DERSIM   Dergisi,      sayi 7        sayfa 19
 

|Main||media||Dersim7||Language||Research||Kultur/Zagon| |Email

 
                                  KIRIK TELLERİN ve RÜZGARIN
                                    ANIMSADIĞI
Aydın ÖZTÜRK

 

Her yanını meşeli dağların kuşattığı üç evden oluşan küçük bir mezraydı. Süngeç Suyunun ve yürüyüşüne katılan iki küçük dereciğin bıçak gibi dilimlediği bir çanakta, yamaçtaydı evlerimiz. Daha ağaçlar çıplaklığından utanmıyordu. Kuşlar yangınlara düşmemişti. Kayalarında geyikier korkusuzca sekiyordu. Güzel kadınları inlerine kapattığı söylenen ayıların, sevimli korkusu sıcaktı. Meyveler ballıydı. Kavun kokuyordu bostanlar.

En büyük dostlarımdan biri kangal köpeğimiz Koto'ydu. Kocaman, heybetli Koto. Boynunun etrafında beyaz tüylerine yayılmış siyah lekelerle hatırlıyorum onu. Çok güzel bakan bir köpekti. Çoğunda sırtında dolaşırdım patikaları. Küçücük bedenimi rüzgar gibi uçururdu. Korkusuzdu. Vefalıydı. Geceleri ayaklarımızın dibinde usul usul uyurdu. Kulakları tetikteydi. Küçük bir duyumla, yerinde ok gibi fırlardı.

Bir gün toz bulutuna gömülmüş bir kamyonun kasasında, kente doğru yol alırken, nefesi, tükeninceye kadar ardımızsıra koştu. Çılgın gibi koştu. Biz dağın arka yamacına doğru devrilirken Koto hala koşuyordu. Son görüşümüzdü. Çok sonra öğrendik ki kentin kıyılarına kadar ardımızsıra koşmuş. Gücü tükenip kalakalmış. İki damla yaşta kaldı Koto.

Artık mezralar, köyler, bir bir değil, on on, yüz yüz boşaltılıyordu. Alev makinalarından kusan ateş yakıp kavuruyordu. Eski bilindik bir komuttu: "Yak!" Taştan ve çamudan duvarlar devrilmişti. Evlerin damlarını bekleyen kalın kavak gövdeleri, kömürleşip kalmıştı. Çeyiz sandıkları sarı ayvaları, kokulu elmaları saklamıyordu artık. Yıkıntılarından tüten is ve dumandı. Yanık et ve kömür.  Kıyım ve sürgündü yeni günler. Kentlerin yoksul varoşlarında soğuk ve açlıktı. Köpeklerini ve mezarlarını sahipsiz bırakmış Dersimlilerin gözlerinde, ılık ılık yanıyordu kentler. Kentler koca bir yalnızlıktı. 
Bu varoşların birinde, geceleri yalnızlığını Ay'la paylaşan Dünya Ana'nın söyledikleri birçok defa yazıldı belki. Gene de yeniden yazmaktan alamıyorum kendimi: 

Biz cenneti de gördük cehennemi de, 
Daha dün gibi aklımda çocukluğum. 
Yediğimiz ekmek de içtiğimiz su da tertemizdi 
Havada gül kokusu vardı o zamanlar. 
Ne zaman ki süngülendi bebekler, 
Ve ben körolası gözlerimle gördüm. 
Ne zaman ki sürüldük o diyar-u jar ülkesinden, 
Dilini bilmediğimiz bu yaban ellere. 
İşte o zaman başladı, bizim için cehennem. 
Şimdi bu yanası İstanbul'da, 
beton duvarların arasında, 
Kimse duymaz ki sesimi 
Bazen çıkıyorum, Kartal'ın tepesine 
Geceleri Ay'la konuşuyorum. Ne yapayım? 
Soruyorum ona, 
Nereye gidiyor bu dünya?" 

Bu sorunun yanıtı-sesli bir şekilde konuşmaya cesaret edemeseler de- içinde azıcık adalet duygusu taşıyan herkesin yüreğini tırmalayıp duruyor. Yutkunup yutulan her sözcük, ateşten bir top gibi duvarlarını dövüyor insanın. 
"Nereye gidiyor bu dünya?" 
Gene aynı Dünya Ana'nın söyledikleriydi dizelerimde hiç susmayan: 
Aynı mavi göğün altındayız 
Aynı güneş ısıtıyor bizi 
Geceleri aynı ay 
Niye öldürüyorsunuz bizi? (*) 
Aslında bu yazıyı kendi içinde kurgularken, çocukluğuma dönüşümü, köpeğimiz Koto'yu anımsayışım nostaljik bir esintiden yardım istemek değildi. Bir an yakılıp yıkılan köylerin, isten ve acıdan kararmış kapılarından geçtim. İstanbul'da Kartalın tepesinde Ay'la söyleşen Dünya Ana'nın söylediklerini duyduk. Aklıma sahipsiz kalan mezarlar ve köpekler geliyor. Bunca ölümün, kıyımın, göçün, açlığın... ortasında, yanlış ve önemsiz hedeflere kilitlendiğimi zanetmeyin. Ovacık'ın Babamansur Mezrası'ndan sürgün edilen köylüler anlatmıştı. Anlatılanlar yüreğimin çeperlerine vura vura susmadılar asla. Alıp şiirime emanet ettim: 

