BAŞLARKEN MUTLULUK
Issız uçuk bir mavilik gördü gözlerini açtığında sonsuz gökyüzünde. Yeni bir gün
daha başlamıştı az önce yaşamın yeniliklerinde. Hiç bir canlı belirtisinin olmadığı
gökyüzüne bakıyordu yeni uyanan. Bir beklediği varmış gibi umut gözlerinde yaşamsız
boşluğa. Sanki daha önce bir yaşam görmüşçesine gökyüzünde sanki oradan gelmişçesine.
Nedensiz bir gökyüzünün nedeni gibi bekliyordu altında. Toprağa yapışmış vücuduna
rağmen topraktan çok gökyüzüne ait gibi gökyüzünde bir toz gibi gökyüzünde bir
hava gibi gökten gelen bir tanrı gibi. Geç kalmıştı diğerlerinden. Geç kalmışlığın
geride kalmışlığın yok olmasına neden olacağına aldırmadan. Yükselen güneş
sessizliğin seslerle kucaklaşması bile onu bakmaktan gökyüzüne engelliyemiyordu. Geçmiş
yoktu gelecek neredeydi ki o burada yemyeşil bir yeşilliğin kucağında mavinin
gizeminde yitiyordu. Diğerleriyle arası artık hiç yetişilemeyecek kadar uzaktı. O
kadar ki onlar bir dünya yaratmaya giderlerken aynı gökyünün altında genlerinin
emirlerine uyarak. O diğerlerinden ayrı o bu yaşamdan başka o geriye herşeyin başlangıcına
gidiyordu. Başlangıç zamanını gökyüzünde görmek için en derine uçuyordu gözlerinin
derinlerinde.Başlangıçtan ya da tüm başlangıçlardan önce bile var olan varolmanın
doğası gereği hep ilerleyen zaman onu da beraberinde ileriye götürüyordu o ise yönünü
şaşırmış bir esintiydi fırtınanın içinde ters yönde. Asla göremiyeceği gelecek
görmeye sevdalandığı geçmiş onu yalnız bırakmışlardı yalnız toprağın yalnız
yaşamın yalnız yanlızlığın ortasında. Herşeyin tüm oluşumların en başlangıcında
gökyüzünün gizemi ve sonsuzluğu mavinin onu derinlerinden gelen sesle birleşiyordu.
Hiç kalkmayı düşünüyor muydu hiç yaşamayı ya da varmayı. Gözleri zamanı
yakalayan gözlerinin en derinlerindeki bu oluşum bu yansıma bu daha önce hiç bir canlının
görmediği adı henüz konulmamış olan gerçek ona ne kadar da benziyordu. Gözlerine
onun derinlerine bakmak istedi. Yansıyan yansıtan bir şey vardı o tapılası varlığın
başında ve kendi yansımasıydı gördüğü kendini bilmeyen biri için ne zor bir andı.
Mavi sabahın yerini alan kırmızı akşama karşı tek başına durur buldular onu. O gözleri
uzaklarda yaşamın gizemi yaşamın tarifsizliği ve yükselen günde gördüğü o
tarifsiz başka yaşamı seyrediyordu. Görmekle hayal yaşanmışla rüya varolanla
bilinmez birbirine öyle yakın ve öyle uzaktılar ki yiten yaşamlar kadar.
Geri gelenler onu da aldılar aralarına batan günü doğanın bu bilinmez çığlıklarından.
Bir ateşin gökyüzünde ki parlak ateşe rakip çevresinde biten günün son birlikteliğinde
oturdular. Pişen taze et kokusu gün boyunca yorgun bedenlerin uykunun kanatlarına atılmak
istemesini dinginleyemiyordu. Ateşin etrafında dizilenlerin gözleri kızarmakta olan
hayvanı avlamanın gururu ile ona bakıyorlardı. O diğerlerinin hiç yaşayamayacığı
gerçeği görmenin yalnızlığı ile ateşte kendini görüyordu.
Hep aynı olağanlığı ile zaman bir geceyi daha bitirdi. Gelen gün yeni bir doğumdu
yaşayan canlı için. Yaşamın olağanüstülüğü bir kez daha doğuyordu günün
ışıklarında insanın üzerine. Bu ilk defa gördükleri bir yansımaydı mağaranın düz
parlak sert kaya duvarında.
Bu yaşamın o tarifsizliğin o bilinmezliğin o başlangıcın o zamanın görüntüsüydü.
Hepsi şaşkın ve anlaşılmaz ama hayran ama korku doluydu. Bu yeni yaşamda bir yeni
olguydu bu. Güneşin ilk parlak ışıkları mağaranın girişindeki duvarda dün akşam
çizilenleri aydınlatıyordu. Yaşamdaki bu ilk iki resmin hemen dibinde ise o yatıyordu
artık nefes almayan vücuduyla.
Birinci resme bakanlar onu gördüler yerde yatan ona bakarmışçasına duraksayarak. Ve
düşündüler sessizce yüzünün görüntüsünü duvarda olduğu için mi şimdi cansızdı
bedeni. Yanda bir resim daha vardı onlara birşey hatırlatmayan bir görüntü. Bir
insan ama onun resminden farklı. Bir insan ama ondan çok uzun. Bir insan ama yüzsüz.
Başı yerinde tarifsiz bir başlık sanki parlar gibi sanki içinden bakan biri var gibi.
İlker ERAKINCI
_____________________________________________________
Yayına Hazırlayan : Engin ENÜSTÜN