|
YAŞANMIŞ BİR ÖLÜMÜN YAZIYA UYARLANMIŞ SENARYOSU
bir ölümün giriş paragrafı:
tavşan gibi bir adamla tanıştım okulda. kısacık boylu, elleri minicik. öyle sessiz ki koridorda yürürken ayak sesleri yankılanmıyor. herşeyden konuşabiliyoruz onunla. yaşamdan, ölümden... edebiyat okumuş. Shakespeare oyunları hakkında çok şey biliyor. resim yapıyormuş. ona Almanca dersi vermemi istediğimde benden hoşlandığını tahmin etmiştim. Paris Ünivesitesinde diğer doktora öğrencileri ile pek görüşmüyor. Paris'te bir Japon. belki de Japonların en küçüğü. bugün öğleden sonra beni çaya çağırdı. pırıl pırıl bir yaz günü. eteğimi bulamıyorum.
bir genç kadını "çiğneyip yutma" fantezisinin tarihçesi:
bütün çocukluğumu ele geçirmişti o kabus. ne kadar acı çekersen etin o kadar lezzetli olur. sanırım altı yaşındaydım. su birikintileriyle dolu sokakta yürürken durdum, yere eğildim. suda bir kadın vardı bana bakan. uzun bacaklı ve güzel. Japon kadınlarına hiç benzemiyordu. güçlüydü. gece onu rüyamda gördüm. kalçasını bana doğru çevirdi. kocaman bir ısırık aldım. gıdıklandığını ama canının yanmadığını söyledi kulağıma. sonra bir daha ısırdım. bu güçlü besini mideme indirdikçe ben de onun gibi olacaktım, emindim. Renée'yi sınıfta otururken gördüm o gün. nefis bir yaz günüydü. kısa bir etek giymişti. ben bu bacakları çoktan tanıyordum.
Paris 1981'de aşkın başka bir ifadesiyle tanışıyor:
evet, kıza aşık olduğunu mahkemede de söylemiş. doğru olabilir ama hakimin inandığını hiç sanmıyorum. aslında her ayrıntıyı hem polise hem de gazeticilere defalarca anlattık. sakin bir yaz günüydü. yürüyüşe çıkma fikri her ikimize de cazip gelmişti. Bois de Boulogne'daki o sevimli gölcüğe doğru yürümenin en iyisi olduğuna karar verdik. onu ilk önce ben farkettim. çok tuhaftı. bir yandan aceleyle yürüyor, bir yandan da tekerlekli bir bavul taşıyıcısının üstünde zar zor duran iki bavulu elleriyle tutmaya çalışıyordu. ona doğru baktığımızı gördü ve bavulları çimenlerin üzerine fırlatırcasına bırakarak kaçtı. daha önce hiç Japon hırsız görmediğimi düşündüm önce. bavullara doğru yaklaştık. her iki bavul da kırmızı lekelerle kaplıydı. en zor işleri hep erkeklere yaptırma alışkanlığımızdan olsa gerek, sen aç dedim. bazı lekeler diğerlerinden daha kırmızıydı. sonra işte... bavulun kenarından ince uzun parmaklı bir el sarkıyordu. gerisi pek de... hayır bayılmadım, midem bulandı o kadar.
"ölümlerden ölüm beyen"in içinde olmayan gerçek:
hala çok ağırım. iki küçük bavulun içine sığabildiğime inanamıyorum. elim bavulun kapağına sıkışmış. bütün gece simsiyah plastik torbaların içinde olmak yeterince sıkıcı değilmiş gibi. leş gibi kokuyorum. taksiyle nereye gidiyoruz? parkta bir öğleden sonrası yürüyüşüne mi. taksi şöförünün aksanı en az Sagawa'ninki kadar berbat. Fransız olmadığı kesin. kalçalarım olmadan kendimi tuhaf hissediyorum. niye önce burnumu yedi acaba.burunsuzken bütün kokular içeriye aynı anda doluşuyorlar.artık burnumun ucunu bile göremiyorum. onun için hala çok ağırım. bedenimin epeyce bir kısmını midesine indirmiş olsa bile. bunca yemek... biraz hazmetmeyi
bekleyebilirdi. şimdi tökezleyip düşecek ve yerlere saçılacağım. üstüne üstlük bir de çıplağım. eteğimi yine bulamıyorum. sol dizimle birlikte diğer bavulda kalmış olmalı. ne şans. sanırım
herşey bitti. kendimi ölü hiç düşünmemistim. ama bu, gerçek bir ölüm biçimi olamaz. Shakespeare'e ilham veren ölümlerden değil böylesi. tanıdık bir ölüm eski Amerikan filmlerindeki davetkar ölümler gibi sade ve estetik olmalı. dantelli gecelikler içinde, beyaz çarşaflı kocaman bir yatakta, zarif ve tanımı henüz yapılmamış bir hastalıktan ölmek isterdim. çiğ çiğ yediği için olsa gerek,
sol göğsüm midesine oturmuşa benziyor, adımları yavaşladı. başın bedenden ayrı olması
insanı bir başka özgürlüğe götürebilir mi? başım bavulun içinde pervasızca gidip geliyor.
