Traianos Pasois, a Macedonian

http://www.amnesty.org.uk/news/press/releases/23_march_1998-0.shtml

18 March 1998

Greece: Traianos Pasois on trial for entering the country with two Macedonian wall calendars

Amnesty International will adopt Traianos Pasois, a member of the ethnic Macedonian minority party "Rainbow", as a prisoner of conscience and will call for his immediate and unconditional release should he be imprisoned after his trial in Florina today, the human rights organisation said in a letter to the Greek Government.

On 17 February 1996 Traianos Pasois crossed the border between Greece and the Former Yugoslav Republic of Macedonia, at the border post of Niki, Florina. According to an indictment later issued against him, he had in his possession "two wall calendars which he intended to circulate" and which "featured photographs of pure Greek towns and areas, under or next to which were captions written in a foreign idiom".

The indictment further states that the captions "praised clearly controversial and provocative actions and decisions by political parties, groups and organisations which took part in the civil war. [These] actions and decisions disputed the Greek character of [the province of] Macedonia, aiming at its dismemberment, secession and annexation by a neighbouring state then enemy of Greece". There is no evidence in the indictment to suggest that the calendars contained language amounting to an incitement to, or advocation of, violence.

Amnesty International believes that the charge brought against Traianos Pasois is motivated by his public support for the recognition of a Macedonian minority in Greece, by his affirmation of membership of such a minority and by his support for the right to use, without restriction, the Macedonian language and disseminate views and opinions relating to the region.

The organisation considers that by bringing Traianos Pasois to trial simply for expressing his opinion, the Greek authorities are acting in violation of Article 19 of the International Covenant on Civil and Political Rights (ICCPR) and Article 10 of the European Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms (ECHR), both of which Greece has ratified and is therefore bound to observe.

Background:

On 14 October 1997 Vasilis Romas, Costas Tasopoulos, Petros Vasiliadis and Pavlos Voskopoulos, four other members of the "Rainbow" Party, stood trial in Florina for "causing and inciting mutual hatred among the citizens" and thus violating Article 192 of the Greek Penal Code by displaying a sign, with the words "Florina Committee" in both Greek and Macedonian, outside the Florina office of the Rainbow Party in September 1995. The indictment against the four men also stated that the use of the Macedonian words "Lerinski Komitet" "provoked and incited discord among the area's citizens [who] justifiably...identify these words with an old terrorist organisation of Slavic-speaking alien nationals which was active in the area". The trial was postponed until September 1998.

Amnesty International believes that the charges brought against Traianos Pasois and the other members of the "Rainbow" Party are motivated by their expression of public support for the recognition of a Macedonian minority in Greece and the affirmation of their membership of such a minority. The organisation therefore considers the four men to be potential prisoners of conscience and will ask for their immediate and unconditional release should they be imprisoned.


Azınlıklar Rehine Olduklarını Anlıyor !

Date: Sun, 7 Dec 1997 21:34:05 +0000

From: "Serdar M. Degirmencioglu"

To: THRACE@vm.ege.edu.tr

Subject: Re: Patrikhane'nin bombalanmasi

Gecen hafta Mehmet Dukkanci ve Orhan Colak bence cok onemli bir jest yaparak, Istanbul'da Patrikhaneye yapilan saldiriyi kinadilar. Onlara katiliyor ve aklibasinda herkesin yapmasi gerektigi gibi ben de bu saldiriyi kiniyorum.

Saldirinin hicbir sekilde kabul edilebilir olmadigi ortada. Ancak Mehmet Dukkanci ve Orhan Colak bence cok onemli bir noktanin farkindalar: Azinligin halinden en iyi yine azinlikta olanlar anlar. Hele bu azinliklar B. Trakya Turkleri ve Turkiye Yunan azinligi ise kaderleri birbirleriyle cok yakindan ilgili.

Mehmet bunu cok iyi gorup yazmis. Demis ki:

"Bu tür pervasizca eylemler, Türkiye toplumunun ayibi oldugunu düsünüyorum. Gecmiste toplum olarak yasadigimiz bir cok deneyim de, Istanbul Rumlarina yapilan her turlu eylemin benzerlerinin devaminda Bati Trakya Türk toplumuna da yapildigini hatirlatmak isterim. "Cuvaldizi kendimize, igneyi komsumuza!"

Orhan da eklemis:

"Mehmet bu olay hakkinda yazdiklarina katiliyorum. Ne diyelim, insallah boyle olaylar, BT'de olmaz. Gercekten dusuncesi bile urkutucu. Umarim iki ulke liderleride bu olaya olgunlukla yaklasir, ve bu cirkin olaydan siyasi kar cikarmiya calismazlar. ... Sonuc olarak boyle olaylarin iki ulke iliskilerinin daha da kotulesmesine izin verilmemeli. Zira seninde vurgulandigin gibi bunun azisini ilk ceken biz, azinliklariz."

