DERSIM   Dergisi,      sayi 7        sayfa 7
 
 

|Main||media||Language||Research||Kultur/Zagon| |Email

 
 
                       BİR GÜNÜN ARDINDAN
Hüseyin YILMAZ

 

Nedense yolum hep Dersim'e düştüğünde müthiş bir sevinç kaplıyor içimi. Mutluluk denen şey neyse yani, sevgiliye olan heyecan mı, arzuladığına kavuşmak mı, ya da aşk mı?.. Bilemiyorum.

Hayır hayır, hiçbiri değil. Bu hasreti yaşamak başka birşey olsa gerek. Herhalde bir coğrafyaya aşık olmaktır. Otobüse binerken bu duygular içinde müthiş isyanların yaşandığı yıllarca barbarlığa meydan okumuş, ihanetleri ve zaferleri yaşamış, yüzyıllarca o jaru diyar ülkesine yabancıların ayak basmasına imkan tanımamış o güzelim topraklarınaydı yolculuğumuz. Nicelerinin dağlarını mesken tuttuğu yaşamaya dair umut edindiği iyiden, güzelden yana olan herşeye kucak açmış, bağrında farklı çiçeklerin boy vermesine insanları gibi doğası da tüm bonkörlüğünü sunmuş olan 'Güneşin Ülkesi'neydi yolculuğumuz.

Bu duygularla Harput'a vardığımızda ilk aramadan geçiriliyoruz. Yoldan geri çevrilecek miyiz endişesi içinde derken, bunca kontrolden sonra Dersim merkeze varıyoruz. Otobüsten inerken yaşadığım duygu kafamdan geçen onca devinim nelere tanıklık etmiş acının ızdırabının en canlısını yaşayan  yurdundan zorla sürgün edilmiş bütün geçmişinden, yaşadıklarından, kültüründen, dilinden uzaklaştırmanın ne demek olduğunu daha iyi kavrıyorum. Ve herhalde bundan daha acı bir durum olamaz diyorum.

Kızılderililer geliyor aklıma: medeniyet adına topraklarına ilk gelen beyazların yaptıklarını düşünüyorum. Zulmün uygulayclarna bakyorum. Ne kadar da yabanclar toprağna, taşna, havasna, suyuna, insanna... Yaşamaya değer ne varsa ne kadar da yabanclar. Ne işleri var burada def olup gitmemeleri için hiç nedenleri de yok. Çünkü biz onlarsz da yaşamay biliyor ve seviyoruz. Hangi hakla, hangi gerekçeyle bize hükmediyorlar demeden kendimi alamıyorum.
Mazgirt dağlarına ve Düzgün Babaya bakıyorum doruklarında yaşanan, nice katliamlara tanıklık etmiş, nice yiğitlerin meskeni olmuş, görkemliliğine karşı secdeye durmadan edemiyorum. Bir dili olsa da konuşsa diyorum. Yeryüzünde utanma duygularını taşıyanlara bir seslenebilse, sessiz kalanların yüzlerinin kızarmasını sağlayabilse, varsa insanlığından utanacakların hallerini bir görse diyorum. Kimbilir ki eşi benzeri görülmemiş bir zulme tanıklık ettiğini? Kimbilir ki her türlü silahların üstünde denendiğini? Kimbilir ki her karış toprağına bir bombanın düştüğünü? Evet kim bilir?

