Siz ve şakalarınız.

Beni son durağıma götürecek olan toprak yol, iki büyük fıstık çamının arasından başlayarak kıvrılıyordu. Büyük ve harap bir bahçeyi ortadan ikiye bölüyordu belli belirsiz. Az çiğnenmişti, belli ki fazla yolcusu yoktu. Ağaçlar yavaş yavaş tazeleniyorlardı. Kuşların sesini duydum, bir de hafif esintilerle kıpırdanan dalların uğultusunu.

Tek başıma gelmiştim. Bir teslim oluş gibiydi her şey. Hayatımın bu son yolunda tek başıma yürümek istemiştim. Siz yoktunuz o zamanlar, kimseler yoktu. Buraya ilk gelen bendim. Yemekhanede ilk yemek yiyen, şezlonglara ilk uzanan, behçede ilk yürüyüş yapan, geceleri bir türlü uyuyamadan tavanlara bakan bendim. Yolun başında bir sıkıntı sardı içimi kendimi çok yalnız buldum, çok gereksiz. Bir hayatı özetler gibiydi duruşum. Valizim birden ağırlaştı kaldıramadım. Ne garip; insanın eşyaları da hatıraları gibi yıllar boyunca birikiyor. Sonra bir yığın ayrıntı, ne bileyim, koltuklar, perdeler, karyola, kitaplık, çalar saat, çaydanlık, dantel örtüler, abajur, aynalı mektup kutusu tektek kayboluyor. Ama hatıralar hep kalıyor.

Denize atılan kitaplar nasıl yavaş yavaş erir de, sulara karışırsa hiç olmamış gibi, hayatımın bütün ayrıntıları da öyle gitmiş elimden. Bir valizim kalmış. Ama uygundur benim yaşımda bir insanın bir tek valizinin kalması. Hatta o müthiş sona doğru giderken, bir valizim bile olmamalıdır. Yattığım yatak, su içtiğim bardak, baktığım pencere emanet olmalıdır. Böylece, hayatla aramdaki maddi bağlar benden sonraki sahiplerini bulmalıdır.

Toprak yolun başında, bütün bir hayatı yaşadım önce. Bir duyguydu bu çok kısa sürdü. Sonra büyük, beyaz binaya girdim. İlk müşteri, ilk ihtiyar, ilk cansıkıcı kişi bendim. Ne kadar büyüktü bina ve ben ne kadar yalnızdım. “Burası odan, hanımnine” dediler. Oysa bana Hoca’nım denmesine alışkındım, garipsedim, hanımnine olacak kadar yaşlandığıma inanamadım. “Bu dolabın, bu yatağın, bu masan, bu sürahin, bu sandalyen” dediler. Yaşlıları aptallarla karıştırıyorlar. Bir sürahiyi gördüm mü tanırım, bir sandalyeyi de.”Bunlar battaniyelerin” dediler. “Kaloriferler saat onda söner. Geceler soğuk olur. Bu yüzden sıkı örtün,” dediler. Geceler soğuk olurmuş. Benim gecelerim hep soğuk olurdu Samim Bey. Aydınlığa bakan küçük odam geçti gözlerimin önünden.Camlı bir kapısı vardı, salonda yanan ışık sızardı içeriye. Hep o sızan ışığa bakardım geceleri.

“Bu lavabon hanımnine” dediler. “Buraya sabununu koyarsın, buraya da dişfırçanı.” Ah! Ben ne odalarda kaldım , ne banyolar gördüm. “Yerler halıdır, terlik giy; pencereler zor açılır, beceremezsen bizi çağır,” dediler. Pencereler çok büyüktü, tavanlarsa çok yüksek.