Dikkat ederseniz Orhan cogul konusuyor, "biz azinliklar" diyor. Patrikhaneye saldiri sonra B. Trakya azinligi icin tehlike canlari caliyor. B. Trakyada yapilan haksiz bir uygulama, Turkiye'de hic sucu olmayan azinliklarin hakkinin yenmesine yol acabiliyor. Sonucta azinligin hakkini ve iyiligini degil, misilleme yapmayi onemsiyor milliyetci devlet anlayisi. Azinliklar bir rehin yerine konuluyor, kendi ulkelerinde ve kendi vergileriyle destekledikleri devlet eliyle. Kendi ulkesindeki azinligin hakkini gozetmeyen TR veya GR de, diger ulkedeki soydas azinligi korumak icin ortaya ciktiginda cifte standart kullandigi icin kimseyi ikna edemiyor.

Bunun cok yakindaki bir ornegi Turkiye'de basina yansidi. Listeye gondermeden edemiyorum. Ornekler aslinda daha cok. Benzer ornekleri her elimizde gectiginde listeye gonderelim, bunlar mutlaka bilinmeli.

Asagida Istanbul Ermenilerinin gazetelerinden birinden iki alinti. Devlet bakani Metin Gurdere'nin Turkiye'deki azinliklara bakisini ve azinliklari rehine tutma politikasini cok iyi gosteriyor. Margosyan da bunun farkinda. (Margosyan Turkiye'de son iki uc yil icinde cikan iki kitabi ile epey ilgi topladi. Her iki kitap da Diyarbakir ve cevresi Ermenileri hakkinda ve ben cok begendim.)

Eger Bakana yazmak isterseniz adresi;

Devlet Bakani Metin Gurdere - mgurdere@basbakanlik.gov.tr

Serdar M. Degirmencioglu

----------------------------------------------------------------------------------------------------------

AGOS, Haftalik Siyasi Aktuel Gazete, 24 Ekim 1997, Sayi 82

Zurna - Migirdic Margosyan

"Bakan!"

Vakiflardan sorumlu Devlet Bakani sayin Metin Gurdere, sokaktaki herhangi siradan bir vatandasin bile kolay kolay etmeyecegi ve de kendini bilen hicbir "yetkili agiza" yakismayacak kadar egri bugru, yakisiksiz laf ederek hem kendini gulunc bir duruma dusurmus ...

Evet, sayin Metin Gurdere, ozellikle "azinliklari ilgilendiren vakiflar" konusunda gazetelerde yayinlanan sozlerinin ozetinde ne yazik ki; soyle diyebiliyor:

"Yunanistan'da Musluman azinliga ne reva goruluyorsa, ben de buradaki azinliga ayni muameleyi uygularim! Bu azinliklarin Rum ya da Ermeni olmalari ve/veya Musevi olmalari beni hic ilgilendirmez, `kurunun yaninda yas olan da yanar!.."

Eh, soguk muhurlu nufus kagitlarimizi sanki inkar edercesine, kendi "vatandaslarinin" bir bolumun, bir baska ulkedeki bir baska azinliga karsi elinde koz veya rehine gibi gorup, boyle degerlendirerek, onlari elinin altinda karsilikli tokusturulacak " yumurta" gibi algilayarak, gerektiginde "bir yumurta sizden, bir yumurta bizden!" mantigiyla saklamayi, kendine siar edinmis bir dusuncenin kokusmus bir yumurtadan farki olabilir mi?..

Bu tur bagnaz, sig dusunce sahiplerinin ister bu cografyada ve bu ulkede "bakan",ya da bir baska komsu ulkede "basbakan", hatta ve hatta dunyanin neresinde ve hangi ulkesinde olursa olsun hasbelkader "baskan" koltuguna oturmalari, gerek kendi ulkeleri gerekse tum insanlar acisindan gercekten talihsizliktir.

************************************************************

AGOS, Haftalik Siyasi Aktuel Gazete, 31 Ekim 1997, Sayi 83

Okurlardan

Yurdumuzda Rehiniz - Kaspar Ikincidemir, Tarlabasi

Devlet Bakani Metin Gurdere'nin aciklamalari icler acisidir. Gurdere, Aksener ve onun gibi dusunenler. Su bilinmelidir ki, biz Anadoluluyuz. Babamiz da Anadolulu. Bakanin babasi da Anadolulu, ta ki 1600 sene evveline dek. Sizin dusundugunuz gibi ekabiliyetle kullanilacak malzemeler degiliz. "Gumulcine'de yurttaslarimizin basina ne gelirse burada kisasa kisas yapariz" sozlerinin ve dusuncelerinin sahiplerini kiniyoruz. Cunku bu dusunce, ne demokrasiye, ne laik TC'ne, ne de cagdasliga yakismayan barbarca bir dusuncedir. Boyle dusunenler dunyanin neresinde olursa olsun, tarih sayfalarinda kara leke olarak anilacaklardir. Cunku insanlar yaptiklari ile anilirlar.