Derken dostlarla biraraya geliyoruz. 1937-38'i bizzat yaşamış olan olayın tanığıyla yüz yüze geliyoruz. Sorduklarımız karşısında bizi ölçüp biçen, hasta yatağında olmasına karşın direngen görünmeye çalışan ulu bir Çınar görüntüsü veren bu tarihi kişilik karşısında içten içe gelişen bir saygı uyandırıyor insanda. "cigeram  bizim için Dersim her şeyden güçlüydü. Kendimizden başka güç tanımazdık. Hatta 37'de üstümüze geldiklerinde Laç deresinde müthiş bir karşılık verdik bu saldırıda onlar yenildi. Günlerce süren çatışmalar sonunda biz kazanmıştık. Hatta zaferimizi mağaralardan ateşler yakıp; İbisé Seykhali'nin çalıp söylediği deyişlerle semah gitmiştik. İbıs gencecikti ama yaratıcılığına hepimiz hayrandık. Geceleri asker mevzilerine girip topları ellerinden alıp laç deresinin uçurumlarından atmak ona mahsustu asker elbisesi giyerek içlerine girerek onları darma dağın etmesi ona mahsustu. Ağıtlar yakıp şiirler yazmak ona mahsustu.  Laç deresinde savaşı kim yönetiyordu? diye sorduğumuzda. Cıvler Ağanın oğlu Hemé cıve khej biz onum talimatlarına göre hareket ediyorduk. Bizler bitirdik derken asker geliyordu. Aşiretlerin çoğu ihanet içindeydi. Sayısız Milis türemişti başlarımızı kesip götürmeleri devletin vaat ettiklerini alabilmek için adeta bir biriyle yarışıyorlardı.

Kadın çoluk çocuk herkes mağaralarda kalıyorduk. Savunma hatlarımız güçlüydü darbe üstüne darbe vuruyorduk, ancak milislerin bölgedeki araziyi iyi bilmeleri işlerimizi zorlaştırıyordu.

Bu arada başka bölgelerden haberler alıyorduk. Kim direniyor kim iş birliği yapıyor ancak gidişat iyi değildi. Güvendiklerimiz bizimle beraber davrananların çoğu ihanetçiler tarafından tek tek öldürüldüğünün haberlerini aldığımızda yıkılıyorduk, içimizdeki ihanetler olmasaydı devlet bizimle başa çıkamazdı. Bakın Dersim'in bütün önde gelenlerin çoğu ya milislerce öldürülmüş yada milislerin komploları sonucu yakalanmıştır.

Savaş tüm şidetiyle devam ediyordu. Çatışmalar içinde Ahmedin vurulduğunu duyduk kimse inanmıyordu. Hemen bir araya geldik eğer vurulmuşsa bunu gizliyelim dedik, inanmak isitemiyorduk. Hatta eğer vurulmuşsa benim vurulduğum sšylenecekti. Gece karanlık bastığında kaldığımız mağaranın önüne geldiğimizde, neyse ki vurulan Ahmet değilmiş.

Ölüsünü neden gizleyecektiniz? 
Çünkü Ahmed'in başına ödül biçilmişti milisler leş bekleyen akbabalar gibi başımıza üşüşecekti. Bunu onlara yaşatmak istemiyorduk.

Çatışmalar devam ediyordu, içimizde tek ağır makinalı kulanan Sıle pıt benim akrabamdı. Ağır makinalı oldukça işe yarıyordu. Bir gün dost diye biri gelmişti. İçimize toplantı halindeydik. İçinizde ermeni varmış dedi. Bende Sıle Pıti gösterdim. Bizim ermenimiz bu diyerek güldük. Devlet her türlü oyuna baş vuruyordu. Bizi bir birimize düşürmek için yapıyordu.

Seyit Rıza'yla ilişkiniz varmıydı?

Halvori toplantısında yemin etmiştik. Bir çok aşiretle birlikte davranacaktık. Bazıları uymadı, sonradan işbirliğine girdiler oysa biz munzur suyunun üzerinde yemin etmiştik.Kavlu karar kılmıştık. Seyit Rıza yeminine sadık kalmıştı. Duyduk ki ailesi tümden yok edilmiş onunda eski durumu yoktu yaşlanmıştı yanındakilerin çoğunun ihanet ettiğini biliyorduk. Bundan dolayı Seyit Rıza'ya haber gönderdik. içimize gelsin diye fakat o geçiş yapamadı. Güvenli yol bulup yanımıza gelemedi. 

Gelseydi, Ona nasıl davranırdınız? 