Siz yoktunuz. Siz geldikten sonra odam neşelendi inanın. Pencereler küçüldü, kuşlar odama geldiler. Sandalyemi, yatağımı, sürahimi benimsedim. Hani bazen insan kendi adını garipser ya, hani kendine söyler de bazı anlamsız seslerdir, insanın kendi adı bile… İşte odam öyleydi siz gelmeden önce. Sürahiye uzanan buruşuk, çilli elim bile bir yabancınındı sanki. Sürahi ise dokunursam kırılıverecekmiş gibi korktuğum garip bir eşya.

Karlı dağların köpüklü, koyu mavi hırçın bir denize ittiği küçük bir şehrin içinde, küçük ve sıcak bir odayı hatırlamıştım. Denize bakardı oda. Kocaman bir ocakta odunlar çıtırdayarak yanardı. Hiç üşümezdim o zamanlar. Sonra Peri vardı.”Ah abla, bulamadım izini!” derdi. Beni bırakıp gitti.” Hem gülerdim, hem acırdım haline. Gözleri deniz gibi hırçın,
“Bilsem ki, şu karlı dağların tepesindedir, böylece düşerdim dağın yoluna” derdi, ince pazen elbisesini tutarak. “Aşk dediğin nedir ki Peri?” derdim “Geçer, gider…” Yüzüme bakardı, “geçmiyor abla,” derdi. “Benim başımdaki ateş geçmiyor.”

Bana perde işlerdi Peri, aşık bir eve asmamı dileyerek. Nasıl da güzel işlerdi, nasıl da yanık, tutkulu aşk dolu. Kar başlardı sonra, öğle ile akşam arasındaki o sakin zamanlarda. Lokma lokma dökülürdü denize. Deniz yutardı karları. Genç kız yüzümü hatırlardım. Aşksız, hülyasız, boş yüzümü. Hep siyah ayakkabılarımla solgun halimi. İnceydi kaşlarım, toz gibiydi neredeyse, yüzümse şeffaf, beyaz. Bir siluet gibiydim, hep öyle kaldım. Siyah ayakkabılı bir gölge…

“Duvarlara çivi çakma, resim asma, yasaktır” dediler. Yasakları benden iyi kim bilebilirdi ki? Yasakların çevrelediği bir hayatı yaşamadım mı? Hayatım boyunca bütün kurallara uymadım mı? Hem otuzbeş sene yasakları öğrettim ben. Aksi yüzümü takındım. Oysa aksi yüzümden vazgeçeli çok olmuştu. Aydınlığa bakan odamdan çıkıp, salona giderken, hep gülümseyen yüzümü takınırdım, öyle gerekirdi.”Neyin yasak olduğunu sizden mi öğreneceğim?” dedim. Otuzbeş sene boyunca aldığım duruşumu almıştım. İşte “aksi hanımnine”ye o gün çıktı adım. Bir suskunluk oldu önce ama çok sürmedi. Kamburum çıktı, gözlerim ışığını kaybetti, sesim titredi sonra hep.

Siz yoktunuz Samim Bey. Kravatınız, fötr şapkanız, günlük gazeteleriniz, meraklı bakışlarınız, muzip yüzünüz ve
“istirham ederim hanımefendi”lerinizle siz yoktunuz. Ben ilk müşteriydim. Odası ilk havalandırılan, yatağı ilk toplanan, televizyon salonunda ilk ve yalnız oturan bendim. Siz ve şakalarınız yoktunuz. Bu anlattıklarımı belki söylemediler Samim Bey. Belki nazikçe söylediler de ben öyle anladım. Ama ağır geldi bana bütün bunlar.
(…)

“İstersen bende kal,” demişti Peri, o gülümseyen gözleriyle, karlı dağların denize ittiği şehire ilk gittiğim gün. Şimdi düşünüyorum da, Peri’yi öylesine güzel gülümseten, acaba aşk mıydı? Kimbilir nerededir Peri şimdi, belki de ölmüştür. Benden genç kimler ölmedi ki o sağ kalsın.