Turkiye'de ortalama yetmis bin gayrimuslim yasamaktadir. Bu insanlarin da evlatlari Guneydogu'da, vatanin her tarafinda vatani gorevini yaparken sehit dusmektedir. Bu insanlar TC'nde saglik, bilim, sanayi, sanat ve diger dallarda basari icin calisirken ve sehit duserken hicbir zaman sizin dusundugunuz ekabiliyet, rehin, esir, "kurunun yaninda yas da yanar" gibi dusunceleri yoktur. Sadece dogdugu topraklarda asagilanmadan yasamak arzusudur.

***********************************************************

Gurdere hakkinda www'den kisa bilgi:

Devlet bakani: Metin Gurdere

1944'de Tokat'ta dogan Metin Gurdere, İstanbul Üniversitesi insaat muhendisligi fakultesi'nden mezun oldu. Gurdere, bayindirlik mudurlugu'nde gorev aldi. Tokat milletvekilli Metin Gurdere, evli ve uc cocuk babasi.


Azınlıklar Bir Kozdur: Bir Büyükelçinin Ağzından Dinleyelim

Türk - Yunan İlişkilerinin Değerlendirilmesi (1)

Nazmi AKIMAN / Emekli Büyükelçi, Cumhuriyet, 4 Kasım 1997 Salı

Diplomasinin, uluslararası ilişkilerin barışçı yollarla yürütülmesi amacını taşıyan, dış politikanın ayrılmaz bir parçası olarak onu şekillendirilen ve uygulayan bir ikna etme ve uzlaşma sanatı olduğunu farzedersek, bu açıdan Türkiye'nin izlediği politikaları şu şekilde değerlendirebiliriz:

Bu değerlendirmeyi yaparken şu gerçekleri akılda tutmalıyız: Yunan halkı birkaç yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'na tabi olarak yaşamıştır. Daha sonra İmparatorluğun zaafından yararlanarak ona başkaldırmış, istiklalinin elde etmiş fakat buna rağmen bu halkın önemli bir kısmı Osmanlı örf ve adetinin çok büyük ölçüde etkisi altında kalmıştır. Hatta bazı bireyleri Osmanlı idaresi katında mühim mevkiilere getirilmiştir. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren ise bu toplum Osmanlı'dan toprak kapma deneyimlerine girişmiş ve bu sayede topraklarını ve nüfusunu genişletmiştir. Nihayet, istiklalini kazandığı ilk günden itibaren muhayyilesinde oluşturduğu ve bir yandan tüm Yunanlıların ve Rumların istiklalini, öte yandan Bizans'ın yeniden yaratılmasını hedef ittihaz eden bir ülkünün -Megali İdea'nın peşinde koşmuştur. Bu amaçla da yeni kurulmakta olan Türkiye'ye karşı bir askeri harekata girişilerek üçüncü ülkelerin desteğiyle Türkiye'den toprak elde etmeye kalkışmış, fakat Türk milletinin istiklal mücadelesi karşısında büyük bir hizmete uğramıştır.

Kısaca değinilen bu gelişmelerin etkileri ve özellikle Yunan tarafında Türkiye'ye karşı duyulan çekingenlik, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve Türkiye ve Yunanistan iki müstakil komşu devlet olarak yan yana yaşamaya başladıktan sonra da iki ülkenin siyasi ilişkilerinde yer yer kendini göstermiş ve karşılıklı siyasetin oluşumunda önemli etken rolü oynamışlardır.

Cumhuriyet döeminde Türk hükümetlerinin Yunanistan'a müteveccih politikalarını çizerken, bir yandan Lozan Antlaşması'nın kurduğu dengeleri gözettikleri ve diğer yandan bu ülkeyle olan tarihi geçmişi ve aynı bölge içerisinde komşu olarak yaşamak mecburiyeti dolayısıyla ortak milli çıkarlara sahip bulundukları gerçeğini dikkate aldıkları görülmektedir.

Gerçekten, Lozan Antlaşması ve buna paralel olarak varılan mutabakatlar, iki ülke arasındaki ortak sınır, Ege Denizi'ndeki adaların aidiyetleri, bu adaların tabi tutulacağı statü, iki tarafta yaşayan Rum ve Türk azınlıklarının mübadelesi ve Fener'deki Patrikhane'nin durumu gibi önemli konularda, Türkiye ve Yunanistan arasında açıkca görülen bir dengenin kurulmasını Anadolu macerası gibi başından büyük işlere kalkışmanın bedelini yenilerek ödemiş, Megali İdea'nın -hiç değilse içinde bulunduğu koşullarda- boş bir hayal olduğunu görmüştür.

Türkiye ise, Milli Mücadele'den muzaffer çıkmış olmakla beraber, çağdaş bir ülkenin kurulması için bundan böyle bütün gayretin memleketin imarına, sosyal ve ekonomik gelişmesine hasredilmesi gerektiği bilincindedir.

