafetler, ifadesi ve çalım…

Türkiye'de Özel Tim'in, birçok açıdan benzer bir konumun silahlı gücü olabilecek şekilde biçimlendirildiğini biliyoruz. Bunun mimarları içinde en önemli isim Mehmet Ağar'dı. Kutsal devletin bekçilerinin "yürü aslanım" diye sırtını sıvazlamasından güç alan Ağar ve diğerleri, Çiller ve çevresinin zaaf ve tutkularını da ustaca kullanarak, kendilerine dokunulmaz bir konum yaratıp hem siyasal güç hem de maddi menfaat elde ettiler. Devletin neo-feodal biçimde birçok güç odağı arasinda paylasilması operasyonunun en aktif aktörü, bu şebeke oldu. Ülkü Ocağı kökenlileri devşirerek, benzer kökenli mafyayla organik ilişkiler kurarak, buna ordunun içinde suç ortakları bularak, bu yarı resmi şebekeyi geliştirip, güçlendirdiler. Bunlardan 1990 başlarından beri, cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, içişleri bakanlığı koltuklarını işgal eden tüm kişilerin tam veya kısmi bilgisi oldu. Ama terörle mücadelede, aynlıkçı güçlerle savaş gibi nedenlerin arkasına saklanan bu güç ve menfaat şebekesinin icraatlarının kendileri için yüksek bir siyasal getirisi olduğunu düşünerek, herkes en azından gözünü yumdu. Tansu Çiller'e bu "tosuncuklar"ın (Ağar'ın tabiridir) kendisine özel milis hizmeti vereceği fikri satıldı. Nitekim, arsa işlerinde, tahsilatta olduğu gibi, rant paylaşımında ve siyasal baskı aracı olarak da tosuncuklar kullanıldı.

Bu güç ve menfaat şebekesinin varlığını meşrulaştırması ve dokunulmazlığını koruması için sürekli olağanüstü durumlar yaşanması, olaylar çıkması gerekiyordu. Tunceli'de devletin temsilcilerine kazan kaldıran kimi Özel Timcilerin Batı'ya kaydınlmasından sonra, örneğin Manisa'da, bunlar liseli çocuklara işkence yaptılar. Sürüncemede kalan dava sürerken, zanlı polislerden birkaçının bölgede gene işkence yaptıkları ve bu kez az miktarda cezalandırıldıklarını öğrendik.

Celal Başlangıç'ın Radikal'deki son derece önemli Karadeniz röportajını okuyunca, Öze1 Tim şebekesinin ve bunlan yönlendiren neo-feodal güçlerin, olağan inzibat vakalarını nasıl olağanüstü terör vakasına dönüştürdükleri somut olarak görülüyor. …

Özel Tim'in bir cephesiyle işgal gücü hissiyat ve davranışı içinde olduğunu da sezebiliyoruz. … Kendini devletin içinde devlet olarak gören, devletin varoluş sorumluluğunun sadece kendi sırtında olduğu fikriyle şartlandırılmış, ateş hattında yaşadığı için kendisine ayrıcalıklar tanınmış ama bunlar yetersiz kaldığı için, resmi silahını kullanarak ayni ve nakti gelir kaynakları yaratmasına göz yumulmuş bu güruh, toplumun büyük çoğunluğunu kendisine karşı fiilen veya bilkuvve düşman görüyor. Buna, ayrıcalıklı konumunu saklayabilmesi için mutlak ihtiyacı var.

Özel Tim, bize içinde boğuldumuz sorunların anlamlı bir sentezini sunuyor. Bu sorunun üstesinden gelebilecek önlemlerin boyutu ve yaratılan havuz sayesinde, bu işe bulaşmış olanların mevkileri dikkate alınınca, son derece radikal bir harekat gerektiği ortaya çıkıyor. devlet içinde çeteleşerek güç odağı olanların asıl güvendikleri nokta, böyle radikal bir temizlik harekatının yaratacağı depremin boyutlarıdır. Devletin dokunulmazlığı fikrini alaşağı etmeden çetelere dokunmanın mümkün olmadığını her geçen gün daha açık olarak görüyoruz.

.......


