N S - Periyodu Olmayan Periyodik Dergi
Mutsuzluğun Peşindeki Adam

İçinde mutluluklarla mutsuzlukların savaşının ne zaman başladığını hatırlamıyordu. İçindeki o muhteşem kasvetli mutsuzluk kalesinin duvarlarını sarmaşıklar örmüş; ve hatta bu sarmaşıklar bir zamanlar kendilerine tırmanmaya çalışan iyi insanların cesetlerinden aldığı besinle iyice güçlenip kalınlaşmıştı. Kendini, kendi içindeki onu sevmek hatasına düşmüş ölü iyi insanların cesetleriyle güçlenen sarmaşıkların sardığı kasvetli mutsuzluk kalesine hapsetmişti. Kendi içindeki soğuk ve şiddetli fırtınalardan bu kasvetli kaleye gizlenerek kurtulmayı başarmıştı. Kendi içiyle kale duvarlarının dışının arasında kalan diğer hayat ona hep yabancıydı. Mesela o ulu korku ağaçlarının ardında sevinç dereleri, aşk güneşleri ve paylaşım baharları yaşanabilecek iklimler var mıydı? O hayata çıkmak için cesareti yoktu. Cesaretini en fazla toplayabildiği zamanlarda ürkek bir iki adım atar, sürgün olduğu burçtaki koğuşunun nemli ve örümcek ağlarıyla dolmuş; bakılmamaktan kararmış camlarına yanaşıp, parmaklarıyla camı ovuşturarak gözünü o deliğe yapıştırır ve dışarıyı seyrederdi.

O gün yine yağmur yağıyordu ve nereden geldiği belli olmayan anlamsız kuş cıvıltıları duyuyordu. Hiç tanımadığı garip bir merak hissi onu bu sesleri çıkaran yabancı hayvanları görmek için pencereyi açmaya zorladı. Titreyen ellerini uzattı; pencerenin paslı kolunu kavradı; sıkışmış olan kilidi bir iki oynattıktan sonra camı hafifçe içeri doğru açtı. Dışarıdan havasız ve küf kokulu odanın içerisine doğru koşar adımlarla bahar kokuları dalıyor, hücrenin keşfedilmemiş tüm köşelerini sarıyorlardı. Gözünü kör edebilecek parlaklıkta bir güneşti bu hücreyi olduğu gibi onu da kollarından saran... Bu olanlar o kadar hızlı oldu ki adam hiçbir şeyi kavrayamadı o ana dair ama güneş tamamen hücreyi doldurduktan sonra zaman o kadar yavaşladı ki adımlarını atarken garip bir hafiflik hissetmeye başladı... Zaman onu şaşırtmak için şimdi daha da yavaş akıyordu sanki; bir esrarkeş gibi o kısa anı bir ömür boyu sürmüş gibi ağır ağır doya doya yaşadı.