Bu aşamada her iki ülkenin yekdiğerine karşı izleyeceği politikanın oluşumunda, yukarıda saydıklarımızın yanında, dıştan gelen bazı etkenler de rol oynamıştır: Bulgaristan'ın Ege'ye sarkmak hususundaki emellerinin işaretlerini vermesi ve Mussolini İtalyası'nın Doğu Akdeniz'e matuf tasavvurları bu dış etkenlerin bariz örnekleridir. Bütün bunların da ötesinde, Atatürk ve Venizelos gibi, ülkelerini tanıyan ve ülkelerinin yüksek milli menfaatlerinin nerede yattığını çok iyi bilen, uzak-görüşlü liderlerin başta bulunmaları da politikaların şekillendirilmesinde önemli rol oynamıştır.

Neticede, Türkiye ile Yunanistan, 1920'lerden itibaren, zaman zaman mesafeli zaman zaman aksayan tarafları olsa da genelde ortak menfaatleri gözeten, karşılıklı saygıya dayalı bir ilişki kurmayı ve bunu uzun yıllar sürdürmeyi başarmışlardır. Bu oluşumun, bugüne kıyasla çok müşkül şartlar altında gerçekleştirildiğine bilhassa dikkat çekmek gerekir.

Nitekim, 1930'dan başlayarak üç yol zarfında, Türkiye ile Yunanistan arasında, bir "Entente Cordiale" bir "Dostluk-Tarafsızlık-Uzlaştırma ve Hakemlik antlaşması" imzalamıştır. Deniz Kuvvetleri'nde dengeleri muhafazaya matuf bir protokol de imzalanmış ve ayrıca hudutların dokunulmazlığı garanti altına alınmıştır. Bundan başka, iki ülke arasında ortak menfaatlerin korunması amacıyla bir istişare Mekanizması kurulmuştur. Bu anlaşmaların büyük bir kısmı Başbakan Venizelos ile Başbakan İnönü'nün karşılıklı resmi ziyaretlerine denk getirilmiştir. 1934'ten itibaren ise iki ülkeyi sırasıyla Balkan Entente'ında, NATO'da, Balkan Paktı'nda bir arada iki müttefik olarak görüyoruz.

Dengeli ve ölçülü bir şekilde, taraflarda güvensizlik yaratmadan yürütülen bu politikalar Kıbrıs olaylarının başladığı 1950'li yıllara kadar sürmüştür.

Görülüyor ki, bir zamanlar Türkiye aleyhine tavır alan bir ülkeye karşı Atatürk, Türkiye'nin o ülke üzerindeki etkisinin bilinci içinde ve icabı halinde ona dost eli uzatarak onu zararsız hale getirmiş ve dış politika bağlamında diplomasinin mükemmel örneklerinden birini daha vermiştir. Bu diplomasi gerçekçi, ölçülü ve her şeyin üstünde milli menfaatleri gözeten bir diplomasidir.

Üzülerek belirtmek gerekir ki, Kıbrıs olaylarının başlamasıyla birlikte, Türkiye'nin, Yunanistan'la ilişkilerinde yıllardır uyguladığı dış politikada giderek bazı değişiklikler vukua gelmeye başladı. Bunun başlıaca nedeni, Yunanistan'ın arkasında bulunduğu Kıbrıslı Rumların Türk toplumuna karşı veya gördükleri muameleler ve Ada'nın ilhakı yönündeki planlardı. Bunlar Türkiye'de, Yunanistan'ın yeniden Türkiye ve Türkler aleyhine tavır almaya başladığı yolundaki endişelerin daha da artmasına yol açtı. Öte yandan, Türkiye'nin 1950'lerden itibaren çoğulcu parlamenter sisteme geçiş yapması, demokratik rejimi ve müesseselerini kurmaya başlaması ve soğuk harp dolayısıyla jeopolitik öneminin artması neticesinde Batı'nın daha da çok dikkatini çekmesi, Yunanistan'ı giderek rahatsız ediyordu. Yunanistan, II. Dünya Harbi'ne müttefikler safında girmek suretiyle Batı indinde kazandığı itibarı bu defa Türkiye lehinde kaybetmek istemiyordu. Bu yüzden Türkiye'yi kendine rakip hissediyor ve Türkiye ve Yunanistan'ın bir arada ele alındığı durumlarda bu hisle hareket ediyordu.

Ancak, kıbrıs konusunda o sırada fazla ileri gidemedi ve Ada üzerindeki egemenlik haklarını devretmey hazır olan İngiltere''in kendine özgü siyaseti ve Fatin Rüştü Zorlu başkanlığındaki Türk diplomatlarının mahareti sayesinde sorun Ada'daki Türk toplumunun haklarını oldukça geniş şekilde koruyan bir tarzda, diğer bir deyişle, Türkiye lehinde diyebileceğimiz bir şekilde 1960'ta çözümlendi.

Fakat, bilindiği üzere, varılan bu mütabakat, aradan üç yıl geçmeden ciddi sarsıntıya uğradı. Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan'ın desteğiyle Türk toplumu aleyhindeki eylemlerini artırdılar, katliama dahi tevessüf ettiler. Türkiye bu durum karşısında suskun kalmazdı.