Seyit Rıza bizim için bir değerdi, altındı "ma kerdenı qutiya semını pihstiné xode dardene wé"
Biz onu gümüş bir kutuyu koyar koynumuzda saklardik ve onu öyle korurduk. Çaresiz kaldığı için Erzinca'na gitti. Başka çıkar yol bulamadı. Sonrasını zaten biliyorsunuz. (Qemer Ağa'yla yapılan bu konuşma dergimizde yayınlanacaktır)

Evet o gün ve bu gün ne değişti derseniz, değişen tek şey araç gereçlerin bir de teknoloji değişti. Zulüm eksilmeden şekildeki değişikliğiyle devam ediyor.

Güneşli bir gündü Mart'ın başİ, gökyüzü pırıl pırıl olan güzelim maviliğiyle doruklardaki karın beyazlığı yanında helikopterlerin patırtısı inip inip kalkması morel bozuyorsa da, doğanın güzelliği bir an olsun kentlerde beton duvarlar arasında çıkmanın verdiği özlemle kutu deresine pikniğe gidiyoruz. Yaklaşİk kadınlı erkekli yirmi arkadaşla Herçik çayının kenarina vardığımızda arkadaşla biraz görüntü almak istiyoruz. Ancak kamerayı ne tarafa çeviriyorsak mübalasız karakol ya da burçlarına Türk bayrağı asılı bulunan nöbetçi kulübeleri ben kameraman arkadaşı ikaz ediyorum görüntü alma diye. Muhtemelen onlar da bizi dürbünle seyrediyorlar. Gelirler efendim siz devletin mekanlarını çekip bir yerlere mi verecesiniz diye kameramıza el koyabilirler. Devlete karşı suç işlemiş olmayalım kameraman arkadaş da haklı olarak ben dağlarımı çekmek istiyorum diyor ama her taraf karakol ben ne yapayım. Bu hengame içinde her türlübaskıya rağmen bizim gibi pikniğe gelen başka masalara yöneliyoruz. Çekim yapmamıza engel olmak istiyorlar sonra kendimizi tanıtıyoruz. İstanbul Tunceli'ler derneği yöneticilerinden olduğumuzu söylediğimizde  "Ha öylemi o zaman çekin" deyip bir biriyle yarışıyorlar, "Bizim böyle eğlendiğimize bakmayın" deyip sorunlarını anlatmaya başlıyorlar. Herkes bir şeyler ikram etmeye başlıyor özellikle alabalık İzgarası yanında yakılan ateş ortaklaşa söylenen türküler ve tartışmalar kırmancki anlatılan espiriler yaşamaya değer ne varsa bu olsa gerek diyorsun ve kendini Harçik suyunun kayalarına vuran sesinin akışına bırakarak al beni, al da nehirlere götür, denizlere, sonra okyanuslara kulaç atmaya götür beni. Çünkü sen asiliğin boyun eymezliğin kaynağısın asilliğinle götür beni" demeden alamıyorum kendimi. 

Derken ayrılma vakti geliyor. Yeniden düşünmek bile istemediğim o beton duvarlar, kalabalıklar trafik tıkanıklığı, balık istifi otobüsler, sinir bozucu gürültüler, her türlü iğrençliğin yaşandığı kente dönmek zamanı gelmişti. 
Otobüse bindiğimde, el sallayan dostlara, doğup büyüdüğüm bu toprağa hoşçakalın demek o kadar zor geliyordu ki anlatamam. Bir an düşündüm, acaba benim gibi kaç bin insan ayrılırken nemli gözlerle arkasına bakıp bu diyarı terketmek zorunda kaldı. Evet kaç bin insan üstelik isteyerek değil, baskıyla geçmişinden, toprağından koparılıp, dilini kültürünü bilmediği yerlerde istemeyerek yaşamak zorunda bırakılan ne kadar insan göz yaşları içinde terki diyar eyledi. Bu güzelim memleketi.
 

 

|Main||media||Language||Research||Kultur/Zagon| |Email