Geçmişe Saplanmak mı, Ortak Bir Gelecek mi?

Etyen Mahçupyan, Aydınlar ve Siyasi Ahlak, Radikal, 1-1-98

Osmanlı düzeni cemaatleri[n] anlamlı toplumsal birimler olarak … devlet tarafından muhatap alınmalarını vazgeçilmez bir yönetim aracı haline getirmişti.

Modernleşme devletle cemaatker arasındaki bu iletişim kanalını koparırken, toplumun bir bireyler bütünü olarak muhatap alınma fırsatı yakalandı; ancak ne yazık ki rakipsiz kalan otoriter zihniyetin hükmü altında toplum devlete tabi bir alt kategoriye indirgendi. Bu anlayış halen en etkili ideolojik tavır olarak içimize sinmiş durumda.

Bu nedenle Türkiye'nin aydınları toplumu referans almayı, siyasi taleplerini toplumsal tercihlerin üzerine oturtmayı hiçbir zaman beceremediler. Devlet mantığını takip ederek, toplumu değil diğer devletleri muhatap alan bir algılama çerçevesi ürettileır Bu anlayış içinde 'devlet çıkarları' daima toplumsal ihtiyaçları ve gerçekleri gölgeledi. Kendine yönelik eleştirel bakışın yerini başkalarına had bildirme arzusu aldı. 'Bizim da aksak yönlerimiz var, ama önce onlar kendilerine baksınlar' kolaycılığı 'nesnellik' olarak tanımlandı. Pozitivizmin çocuğu olan 'aydın' tiplemesi, kendi devleti dışında bir referans tehdidiyle karşılaştığı her durumda içgüdüsel bir biçimde devletin yanında yer aldı.

Bugünlerde AB'nin kararı gündeme geldiğinde de Türkiye'nin 'aydınları' geleceğe ilişkin bu projenin ima ettiği uygarlık ölçütlerini gözardı ederek diğer devletlerin kimliksel özelliklerine takılıp kaldılar. Türkiye toplumunun nasıl yaşamakta olduğu ve nasıl yaşaması gerektiği bir anda arkaplanda kaldı ve iş dönüp dolaşıp Avrupalıların ne 'mal' olduğuna geldi. Diğer bir deyişle, başkalarının olumsuz niteliklerinin sergilenmesinin yarattığı gizli milliyetçi tatminin rahatlatıcı kollarına sığınıldı.

Avrupalıların sayılan özelliklerinde gerçek payı çok olsa da, bunların kullanılma biçiminde ahlaki bir tavır sergilenmedi ve bu yaklaşım siyasi yetkililerce de paylaşıldı. Örneğin Dışişleri Bakanı İsmail Cem, bu ayın ilk günlerinde Le Monde'da yayımlanan makalesinde, Türkiye'nin coğrafi ve tarihsel geçmişiyle AB'nin geleceğine ilişkin kriterleri aynı kaba koymaktan çekinmedi. Buna göre, Osmanlı'nın yıllarca Avrupa topraklarında yerleşik olması bugün Türkiye'nin AB'ye girmesi için yeterliydi ve Türkiye'nin dışarda bırakılması sadece 'ırk ve din' mülahazaları ile açıklanabilirdi.

Oysa AB geçmişe değil, geleceğe dayanan bir birlik. Ülkelerin kendi toplumlarının önünü açma ve kendilerini uluslarüstü normlara teslim etme iradeleriyle ilgili bir çaba. Geçenlerde İspanya'da da terörle ilişkili bulunan bir partinin üyelerinin hapsedildiğine ve AB'nin ses çıkarmadığına değinen Cem, söz konusu yazısında da, "Gerçek problem nerede?" diye soruyordu. 'Gerçek problem' Türkiye ile İspanya arasında derin bir anlayış farklılığının yatmakta olması ve Dışişleri Bakanı dahil tüm devlet erkanı ve destekleyici 'aydın' kadronun bunu kasten es geçmesidir.