İşte, bu gelişmelerin etkisiyle Türkiye'nin Yunanistan politikasında önemli bir değişikliğin vukua geldiği gözlendi. Hakikat halde, o tarihlerde Türkiye Yunanistan'a kıyasla yine daha güçlü bir ülke olarak tepki açısından çeşitli opsiyonlara sahipti: Sıcak çatışmanın gerisinde kalan askeri tazyik hereketlerinden tutun ticari ve ekonomik alanda uygulanabilecek bazı önlemlere kadar birçok tepki münferiden veya bir arada uygulanabilirdi. Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, sabırları taşıran bu gelişmeler karşısında, Yunanistan'a karşı yıllardır sürdürülen poyitikayı bu defa farklı bir tarzda uygulamayı tercih ettiler.

Nitekim, 1963'te Kıbrıs'taki Türkler aleyhine girişilen katliama bir nevi karşılık olmak üzere, Türkiye evvela İstanbul'da mukim Yunan asıllıları ülkeyi terke mecbur etti. Yıllardır tecrübe edilen Yunan politikasından ilk önemli sapma işte böyle vukua geldi. Hükümetin bu beklenmedik tepkisi, Türkiye aleyhindeki Yunan tavırlarından usanmış olan Türk halkını memnun etmiş olsa dahi hükümetin, duygusal tarafı ağır basan bu tepkiyle neleri tehlikeye attığını bilmesi ve tercihini ona göre yapması gerekirdi.

Bilindiği üzere, batı Trakya'da 120 bin civarında soydaşımız yaşamaktadır. Lozan Antlaşması uyarınca bu soydaşlarımızın Yunan yasaları önünde Yunan vatandaşlarıyla tam eşitliğe sahip olmalarının yanı sıra kendi dini, eğitsel ve toplumsal müesseselerini yönetebilmeleri ve bu suretle Türklük bilincini serbestçe idame ettirebilmeleri gerekir.

Halbuki, uygulamada, soydaşlarımız ilan edilen çok sayıdaki yasak bölgeler dolayısıyla kendi memleketlerinde dolaşabilmek için izin almak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle Türkiye'yi ziyaret amacıyla Yunanistan dışına çıktıklarında Yunan uyruğundan çıkarılmak tehlikesiyle karşılaşmaktadırlar. Mülk edinememektedir. Arazileri yok pahasına istimlak edilmektedir. Mallarını sadece etnik Yunan vatandaşlarına satabilmekte ve fayrimenkullerini onarmak için dahi izin almak zorunda bırakılmaktadırlar. 1913 Atina Muahedesi'nin açık hükmüne rağmen Müftülerini kendileri tayin edememektedirler. Türkiye'den yeterli sayıda Türk öğretmen, kitap ve araç getirememektedirler. Vakıflarını serbestçe idare edememekte ve gelirlerini toplayamamaktadırlar.

Türk-Yunan İlişkilerinin Değerlendirilmesi (2)

Nazmi AKIMAN/Em. Büyükelçi, Cumhuriyet, 5 Kasım 1997 Çarşamba

Batı Trakya'da yaşayan Türk asıllılara karşı vecibelerini yerine getirmesi için Yunanistan üzerinden Türkiye'nin yapabileceği en uygun baskı konusu, kuşkusuz, İstanbul'da yaşayan Rumların İstanbul'u terkini sağlamakla bu manivelayı göz göre göre elden kaçırdı. Üstelik dünya kamuoyunda nahoş bir imaj yaratılmış oldu. Neticede, Yunanistan Batı Trakya Türklerine karşı dilediği eziyeti yapmakta daha da serbest kaldı.

Yine bilindiği üzere, 1974 yılında Türkiye, uluslararası antlaşmalardan doğan haklarını kullanarak Kıbrıs'a askeri müdahalede bulundu. Bu gelişme karşısında Yunanistan askeri alanda bir tepki göstermek cesaretini ve gücünü kendine bulamadı ve bu yüzden, Milli Mücadele'de olduğu gibi, Türkiye karşısında bir kez daha yenik duruma düştü. Yunanistan bunu asla unutamadı. Ve Kıbrıs müdahalesinden hemen sonra menfi kampanyaya yeni bir hız verdi. Türkiye'yi kendi halkına ve dünya kamuoyuna karşı en büyük düşman ve müstevli ilan etti.

Böylece, Yunanistan, eskinin ve Kıbrıs'ın acısını Türkiye'yi her fırsatta, her yerde ve her imkandan yararlanarak taciz etmekle ve ona zarar vermekle çıkarmaya başladı. Öteden beri mevcut olup o zamana kadar süren ilişkilerin havası içerisinde ihmal edilebilen nice ikili sorun tekrar ortaya atıldı. Uluslararası alanda Türkiye'yi karalama ve Batı dünyasından ayırma kampanyasına daha da hız verildi.

Yunanistan'ın ülkemiz aleyhindeki bu siyaseti Başbakan Papandreu'nun iktidarı sırasında en üst mertebesine ulaştı. PASOK hükümeti Ege'deki adaları silahlandırmakla, Ege Denizi'nde müesses uluslararası kaidelere aykarı hareket etmekle, Batı Trakya'da yaşayan Türk soyluların haklarını gaspetmekle Lozan'ı ve Lozan ruhunu fütursuzca ihlal etti.