gömerlerken bedenimi biraraya getirmeyi akıl ederler umarım. Tanrının karşısına bu halde çıkamam.
hücrelerimle hücreleri tanıştı sonunda:
Renée ile yalnızca karnımı doyurmadım.bir daha yapmayacağımdan emin olabilirsiniz.benim için ölüm bir genç kadının bedenine yenilip yutularak yapılan bir yolculuktur. başka türlü ölmeyi
istemiyorum. saat beşi geçiyordu. çaya çağırdım onu. ikimiz de halının üzerinde diz çökerek oturuyorduk. ona aşık olduğumu, sevişmek istediğimi söyledim. aşk ve dostluğun iki ayrı şey
olduğundan söz açtı. gülümsedi ve konuyu değiştirmeye çalıştı. başımı salladım. yavaşça ayağa kalktım. raftan bir şiir kitabı alıp ona uzattım. yüksek sesle okumasını istedim. seçtiği şiir çok melodikti. bu melodiye uygun adımlarla içeri gittim. tabancamı aldım. tam ensesine ateş ettim. ses bile çıkartamadı. (acı çekmesini istemiyorsanız, yemeden önce öldürmelisiniz.) onu soydum. bir kaç saat sonra etrafım Renée'nin bedeninin parçalarıyla kuşatılmıştı. bavul almak için dışarı çıktığımda hava hala çok nefisti.
erotik bir yaratıcı edim olarak yamyamlık:
cinsel doyumun kaynağı zulümdür. bir ölüyle sevişmek çok daha az riskli. güvenli, sessiz.
kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değiliz. "acının beyazlaştırdığı beden, keskin dudaklarımla öldürebilirim seni. yaşatmak ve yeşertmek için tutkumu, çiğneyebilirim tenini toprak kokan ağzımda."
tabanca, elektrikli bıçak ve halı yıkama makinesinin "bir dişinin dişlenmesi" olayıyla bağlantıları:
içeri girmek için kibarca kapıyı çalmamıza belki de hiç gerek yoktu. kapı aralandığında aklımdan bunları geçiriyordum. Issei Sagawa kapıda duruyordu. şaşırmamıştı, sakindi. aslında huzurlu görünüyordu demek en iyisi, hiçbir sey sormadı. insanlar polisi görünce cok rahatsız olurlar. genellikle de şöyle derler "bir şey mi oldu memur bey?". içeride ağır bir koku vardı. Sagawa kötü bir aksanla "ben çok hastayım" dedi. bence o gerçekten de hasta. hakim de aynı karara varmıştı. onu Paul Guiraud akıl hastanesine göndermeden önce. şimdi iyileştiğini söylüyormuş. bana sorarsanız öyle birini tedavi etmek mümkün değil. dogrusu ilk kimin aklına geldi mutfağa gitmek hatırlamıyorum. sanırım hepimizin içinde Renée Hartevelt'in eksik parçalarını bulmak gibi saçma sapan bir istek vardı. kapağı yarıya kadar açılmış bir kaç konserve kutusu, kirli bir tava, yağlı çatal bıçaklar, üzeri kahverengi tabakadan görünmez olmuş bir elektrikli bıçak... bıçağın elektrikli olması kesme işlemini oldukça kolaylastırmıştır. lavabonun kenarı kokuşmuş kirli tabak çanakla doluydu. buzdolabını açan ben değildim, arkadaşımdı. ne olduklarını uzaktan anlamak zordu. bilirsiniz et bu, hepsi birbirine benzer. buzdolabının üst rafinda gözüme bir şey takıldı. başından beri kızın üst dudağına ne oldu diye sorup duruyordum. doğru, ne kadar çok kan aktığını yazdığı kitapta da anlatmış. ama halılar temizdi. sinemaya gitmeden önce halı yıkama makinası satın alıp, yerleri güzelce temizlemiş. bir dergide Japon kültüründe temizliğin önemli olduğunu okumuştum.
bir sabit fikir bir ölümü önceler:
o, gerçek tarafından kandırılmış bir hayal perest. kafasının içi rüyalarla dolu. gerçek ötesi bir atmosferde salınıp duran izinsiz bedenler arasında. hemen hepimizin düşleri var. ama içimizden çok az ayrıcalıklıdan biri böylesi bir düşkünlüğü tasarıdan öteye götürür. yine de yapamadıklarımızı başkalarının ağzından duymaya bayılırız. "tahammül edilemez bir ruh son nefesini vermeden önce şöyle der: kirmizi ilk tanıştığım renkti. ölümü bilmenin daha iyi bir yolu yok, acımasız ve uçarı bir hayali gerçekleştirmekten başka."
ÖZLEM SOLOK, FOL, TEMMUZ 96
|