Kapıyı yavaşça çekip gittiler. Valizim elimde kalakaldım. Ah Samim Bey! Böyle bir duyguyu siz hiç yaşadınız mı? Siz hayatı çok mu severdiniz? Hep neşe içinde mi geçirdiniz bir ömrü? Ah niçin bunları konuşacak kadar vaktimiz olmadı bizim? Hayatı neden sevdiğinizi anlatabilirdiniz belki Samim Bey.

Bence iskambil oynamayı severdiniz siz. Şark hizmetindeyken ırmak kıyısına giderdiniz eş dost. Önce rakı içerdiniz. Sonra arkadaşlarınızdan biri saz çalardı, siz türkü söylerdiniz. Belki biraz efkarlanırdınız türkü söylerken. Bir sigara yakar, dumanına bakar, “Amaan sen de,” derdiniz sonra. İskambil kağıtlarını çıkarırdınız,pişti yapınca çok sevinirdiniz. Biliyorum, bütün bunları anlatırdınız bana vaktimiz olsaydı. Bence siz hep gülerdiniz. Ben hiç gülmedim Samim Bey, hiç aşık olmadım. Ama Peri deli gibi aşıktı. Ona acırdım.

Ayakseslerini götürdü halılar onların. İki kişiydiler, biri kadın, biri erkek. Bütün eklemlerim uzun uzun sızladı onlar gidince. Hiç gelmediler sandım, hiç olmadılar. Ben bir rüya gördüm, kötü bir rüya. Hava bulutluydu, odam gölgeler içindeydi. Valizimi açtım. Terliklerimi, yün çoraplarımı, hırkamı, şalımı, yakın gözlüğümü, geceliğimi, pazen elbiselerimi, çamaşırlarımı, diş fırçamı, sabunluğumu çıkardım. Peynirili poğaça torbasını da. Ayakkabılarımı çıkardım, yün çoraplarımı, terliklerimi giydim.Eşyalarımı dolaba yerleştirdim. Siyah mantomu astım. Siyah ayakkabılarımı da altına koydum. Dolap bir tabut gibi göründü gözüme. Yıpranmış mantom askıda sallanıyordu ve altında siyah ayakkabılarım. İşte ben buydum. İçi boş siyah manto ve ayakkabılar. Dolap bir tabuttu. Yatağa girdim. Son yatağımdı bu. Ağlaya ağlaya uyudum. Sık ağlayan biri değilimdir Samim Bey, ama insan çok garip oluyor işte böyle zamanlarda. Ağlamasam uyuyamazdım.

Sonra günler geçti. Şezlonglarda oturmaya alıştım. Şehirden uzak bir bahçede ötüşen kuşlara, sabah sekizde kahvaltıya, onikide öğle yemeğine, akşamüstleri bir iki bisküvi yemeye alışmıştım. Sabah gelen, akşam giden görevlilere, akşam gelip sabah giden nöbetçilere, yemenili, mavi önlüklü yemekhane görevlisi kadınlara alışmıştım. Ama boş salonlara, koridorlarda gezinmeye, gece boyu tavanlara bakmaya alışamamıştım. Ağaçlar yeşillenmişti. Çimen ve toprak kokuyordu ortalık, bir gün önce yağmur yağmıştı. Hırkamı giymiş, şalıma sarınmış oturuyordum geniş balkonda. Peri’yi düşünüyordum. Ben zaten son zamanlarda hep Peri’yi düşünür olmuşum. Peri’nin ümitsiz bir aşka olan bağlılığını. Bir gün Peri’yle bahçede fındıklara bakıyorduk olmuş mu diye. Peri’nin gözleri daha az dalıyordu, daha az iç çekiyordu. Uzaklarda bir kadın göründü, yaklaştı, yaklaştı, Peri bir çığlık atarak boynuna sarıldı. Memleketlisiymiş. Ocağımızın başına geçtik, çay demledik. Kadın bir ara, “seninkinin büyük oğlu…” diye başladığı cümleyi bitiremeden, elindeki bardak düştü Peri’nin, sıcak çay bacaklarına yayıldı. Peri kıpırdamadı, donmuş gibi öylece sessiz kaldı. Günlerce merhem sürdüm yanıklarına. Kabuk bağladı, soyuldu. Ağzını açıp of, demedi.