Türkiye'nin bu gelişmeler karşısında uzun bir süre yeni politikalar üretmekten geri kaldığını ve Yunanistan'a müteveccih politikasının siyasi otoritenin elinde genelde iç tüketim için kullandığını ve böylece Yunanistan'a istismar hazırlandığını görüyoruz. bu politikaların tek istisnasını, 1987 Mart krizi sırasında Özal hükümetinin izlediği politika teşkil etmiştir.

Hatırlanacaı üzere, Yunanistan, 1960 yılından itibaren Ege kıta sahanlığında, sondaj yapmak da dahil olmak üzere, geniş çapta faaliyet sürdürmeye başlamıştır. Uluslararası hukuk kurallarını bütün ülkelerin açık denizlerde araştırma yapmak hakkı bulunduğunu âmir olduğuna göre Türk gemileri de Ege kıta sahanlığında araştırma faaliyetlerine başlamıştır. Fakat Yunanistan Ege kıta sahanlığının kendisine ait olduğunu savunarak buna itiraz etmiş ve konuyu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne ve Uluslararası Adalet Divanı'na götürmüştür. Güvenlik Konseyi, 1976 Ağustos ayında aldığı kararda taraflara soruna müzakere yoluyla çözüm bulmaları çağrısında bulundu. Adalet Divanı ise Yunan başvurusunu incelemeye yetkisi olmadığını açıkladı. Bunun üzerine Türk ve Yunan heyetleri 1976 Kasım ayında Bern'de buluştular ve bir sözleşme imzaladılar. Bu sözleşmede taraflardan Ege kıta sahalığının sınırlandırılması amacıyla müzakerede bulunmaları istenirken, bu müzakerelerin sonuçlandırılmasına değin tarafların Ege kıta sahanlığı üzerinde sondaj faaliyetinde bulunmaktan kaçınmaları gerektiğini belirtmekteydi.

Bern Sözleşmesi'ni müteakip iki ülke arasında başlatılan müzakere süreci 1981 Ekim ayına kadar deavam etti. Bu süreç de ikili ilişkiler açısından önemli sayılabilecek bir aşama teşkil etmiştir. Zira bu defa iki ülkenin çoğunlukla diplomatlardan oluşan heyetleri soruna çözüm bulmak amacıyla büyük gayret sarfetmişler ve bazı noktalarda ciddi ilerleme kaydedebilmişlerdir. Örneğin, Ege kıta sahanlığının hangi yüzde oranlarında tarafların egemenliğinde bırakılabileceği dahi tespit edilebilmiştir. Ancak varılan bu ve benzeri noktalarda siyasi otoritenin tasvibi henüz alınmamışken Papandreu iktidara gelmiş ve bir evvelki hükümetin imzaladığı Bern Sözleşmesi'ni tanımadığını açıkça ilan etmiştir.

Papandreu hükümeti, Türkiye aleyhindeki siyasetini en üst noktalara tırmandırdığı bir dönemde, 1987 Mart sonunda bir gün Ege'nin kuzey kıta sahanlığında tekrar sondaj faaliyetinde bulunmaya karar verdi ve araştırma gemelirini yola çıkardı. Bu hareket 1976 Bern Sözleşmesi'nin bir kez daha açık ihlaliydi. Türkiye buna izin veremezdi. Ilk iş olarak Yunanistan'ı ikaz ettik ve bu sevdadan vazgeçmesini istedik. Fakat "Ege Denizi bizimdir, dilediğimizi yaparız" cevabını aldık. Işte bunun üzerine Türkiye, kendi araştırma gemilerini aynı bölgeye müteveccihen yola çıkardı ve yanlarına deniz kuvvetlerinden muhripleride refakaten vermeyi ihmal etmedi. Bilindiği üzere neticede Yunanistan sondajdan vazgeçti. Ayrıca Türkiye'nin bu ve benzeri buhranları kesinlikle önlemek amacıyla tüm ikili sorunları ön şartsız müzakeresi ve ekonomik işbirliği imkanlarının araştırılması gerektiği yolundaki önerisini Yuanistan kabul etmek mecburiyetinde kaldı.

Görülüyor ki Özal hükümeti bir yandan dozunu çok iyi ayarladığı tepkisini mucip sebeplerle istinat ettirmiş, öte yandan Yunanistan'ın iknaya tevessül ederek onu müzakareye imale edebilmiştir. Nitekim iktidarda bulunduğu 7 yıldır Türkiye ile diyaloğa asla yanaşmayan Papandreu hükümeti bu gelişmeler karşısında masaya oturmaya razı olmuştur.

Özal hükümetinin bu girişimi sayesinde siyasi ve ekonomik konularda ikili müzakerelerin derhal başlaması sağlanmış, fakat sonraları Yunan tarafının temerrüdü yüzünden görüşmeler askıya alınmıştır. Türk hükümetleri de Yunan tarafını iknaya çalışmaktansa işi kendi haline bırakmayı yeğlemişler ve "Davos ruhu" sonuç vermeden sönüp gitmiştir.