İspanyol Yüksek Mahkemesi'nin konuyla ilgili kararının özeti önce Nilgün Cerrahoğlu, ardından Radikal'de Mehmet Yılmaz tarafından konu edilmişti: "Mesele söz özgürlüğü değil, toplum üzerinde terör yoluyla hakimiyet kurmaya çalışan ve şartlarını da şiddet yoluyla dayatan bir suç örgütüne kayıtsız şartsız destektir. HB yöneticilerinin savunduğu demokratik alternatifin siyasi içeriği yasalarımıza göre suç değildir. Suç, törer örgütünün devreye sokulmasıdır... Karar ne parti olarak HB'yi mahkum etmiştir, ne de kendi kaderini tayin hakkı üzerinde siyasi bir mahkumiyet ifadesidir. …"

Bu metnin kritik noktası kararın yasalara uygunluğu değil, yasaların evrensel hukuk ilkelerine uygun olmasıdır. İspanya ile aramızdaki fark da budur Toplumsal meşruiyeti tüpheli olan yasalara dayanarak kendimizi 'hukuk devleti' ilan etmenin utanç vericiliği …

Siyasi ahlaksızlık sadece mafyada cisimleşen bir olgu değildir. Devletçi zihniyetin girdiği en kılcal damarlar bile bu ahlaktan yoksundur.


Kendine Açık Yüreklilik ile Bakabilmek Gerek

Etyen Mahçupyan, Avrupalılık: Bir Nüans, Radikal, 25 Aralık 97

Avrupa Birliği tarafından 15 AB ülkesinden 16 bin kişi arasında yapılan bir araştırma; deneklerin üçte birinin kendilerini `oldukça irkçı' ya da `çok ırkçı' bulduklarını göstermiş: Diğer bir üçte birlik bölüm ise kendisini "belli ölçüde ırkçı" kategorisine sokmuş: Haberi veren Radikal'in başlığı son derece doğruydu: `Avrupalı kendine `ırkçı' diyor" Çünkü bu araştırma Avrupalıların ırkçı olduklarını değil, kendilerini ırkçı bulduklarını gösteriyor. Yaşanan tarihsel deneyimin de sonucu olarak muhtemelen Avrupalıların irkçılık çıtası bizimkinin epeyce altında bulunuyor ve bu konuda bize nazaran çok daha yoğun bir titizlik gösteriyorlar.

Ancak ne olursa olsun bu araştırma Avrupalılığın da tarihini yapmış oluyor. Çünkü Avrupalılık ne iktisadi refahla ne de toplumdaki önyargıların düzeyiyle ölçülebilir. Bu nedenle bizden iktisaden daha geri olan toplumlar AB açısından temel bir handikapa sahip addedilmezler, iktisadi gerilik sonuçta teknik yardım ve düzenlemelerle çözülebilir bir sorundur, yeter ki ülkenin zihniyeti bu değişimi engelleyeeek özelliklere sahip olmasın. Önyargılar ve çifte standartların varlığı da temel bir engel teşkil etmez: Hemen her toplumda bunlar mevcuttur ve Avrupalıların da etnik ve dinsel temelde psikolojik tıkanıklıklarının bulunduğu açıkça gözlemlenebilir.

Gerçek ayrım noktası iki unsur içerir. Bunlardan biri, sözü edilen araştırmanın da gösterdiği gibi, bir toplumun kendisine açıkyüreklilikle bakabilme hasletidir. İronik olarak kendisini `ırkçı' bulanların artması aslında çıtanın giderek aşağı çekildiğinin, yani ırkçılık konusundaki bilincin ve özeleştirinin arttığının göstergesidir Tarih, gerçek ırkçılığı kendisini çeşitli mülahazalar arkasına gizlemesinin ve yönetimler tarafından rasyonalize edilmesinin örneklerine yeterince sahiptir.

Sadece ırkçılık değil, her alanda özeleştirel ve nesnel bakış, özlemi duyulan Batılılığın belki de en temel dinamosu ve arınma süzgecidir. Bugünlerde çok sözü edilen `muasır medeniyet seviyesi'nin de önkoşulu budur Çünkü kendisini bu süzgeçten geçirmesini bilmeyen, eleştiriye tahammülü olmayan bir ülkenin kendisini yenileme ve birlikteliğini koruyacak bir konsensüsü yeniden üretme şansı kalmaz. Diğer bir deyişle, doğruyu bildiğinden emin olan ve kendi toplumunun talep ve tercihlerini kuşatamayan bir devletin `muasır medeniyete' ulaşması hiçbir zaman mümkün olmaz. Çünkü medeniyet bir maddi birikim düzeyi değil, onu anlamlı kılan bir zihni ortamdır ve eğer Türkiye örneğin insan hakları konusunda bugünkü zihniyetini sürdürecek olursa, milli geliri aniden on misline de çiksa `Avrupalı' olamayacaktır.