Onun nasıl sessizleştiğini, durgunlaştığını düşünüyordum. Bir sözle nasıl değiştiğini. Bir araba sesi duydum. Tam da nakışlı perdelerime geçmişti düşüncelerim. Siz indiniz o arabadan Samim Bey. Meraklı meraklı etrafı süzerek içeri girdiniz. Peri, nakışlı perdelerim, aşk, deniz hepsi çıktı gitti aklımdan. Geldiğinize, bu büyük, sessiz binaya benim gibi birinin geldiğine bir türlü inanamamıştım.

Ne kadar da neşeliydiniz, güler yüzlüydünüz. Bana bir sürü şey sormuştunuz. O gece rahat uyumuştum. Yatağımı garipsemeden, dolabımı tabuta benzetmeden. Oysa ağlayarak uyuduğum ilk gün uyandığımda, çocuk sesimle ağlar buldum kendimi. Hemen kalktım o sesten kurtulmak için. “Bu benim odam” dedim kendi kendime.
Bu pencereden göründüğü kadarıyla bahçe, bu yüksek tavan, bu temiz ama yabancı yatak benim. Benden bir iz taşımayan, yanımda sıralanıp giden odalarla bir örnek oda benim. Benden sonra biri gelip yatana kadar. “Eh”, dedim sonra,”resim asılmayan duvarlar, istediğin zaman açamayacağın kadar pencere sana yeter. Ne istedin ki hayattan şimdiye kadar?”

Ama istiyordum Samim Bey. Kokum sinmiş bir koltuğu, bozuk da olsa yıllarını benimle geçirmiş bir radyoyu, Peri’nin dostluğunu istiyordum. Bütün bunlar neyi anlatırsa insana, yaşandığı belli br hayat adına, onları istiyordum. Yavaşça çıktım odadan. (…) Televizyon salonunu buldum. Hepsi boş bir sürü koltuk vardı. Camlar parlak ve soğuktu.

Denize bakan odada otururken Peri’yle, camlar buz tutardı kışın. Peri’nin hediyesi perdelerimin karanfilleri şenlendirirdi camları. “Ah abla, dilerim aşık bir eve asarsın,” demişti. Hiç aşık olmadım. Sanki olsam ne çıkardı? Böyle kocaman bir binanın küçücük bir odasında, hep kurallara uymuş ve hiç aşık olmamış biri olarak son günlerimi geçireceğime, aşktan ölseydim ne çıkardı? Yıllar sonra ben, hep Peri’deki bu aşkı düşündüm. Bir insan, nasıl olur da yıllarca böyle ümitsiz bir aşkı taşıyabilir diye?

Perdelerim… Aydınlığa bakan bir odada birkaç yıl yaşamamın bedeli oldular. Dilerim nakışları solmuştur. Dilerim saygısızca naylon tüllerin arasına katılarak, kirli bir çarşafa sararak perdelerimi asamadan atarlar. Çünkü aşık bir ev içindi onlar. “Aşıklık, en büyük yalnızlık” derdi Peri. O kadından sonra iflah olmadı. Yaraları iyileşti ama, o durmadan aşkını anlatan kız durgunlaştı, suskunlaştı. Sonra ben ayrıldım o şehirden. Altı tane mektup yazdım Peri’ye. Hepsi geri geldi.