Bu olaylardan sonra geçen on yıl zarfında ise Ege ve diğer ikili sorunlardan neşet eden gelişmeler iki ülkeyi birçok kez karşı karşıya getirmiştir. Ara zamanda Yunan hükümetinin başına Mitsotakis gibi muhalefetteyken Türkiye ile diyaloğu savunan bir başbakan gelmiş olsa dahi iki ülke arasında bir uzlaşma zemini yaratmak bir türlü mümkün olmamıştır. Yunanistan, çok zaman yaptığı gibi Türkiye'nin sürekli tehdit oluşturduğunu kamuoylarına yaymaya ve her fırsatta Türkiye'ye zarar vermek yollarının denemeye devam etmiştir. Türkiye'deki siyasi iktidarlar ise Yunanistan'ı müzakereye imale etmek için siyasi alanda yeni yaklaşımları benimsemedikleri gibi siyasetin dışında kalan, özellikle ticaret veya kültür alanlarında da Yunanistan'la bağlar kuracak ciddi girişimleri denemişler ve son Kardak krizinde görüldüğü üzere her bir sorunu milli mesele haline getirerek daha çok iç tüketimi ön plana almışlardır. Böylece Yunanistan'ın istismar kampanyalarına da imkan tanımıştır.

Özetlemek gerekirse, tarih boyunca iniş ve çıkışlar kaydeden Türk-Yunan ilişkilerinde, Türk tarafı, baylarda çeyrek asır sürdürdüğü isabetli ve etkin politikalardan zaman zaman farklı tutumlara yönelmiş ve bu nedenle sazı imkanları daha iyi kullanmaktan adeta mahrum kalmıştır. Bunda Yunanistan'ın elinde bulundurduğu imkanlar, her zaman ve her şart altında, Yunanistan'la ilişkilerde milli çıkarlarını korumak bakımından Türkiye'ye daha çok avantaj sağlayan imkanlardır: Zira Türkiye, askeri ve ekonomik bakımdan daha güçlüdür. Daha ziyade potansiyele sahip bir ülkedir. Jeopolitik konumu, ona, bölgede müstesna bir önem bahşetmiştir. Kaldı ki Türkiye'nin içinde bulunduğu bölgede ve komşuları arasında örf-adet, yaşam tarzı ve hatta kültür bakımından en ziyade etkiledi ülke Yunanistan'dır. Türkiye'nin bütün bu imkanlara sahipken Yunanistan'la ilişkilerini belirli bir düzene sokamaması ve Yunanistan'ın zararlı oklarına maruz kalması ancak siyasi otoritelerin bir yerde hata etmiş olmalarıyla izah edilebilir. Şuna inanıyorum ki, Türkiye Yunanistan'a hem siyasi hem kültürel hem de ekonomik açılardan -adeta dört bir yandan- olumlu şekilde yaklaştığı ve onda güven hissi uyandırabildiği ve onunla enerji, ulaşım, denizcilik ve turizm gibi değişik alanlarda işbirliği imkanlarını yaratabildiği takdirde üstün gücünün ve etkisinin müspet sonuçlarını elde edebilecektir. Ekonomik alandan yaratılabilcek işbirliği, siyasi ortamı da müspet yolda etkileyecektir. Türkiye, yüksek milli çıkarlarını tehlikeye atmaksızın bunu gerçekleştirebilecek durumdadır. Bir Türk profesörünün ifade ettiği gibi, Türkiye Yunanistan'la olan ilişkilerini "tarihin ipoteğinden kurtarmalı" ve dış siyasetin bizatihi karakterinde bulunan uzun vadeli, planlı, istikrarlı ve çok yönlü bir politikalı uygulamaya koymalıdır. Türkiye bunu yaptığı takdirde, komşusuyla normal bir münasebeti sürdürebilecek, onun verebileceği zararlara set çekmek imkanını elde edebilecek ve nüfuzunu daha ziyade arttıracaktır.

Sanıyorum, bir hususu daha eklemek gerekir: Yunanistan'la ilişkilerimizin bugün ulaştığı aşamada dahi bu önerilerimizi uygulamak mümkündür, fakat zaman alabilir. Bu nedenle söz konusu sorunlarla bir arada yaşamayı da öğrenmeliyiz.


Rehin Olmak Duygusu Nedir, Yaşayanlar Anlatsın Bize !

"Azınlıklar rehinedir!" acı gerçeğini daha iyi anlamak, herhalde azınlıklara kulak vermekten geçer. Internet aracılığı ile tanışıp, dost olduğum bir T.C. vatandaşına kulak verelim birlikte. Kendisi Anadolu mozaiğinin çok temel taşları olan Rumların, artık neredeyse parmakla sayılır gelen Rum azınlığının bir üyesi - doğma büyüme İstanbullu.

