çapak
tanrılaşmış gözlerle bakıyordu öylece çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle bir yıldız aktı gökyüzünde gökyüzü simsiyahtı o bembeyaz minik gözlerini bir kenara bırakırsak bir dilek aktı gökyüzüme gökyüzüm bembeyazdı o simsiyah devasa gözlerimi bir kenara bırakırsak tanrılaşmış gözlerle bakıyordu çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle bakışları pasaportsuz geçti kayıtlarıma bakışları kayıtsızdı haberler, haberler, haberler okunuyordu televizyonlarda haberlerden habersizdim bir tek tanrılaşmış gözlerden haberliydim tanrılaşmış gözlerle bakıyordu çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle gözlerini okumaya çalıştım bir an gözleri sisliydi tanrıdağı gibi sisli elinizi uzatsanız ileriye doğru elinizi göremezdiniz tanrılaşmış gözlerle bakıyordu çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle bir gözü diğerinin gölgesiydi sanki nereye gitse onu takip ediyordu nereye gittiğini bilmeyen sisli ve puslu bir gözü bazen o bir göz diğerini itekliyordu öte tarafa doğru tanrılaşmış gözlerle bakıyordu öylece çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle nedenlerle uğraşmayan tanrılaşmış gözlerle herşeyi bulabilirdiniz o tanrılaşmış gözlerde romeo ve juliette'i, o otobüs şoförünü, o otobüsü, necla teyze'yi, radyoda çalan istek "sıradaki" parçayı, kestiğiniz tırnakları, yirmilik dişinizi, dokuzyüzkırkbeşi, asker postallarını, postal askerleri, vs.'yi, vd.'ni bulabilirdiniz. tanrılaşmış gözlerle bakıyordu öylece çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle gözlerim, burnum, kulaklarım; suretim eriyordu bakışlarında bilmemkaç santigrat ya da fahrenhayt derecede tanrılaşmış gözlerle bakıyordu çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle bir çift göz ancak bu kadar tanrılaşabilirdi herhalde beş asırlık ulu çınarların uğultularına ancak böylesine tanrılaşmış gözlerde dokunabilirdiniz beş asırlık ulu çınarların uğultusu kulaklarınız kaldıramayabilirdi böylesine ululaşmış sesleri ses denebilir miydi buna hem bir fısıltı, hem bir çığlık hem bir gözdağı, hem bir davet tanrılaşmış gözlerle bakıyordu çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle uçurtmasız gökyüzünde uçurtmalar uçurabilecek kadar kudretli tanrılaşmış gözlerle sadece bakıyordu o kadar ne en ufak bir ses, ne bir hareket yalın ve yakıcı çığlıklardan oluşmuş bir örgünün dokusu kadar yoğun tanrılaşmış gözlerle bakıyordu yitik canların peşisıra giden bir keman sesine bakar gibiydi -keman sesinin tanrının sesi olduğunu biliyor muydunuz bana da bir kemancı söylemişti- yitik canların peşisıra giden bir keman sesine bakar gibiydi çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle tanrılaşmış gözlerle bakıyordu tanrılaşmış gözlerle öylece çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle belki hiçbirşeye bakmıyordu hiçbirşey görmediği gibi herşeye baktığını aynı anda ama aynı anda herşeyi gördüğünü zannederdiniz büyülenmiş bir şekilde bekliyorduk kitlenmiş umarsız gözlerimizle ne istese yaptırabilirdi bir kımıltısı yeterdi belki de bakışlarının öylece bakıyordu çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle varlıklarımızı hiçe indirgecesine ya da yükseltgercesine, bilmiyorum bakıyordu ölen birinin o son anda baktığı kadar tanrısaldı bakışları yorulmakbilmez tanrılaşmış gözlerle bakıyordu öylesine çapaksız öylesine tanrılaşmış gözlerle bir yumruk nasıl avucuna alır ve sıkarsa öylesine sıkan tanrılaşmış gözlerle sarıyordu beynimizi bir yumruk öylesine bir yumruk işte ama böylesine tanrılaşmış bir yumruk boğazınızdaki bir yanma bir tıkanma gibi işte öylesine bir yumruk can acıtan bir yumruk bir çift bakış bir