O tarifsiz süreç içerisinde hissettiği hafifliğin sebebinin yıllarca bedenini yere yakın tutmuş olan suçluluk prangalarının kendiliğinden çözülüp bir köşede kalmış olmasından kaynaklandığını farketti. Evet, artık yavaş yavaş körlüğü geçiyordu, önce hücresini daha iyi gördü soğuk, karanlık huzurlu ; sonra pencereden gelen ışığın yarattığı dayanılmaz merak duygusuyla dışarıya baktı, işte yemyeşil bir orman, cıvıl cıvıl kuşlar, baharın çılgın senfonisi eşliğinde danseden sevincin kızıl güneşi. Kocaman açtı gözlerini; bu anı belleğine kazımak istiyordu. Öyle içten istedi ki bir anda bütün bu güzellikler sardı etrafını. Kaleden, neferden, sarmaşıktan eser yoktu. Uzun hapislik yıllarında gördüğü ümitsiz düşlerden biri olmadığına emin olmak için güneşe doğru uzattı elini. Evet, işte sıcaktan eli yanıyordu; koşarak derenin serin sularına attı kendini, çırılçıplak! Etrafında yüzen mis kokulu özgür nilüferler; bir kütük gibi bırakıverdi suya kendini. Hiçbir yere ayrılmak istemiyorum dedi. Tam üç kere gitti ve geri geldi güneş ve hergün onu bir önceki günden daha fazla ısıtmaya başlamıştı. Mutluydu! Evet mutluydu! Sonra birden durdu. Mutsuzluğun aslında mutluluğun sebebinde yattığını çok iyi biliyordu. Doğum ve ölüm, korku ve cesaret, aşk ve nefret gibi onlar da birbirinin parçasıydılar. Eğer mutluluğun sebebi yok olursa, mutsuzluğun sebebi oluyordu. Durması hala sürüyordu ve düşünüyordu; farketti ki zaman biraz hızlanmaya, herşey küçülmeye ve uzaklaşmaya başlamıştı. Seri karar vermeli ve güneşin peşinden aydınlığa doğru koşmalı ya da arkasını dönüp; dünyasını kızıl karanlıklar içinde bırakmaya razı olmalıydı. Gittikçe hızlanıyordu zaman ve o kıpırdamamıştı. Biraz kımıldandı.. önce biraz uzaklaştı, sonra vazgeçip hemen güneşe doğru koşmaya başladı. O güneşe doğru koştukça güneş de onu daha çok ısıtıyordu; o koşmaya devam ediyor ve artık yanmaktan korkmadığını düşünüyordu ki başını kaldırdı, ışıklar içerisinde kalmıştı. Güneş yanına yaklaştıkça o kadar büyümüştü ki; her tarafı kaplamıştı. "Yanabilirim" dedi, "Bunu önceden de biliyordum ama korkarım artık yok olacağım. " Güneş belli ki ona çok büyük gelmişti; evet aslında aydınlık da ona göre değildi. Birden yosun tutmuş duvarlarıyla nemli bir serinlik veren ve kendinden başka hiçbir şeyi özlemesine izin vermeyen hücresine, kaybedip de mutsuz olacağı bir mutluluğun içinde yaşamadığı o muhteşem kasvetli yalnızlık kalesine derin bir yakınlık duydu. Tanıdığı tek yaşama biçimi buydu. Sıcak havalarda ne yapılır, kuşlar cıvıldarken hangi şarkılar söylenir bilmiyordu. Bilmiyordu ve korkuyordu. Bilmediği için korkuyordu. öğrenip de kaybetmekten korkuyordu. Korkularını içine hapsettiği kendi içindeki yalnızlık hücresinde böyle güçlü duygular yoktu. Artık koşmayı kesmişti ve güneş yavaş yavaş çekiliyordu. Güneşi kızıl saçlarından tuttu; son bir kez daha ışığına bakarak kör olmayı diledi. Çünkü daha güzel bir aydınlık göremeyecekti, biliyordu. Bu gözlerinin gördüğü son şey olsun ve hiç silinmesin istedi. Sonra aydınlığını orada bırakarak arkasını döndü; güneş yavaşça soluyordu...

Mutsuzluğun peşindeki adam yerlerde can çekişen gün ışıklarına basarak sarmaşıklara tutundu; ne kadar da sağlamlar diye düşündü. Mutsuzluğun kalesinin bedenini, bir zamanlar onu sevmeyi denemek hatasına düşmüş ölü iyi insanların cesetleriyle güçlenerek saran o zehirli sarmaşıklara tutunarak tırmandı, en üst noktaya geldiğinde yalnızlığın neferi elinden tutup hücresinin paslı pencerelerinden içeriye, karanlığa doğru çekti onu. İçeri girdiğinde karanlık hücresinin dibindeki suçluluk prangalarını aldı yatkın bir el hareketiyle ayağına geçirdi. Artık kaybedeceği hiçbir şey kalmadığı için "mutsuz değil" di. Anlamını kaybetmiş gözlerini pencereye yöneltti; camın kenarında son şarkılarını çoktan söylemiş iki ölü kuş yatıyordu. Ağır ve yaşlı adımlarla gidip onları ellerine aldı; cansız kanatlarından birer kez öptü; sonra da anı dolabının en karanlık ve soğuk köşesine yerleştirdi. Camlı acı kapağını sessizce üzerlerine çekti ve gitti.

(Bıktıran) Metin - Derya GEMİCİ