Metin Gurdere'nin utanmaz demecini kendisine gonderdiğimde verdiği yanıttan alıntılar yapacağım. Türkiye'de "rehin" kalan birkaç bin Rum neler hisseder, sesleri duyulmaz ki, herkes bilsin!

Bari ulasabildigimiz kişilere iyi kulak verelim:

Sevgili Serdar,

Yolladigin iki makale icin tesekkurler. Metin Gurdere'nin demeci tabii ki tepki uyandirici ama soyledikleri yeni degil.

Ben bu rehinelik ve mutekabiliyet politikasinin yarattigi sartlar icinde buyudum. Gurdere'nin ettigi turden laflari hem sevdigim hem de nefret ettigim insanlardan oyle cok isittim ki, artik fazla bir tepki gosteremiyorum. Yunanlilarin ve Turklerin cogu, (hatta azinlik mensuplarinin onemli bir bolumu bile!) bu rehinelik-mutekabiliyet politikasinin yegane etkili azinlik politikasi olduguna inaniyor.

Azinliklarin, ozellikle Bati Trakya'daki Musluman-Turkler'le Turkiye'deki Rumlarin rehine olarak kullanilmasi Lausanne anlasmasinin mantiginda var (38.-45. maddeler, ozellikle de 45. madde). Anlasma, iki ulkedeki azinlik-devlet iliskileri konusunda bir karsiliklilik iliskisi kuruyor. Yani Yunanistan Turk azinligina, Turkiye Rum azinligina davrandigi gibi davrancak. Bunun tersi de gecerli.

74 senedir Turkiye ve Yunanistan devlet aygitlari kendi ulkelerindeki azinliklari, oteki ulkedeki kendi soydaslarina iyi davranilmasini saglamak icin rehine olarak kullaniyorlar. Tabii bu, uluslararasi normlar acisindan kabul edilemez, ahlaksiz bir politika. O nedenle hukumetler, politikacilar, azinlik konularindan sorumlu devlet memurlari, bu karsiliklilik iliskisini ve azinliklarin rehine olduklari gercegini acik secik bir sekilde ifade etmekten cekiniyorlar.

Gurdere, anlasiliyor ki, hem bu gercegi acik-secik ifade etmenin sakincalarini goremeyecek kadar salak, hem de bu durumun ahlaksizligini fark edemeyecek kadar ahlaksiz bir herif.

Rehine azinlik kapsamina Ermeni ve Yahudileri de eklemesi, Gurdere'nin onyargilarini, ruhundaki kini, Turkiye'de 'yeteri kadar' Rum kalmadigi gercegini, ve ahlaksizligini daha genis bir spektruma yayma istegini yansitiyor. Gurdere gibi tiplerin mantalitesine gore her Gayri-Muslim potansiyel bir dusman; her Gayri-Muslim'in mali mulku potansiyel bir ganimet...

Bu karsiliklilik ve azinliklari rehine olarak gorme politikasi ve anlayisi sozumona hem Turkiye'de hem Yunanistan'da azinliklara iyi davranilmasini saglayacakti, ama bunun tam tersi yasandi. Iki ulkede de azinliklarla ilgili sorunlarin ve anlasmazliklarin cozulmesi de iste bu mantalitenin degismesine bagli.

Evet, mesajina ekledigin iki makaleyle ilgili yorumlarim bunlar.. ...

Sevgiler


Bir diğer İstanbul çocuğunu da dinleyelim ...

Bana B. Trakya listesindeki tartismalar sırasında önce kızan, sonra ise ısınan birisi sözünü ettiğim. Kendisi Yunanistan'a göçmek zorunda kalan, özbeöz İstanbul çocuklarından birisi.

Anavatandan gitmek zorunda kalmak kötü, yurdunu yitirmek yetmezmiş gibi bir de yeni "yurdunda" da azınlık kalmak, iğreti kalmak da var işin sonunda !

Onun ağzından dinleyelim ...

"Cevabini aldim, tesekkurler ederim. "Cevrem" dedigimde ... eski usul yuz yuze gorustugum ya da yazistigim bir sira Rum'u kastediyordum; cogu orta yasli ve icleri artik iyice eksimis Turkiye gocmeni. Cok dogru soyluyorsun: Onlarla alisveriste yarim yamalak bilgi vermemek muthis onemli. Ama isin baska bir yani da var: Biz bir tek TR hukumetinden cekmedik. Yunanistan'in basindakiler, fasist olsun, demokrat olsun -gene dogru dedigin gibi - Istanbullularin sutunu burnundan getirir Patrikhane ugruna.

Ben 1968'de asker kacagi olarak ciktim, hala pasaportum yok. 1972'den beri devamli Yunanistan'da kalanlar daha 1992-94 yillarinda vatandaslik aldilar. Her ne kadar milliyetcilik falan -acik ya da bilincsiz- varsa da (baksana benim refleksime), hic olmazsa birlikte yasamis olduklarindan Turklerin bizden bir farki olmadigini da bilirler. Yunanistan fidanlari oyle degil tabii. "