Dolayısıyla Türkiye dururken Litvanya ya da Bulgaristan'ın AB'ye alınmak istenmesinin yadirganacak bir tarafı yoktur; çünkü bu ülkeler kendlierini geçmişten devraldıkları psikolojik kalıplara hapsetmektense, toplumlarının özgür iradeleri doğrultusunda yeni bir dünyanın parçası olmaya doğru gitmektedirler. Avrupalılığın ikinci ayrım noktası da budur: Yani niyet ve irade: Bu küçük ülkeler için Batı'nın parçası olmak bir iç siyaset malzemesi değil, gerçek bir arzudur ve Avrupalılık zaten bu ortak arzunun etrafında kurulmakta, anlamını ve gücünü buradan almaktadır.

Türkiye ise ne özeleştiri ve nesnellik, ne de niyet ve irade konusunda kendi ayakbağlarından kurtulabilmiş, kafasını temizleyebilmiş değildir. Bu noktalar birçoğumuza afaki detaylar gibi gelebilir ama zihniyet değişimi Batılılığın önkoşuludur. Batılıların bile yeni bir `Batı' yaratma konusunda kendilerini sorgulamaya açtıkları bir dönemde Türkiye'nin ´Biz önemli ülkeyiz.´, ´zaten Batılıyız´ … türünden içi boş ifadelere son vermesi gerekmektedir. Çünkü bu görüşler bırakın AB'yi etkimeleyi, Türkiye'yi küçük düşürmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Dünyayı anlamayan, kendisini tanımayan, toplumsal çeşitliliği hazmedemeyen, devletle toplumsal kesimler arasında açık ve meşru kanallar açmada zorlanan bir ülke henüz günümüzün `muasır medeniyetinin` eşiğine bile gelmemiş demektir. Medeniyetle aramızda sadece bir nüans var, ama bize uçurumlar kadar büyük geliyor. Bırakalım Batılılığı, Avrupalılığı: Biz gerçekten neyiz, nasıl bir toplumuz ve nasıl yaşamak istiyoruz?


Türkiye'nin Avrupalılığı Özeleştiri Kültüründen geçer !

Avrupalı Olmak

Etyen Mahçupyan, Radikal, 14 Ekim 1997 Salı

Dışişleri Bakanı olduğundan bu yana İsmail Cem'in Avrupa Birliği ve genelde Avrupalılıkla ilgili belirgin bir mesaj vermeye çalıştığı görülüyor. Bu mesajın iki unsuru var. Biri, Türkiye'nin kendi kimliğini koruduğu sürece Avrupa için cazip olacağı; ikincisi ise, Türkiye'nin zaten Avrupalı olduğu. Böylece Cem, kişiliksiz politika ile savunmacı bir gurur arasında gidip gelen Türk dış politikasına eklettik bir "orta yol" önermiş oluyor. "Zaten Avrupalı olunması", Batılılar önündeki gereksiz ezikliğimizi bertaraf ederek ulusal onurumuzu koruyor. Öte yandan bizi biz yapan kimliğimizin yabancılar tarafından da arzu edilir özellikler olması içe kapanmacı milliyetçiliğimizi törpülüyor. Sonuçta Türkiye, Avrupa ile aynı temel değerleri paylaşan, sadece bunların bazılarını biraz daha geliştirmek zorunda olan, üstelik Batı'ya benzemeyen nitelikleri Batı'da da kabul gören "kişilikli" bir ülke olarak sunuluyor.