İşte böyle Samim Bey, hayatımızı birbirimize özetleyecek kadar zamanımız olsaydı, size Peri’yi ve onun onulmaz aşkını anlatacaktım. Belki aşk denen şeyi, Peri’yi anlatırken yaşayacaktım.Yanımdaki odayı vermişlerdi size. Çok sevinmiştim. Ne kadar konuşkandınız Samim Bey. Karınızın on yıl önce öldüğünü, hiç çocuğunuzun olmadığını, buraya kendi isteğinizle geldiğinizi, burada yaşamaktan mutlu olacağınızı, benimle tanışmış olduğunuz için sevindiğinizi söylemiştiniz. Sonra dünyada olan bitenden söz etmiştiniz. Ben yıllardır ilgilenmiyordum, bana ne? Ama size hayran olmuştum. Ne kadar meraklıydınız. Duvarların yağlıboyasından, televizyonun markasına kadar, herşeyle ilgilenmiştiniz. Nasıl sevebiliyordunuz hayatı bu kadar? Bir sürü soru sordunuz bana, hiçbirini bilemedim.Oysa siz bir gün içinde sıcak su saatlerini, yemek listelerini, günlük gazetelerin nasıl getirtileceğini, buradan hangi otobüsün geçtiğini öğrenmiştiniz. Çok şaşırmıştım. Sonra odalarımıza giderken bana, “Önden buyurun hanımefendi,” demiştiniz, hayırlı geceler dilemiştiniz.

Odam nasıl güzel görünmüştü gözüme. Yatağım sanki yüz yıldır benimdi. Bardağıma sürahimden su doldurdum, kana kana içtim. Aynada kendime baktım, yüzümde bir pembelik buldum. Yanımdaki odada, benimkinin tıpkısı bir yatakta yattığınızı düşündüm. Belki horluyordunuz geceleri, gülümsedim. Gece üşümedim, uyanmadım. Tavan çok yüksek görünmedi gözüme. Rüyamda sizi ve Peri’yi gördüm. Ah Samim Bey! Geldiğinize o kadar sevinmiştim ki. Çünkü tavanlar çok yüksekti ve hep dalgalanıyordu bakarken. Geceleri korkulu rüyalar görüp odamdan dışarı fırlamaktan; sesimin nöbetçilerin bir kenara kıvrılıp uyuduğu, bomboş bina duvarlarında çınlamasından ve bu çınlamanın beni yalnızlıktan öldürmesinden korkardım. Yanımda siz vardınız artık. Yetmiş sekiz yaşındaydınız.

Hayat çok uzun bir yoldur. Ne zaman biteceği bilinmeyen. Bu çok sık söylenen bir sözdür, bilirim. Yaşamak bir gün gelir, ağır bir yük olur insanın sırtına. Bu da çok sık söylenir ve ben buna inanırım. Ama yaşamak sizin için bir yük değildi ki Samim Bey... Beni bu yüksek tavanların arasında bırakıp gitmeye ne hakkınız vardı? O yabancı,
beyaz ve soğuk yatakta uyuyup uyanmamaya ne hakkınız vardı? Birlikte yürüdüğümüz yolda, şimdi tek başıma yürüyorum bahçede. Beni yalnız bırakmaya ne hakkınız vardı?

Yanımdaki odada kalmamalıydınız Samim Bey. Ben yalnız uyur, yanımdaki odada yattığınızı düşünmezdim. Şimdi odaların çoğu dolu. Ben de yetmiş altı yaşıma yaklaşıyorum. Televizyon salonunda yer bulamıyorum artık. Camlar buğulanıyor, mutlu evin camları gibi, ama içerisi pis kokuyor. Tuvalet sırasında ve yemekhanede kavga çıkarıyorum. Duvarlara çivi çakıyorum, resim asıyorum. Odamı temiz tutmuyorum, her gün idareye gidip birilerini, bir şeyleri şikayet ediyorum. Kurallara uymuyorum artık, umurumda mı? Yine de halılar yutuyor ayak seslerimi Samim Bey. Peri’yi, perdelerimi ve sizi çok özlüyorum. İyi ki girdiniz hayatıma Samim Bey. İyi ki…


(Ayfer TUNÇ – Mağara Arkadaşları 1990)


_____________________________________________________
Yayına Hazırlayan : Ufuk EMİROĞLU