Şimdi babamansur mezrasını sahipsiz 
    köpekler bekler 
O azgın kangal köpekleri ki insansız 
    yapamıyorlar 
Kuş uçurtmaz, yolcu geçirmez, 
  kurt ulutmazlardı zemheride 
Şimdi gördükleri her insanın yoluna 
    koşuyorlar 
Ayaklarına sarılıp sarılıp kokluyorlar, 
    kokluyorlar 
Dağ yamaçlarında insansız kalmış 
   gitarların tellerinde 
Ağlayan rüzgarla, dönüp duruyorlar 
Dönüp duruyorlar 

Ne yazılsa, ne söylense, çoğu eksik kalıyor. İnsanın tarihi ve kökleriyle yaşamak istemesinin hikayesinde kan ve gözyaşının bulanıklaştırdığı sayfalar arasında, sararıp soluyor zaman. 
Ekmeğin, gazın, tuzun, şekerin... Karneye bağlandığı bir coğrafya, geceleri kapıları kilitlenip üstüne örtüldüğü bir kentin seceresinde, yanık bir uzunhava tadıyla tütüyor geceler. Aydınlatma fişekleri ve şarapnel makamından sağılıyor rüyalar. Bebeklerin sıcak süte hasret gittiği soğuk gecelerde korkudan fİsİldanarak söylenen bir ninniye  saklanıyor anneler. Dalda ceviz çürüyor, dalda elmalar. Söküle söküle atıldığımız topraklarda ayrıkotları ve baykuşlar bekliyor viraneleri. Bir çöp yığını gibi kıyılarına atıldığınız kentlerde, koca bir yalnızlık, koca bir yoksulluk bekliyor. Sürgün daha ilk günden ılık gözlerinize yürüyor. Daha ilk geceden tütün, sararmış parmaklarınızın arasında, yanık yanık Munzur kokuyor. Zorla dikildiğiniz yeni saksıda toprak, kuruyan bir beton gibi kuşatıyor kimliğinizi. Canınız yanıyor. "İmdat!" diyen sesinize, çok az dönülüp bakılıyor. Yaşlıların o topraklara gömülme arzuları, gün gün azalıp eriyor. 

Acıyı yazmak neye yarar? Yada iki damla gözyaşı! Sızlanmak neye yarar? Parmaklarınızın arasında yaşlanıp duran tütün neye yarar? Neye yarar kentlerin irininde acıyıp durmak? 

Bu soruların yanıtını bilmek, beynimizin labirentlerinden çıktığımız gün bir anlam ifade ediyor. Ancak atılmış bir adım düşüncelerimizden daha öndedir. Gümüşkapı'nın kanamalı yarasına attığımız küçük bir dikiştir samimiyetimizin ifadesi.

Ben bunları yazarken, kent sayıklayan uykusunda. Dönüp duruyor. Huzursuz soluk alışı, giderek azalan bir hırıltıda kalıp duruyor.

İnsan beyni, düşleri, bilincindeki ekran; ışıktan önce varıyor uzaklara. Kapıları üstüne örtülen kente konuyor. Dersim, koynundaki ekmek karnelerini eskitirken, ben dizelerime sığınıyorum: 

Lirik gecenin metaforunda dumanlar 
    uzuyor 
Ay kavalını alıp geliyor harmanyerine 
Ağlıyor parmak uçlarında 
Gümüş saçlarından tutuşuyor melodiler 
Yanık buğday kokusu, ardıç siluetleri, sarı çiçekleri kayaların 
Kanatları yorulan kuşlar ateşe düşüyor 
Geyik sürüleri uçurumlara 
Toprağın kalbinde hıçkırıklar 
Siyahlar acıyla söyleşiyor, ah umut 
Alişer ve zarifedir kararmış samanyolundan kopup gelen 
Yıldızların mavi gözyaşlarıdır 
Munzurda yüzünü yıkayan geronimolar 
Ateş kuyularında sararsın diye mülteci yürekleri 
Dengbejleri de sürgündür dersimin 
Sabırsız bir vantuzdur betonormanı metropollerin varoşları 
El eden bir ihanet 

Hiç boşuna heveslenme taş değirmen. Boşuna heveslenmesin irin. Belleksiliciler boşuna heveslenmesin. Yalancı tarihçiler. Boşuna heveslenmesin zulüm. Boşuna... 
Gümüşkapı'n örtük kalmayacak! 

Mart '98/Üstanbul 


 

|Main||media||Dersim7||Language||Research||Kultur/Zagon| |Email