Cem'in gayreti Türkiye toplumunu psikolojik açıdan eğitmekle sınırlıysa söylenecek pek söz yok. Ancak bu önermelerini ciddi bir pozisyon oluşturmak için yapıyorsa, Türkiye'nin kendisine farklı bir hayal alemi seçtiği bir döneme girdik demektir. Cem'in muhakemesindeki tek doğru nokta Türkiye'nin (tüm diğer toplumlar gibi) kendisine has bir "kişiliği" olduğu. Ne var ki bu "kişiliğin" bir cazibe unsuru olarak sunulmasının hiçbir temeli yok. Türkiye'nin kültürel kimliğinden kaynaklanabilecek tek cazibesi Orta Asya Cumhuriyetleriyle ilişki kurmanın kolaylığı olabilirdi. Ama Avrupa'nın Türkiye'yi bekleyecek hali olmadığı için, önümüzdeki dönemde bu kanallar farklı yönlerden açılarak bu potansiyel avantajımızı da zayıflatacak. Siyasi kültür açısından ise farklı bir "kişilik" Batı için sadece olumsuz anlamlar içeriyor. AB yetkilileri tarafından kapalı toplantılarda daha net bir şekilde ortaya konduğu gibi, AB'nin değerleri ve hedefleri bellidir ve ortaklık anlaşması imzalamak, bu değer ve hedeflerin kabul edildiği anlamına gelir. Gerçekten istenen tek çeşitlilik adetlere, göreneklere sinmiş olan kültürel özelliklerdir ki, bunlar Türkiye'nin AB ile ilişkisinde hiçbir zaman bir handikap teşkil etmediği için konu dışıdır.

Türkiye'nin 'zaten' Avrupalı olduğuna dair ileri sürülenler ise aldatıcı olduğu kadar sakıncalıdır da. Çünkü Türkiye'nin ve geçmişte Osmanlı'nın coğrafi ve tarihsel olarak Avrupa'nın içinde yer alması, bugün AB ile ilişkilerimizde tamamen anlamsız bir konudur. Eğer bu kriterler günümüzdeki Avrupalılığı tanımıyor olsaydı, ABD'nin coğrafi ve tarihsel beraberliklere sahip olduğu ülkelerle otomatik yakınlaşmalar oluşturması yanında, Avrupa dışındaki ülkelerle de ortaklık peşinde olmaması gerekirdi. Türk Dışişleri belki henüz farkında değil ama küreselleşme dönen olgu coğrafi ve tarihsel geçmişin üzerine örtüp yeni bir coğrafya ve tarih yaratmakla meşgul. Ortaya çıkan yeni dünya hiyerarşisinde, belki de şimdiye kadar bağları zayıf kalmış ülkelerin bir araya geldiği yeni alt hiyerarşilere tanık olacağız.

Bu birlikteliklerin ortak paydası ise demokrasi, çoğulculuk, insan hakları gibi 'siyasi kültüre' ait nitelikler olacak. Çünkü şu anda ekonomi ön planda gözükse bile, AB temelde siyasi bir iradenin sonucu ve bu iradenin varlığında ekonomik sorunlar, bir zaman ve teknik meselesi. Bu noktada Cem, Türkiye'nin de 'aynı amaçların sahibi' olduğunu öne sürerek sorundan kaçıyor. Türkiye aynen Cem gibi bu amaçların sahibi olduğuna inandıramıyor. Çünkü söylenen doğru değil ve devlet aktörlerinin kendileri dahil herkes bunu biliyor. Daha vahimi, bugün Türkiye devleti Batı'nın siyasi kültürünü paylaşmadığı gibi, böyle bir niyeti de yok. Devletin tek derdi, toplumu kendi istediği biçimde şekillendirerek, aynı devlet yapısına razı olacağı bir pozisyona mahkum etmek. Bu 'ideal' devlet-toplum ilişkisinin altında da otoriter zihniyet içinde şekillenmiş bir devletçilik, milliyetçilik ve laiklik anlayışı yatıyor.

Bu nedenle Türkiye'nin Avrupalılığı boş sözlerden değil, özeleştiri kültüründen geçiyor. Türkiye'nin tarih bilincinden yoksun olduğu doğru ve bu gerekli bir koşul olarak öne sürülebilir; ancak günümüzün dünyası siyasi bilinçli ve ahlaki cesaretle kuruluyor.