yumruk gibi böylesine bakardı işte öylesine çapaksız öylesine tanrılaşmış ambulanslar geçiyordu yüklerini iyice tutmuş sirenler, sirenler, sirenler öylesine asap bozucu insanı, ambulansın yükü olduğuna inandıracak kadar asap bozucu tanrılaşmış gözlerle sirenlerle alâkadar olmayacak kadar kayıtsız tanrılaşmış gözlerle çapaksız öylece bakıyordu kalbim sıkışıyordu korku eyerini yüklemeye başlamıştı sırtıma (çapaksız ve tanrılaşmış gözlerle öylece...) korku! insan neden korkardı ki neden korkardı (öylesine tanrılaşmış...) neden kalbim böylesine umarsız sıkışıyordu! (öylesine çapaksız...) neden çöreklenirdi yumuşacık bir mindere oturmanın rahatlığıyla?! tanrılaşmış gözlerle bakıyordu çapaksız, çapaksızlığınca tanrılaşmış gözlerle öylece anbean değişen tanrılaşmış gözlerle tanrılaşmış kocaman gözlerle çapaksız kocaman gözlerle (sanki bir saniye önce bir yıldız akmamış gibiydi gökyüzünde bir dilek akmamış gibiydi gökyüzümde) öylesine bakıyordu anbean değişen tanrılaşmış gözlerle anbean büyüyüp küçülen gözbebeklerinden sızanları biriktirseniz birbirine bağlar ve gökyüzüne bir merdiven kurardınız o korkunç o kocaman o tanrılaşmış gözlerden tanrılaşmış gözlerle bakıyordu kırar gibi tüm kapıları sert ama şefkatli bir dokunuş kadar yumuşak aynı zamanda işte öylesine tanrılaşmış bir çift patlamaya hazır saatli bomba gibiydi gözbebekleri öylesine patlamaya hazır patlamadan patlamış gibi duran alev alev bir çift alevden top gibiydi gözleri yanan ve yakan bakarken o gözlere eliniz yanardı elimin yandığı gibi böylesine somut, böylesine gerçek böylesine çapaksız düşlerle, hayallerle, umutlarla bezeli yaralarla, acılarla, kayıtsızlıklarla bereli tanrılaşmış gözlerle bakıyordu tanrılaşmış gözlerle tanrılaşmış... öylece bakıyordu çapaksız... reha yunluel
|
1. nüsha hatırı sayılır tövbelerde mahzun bir kör bıçakla kestiğim bileklerim! ahhh! 2. nüsha ipnotize edilmiş bir kilidin herhangi bir anahtara karşıkoyamaz şuursuz tavrında diz çöküp kaybedilmiş bir çıngırağın o kaybedilmiş sesinden medet ummalarım! haaayır! 3. nüsha aynada her gün görmek zorunda kaldığım mendebur suretimin o başıboş, o avare nüshaları! pöhhh! 4. nüsha kendimi kaybettiğim zamanlarda bulduğum o otomatik hükümsüzlüklerimin karanlığında birdenbire parlayan otomatik bir tabancadan izinsiz ayrılarak kulaklarımdan hiç ama hiç gitmeyen o bir çift vızıltı ben'g! ben'g! ve kulaklarımda gelmesinden hiçbir zaman umut kesilmedik o nüshalararası ahenk! reha yunluel
biletimi, kör bir piyangocunun titreyen ellerinden çekiyorum savrulmuş hayatıma bir amorti vursa bu, en büyük ikramiye bana! sen'lerden örülmüş bir duvarın kenarından yürüyorum sen'lerden örülmüş o duvara tutunarak yalnızlıklardan kaçıyorum güya yalnızlıklarıma birer davetiye gönderirken ben o sen'leri bölüyorum o sen'ler beni bölük pörçük hayatımı iliklemeye çalışıyorum beceriksiz ellerimle! yamalı bir kum torbasına dönmüşüm kendimi dövmekten geliyorum bir iş dönüşü saati yorgunum, bitkinim dargınım kendime! cevapları kendi içinde saklı sorguların binlerce soruya gebe bakışlarında bir sümüklüböceğin kabuğunu sürüklediği çaresizlikte sürüklüyorum kendimi bir kaplumbağanın "evim" dediği heyecanda taşıyamıyorum artık bedenimi! kendimi ispiyonluyorum bir casusun kurşuna dizilme hakkını görebilmek için kendimde terazi burcundan gündönümlerinde akşamdan kalma yorgun bir gündüzün sarhoşluğu, kazandığı savaşlardan topladığı madalyaları ağlayarak sayan bir askerin gölgesiyim ahh! göz özü görmeyen bir havada fareli köyün kavalcısını arıyorum: ömrümün kalan kısmına hükümlü peşinatsız dört taksit sudan ucuz üç kuruşluk acılarımı dökmesi için denize! reha yunluel
Yırtık Yapraklar
|