DANSÖZ KIVIRMALARI / Bahattin YILDIZ

3.SAYFA

1.SAYFA
2.SAYFA
3.SAYFA
4.SAYFA
5.SAYFA
6.SAYFA
7.SAYFA
8.SAYFA
9.SAYFA
10.SAYFA
11.SAYFA
12.SAYFA
13.SAYFA
14.SAYFA
15.SAYFA
16.SAYFA
17.SAYFA
18.SAYFA
19.SAYFA

Önceki Sayfa

7

 

 

                Yargı binasının giriş kapısı önünde binaya girmek isteyenlerin oluşturduğu uzun kuyruk göze çarpıyordu. Birkaç kişinin üzerinde ruhsatsız silah, kesici ve delici aletler bulunması üzerine görevlilerce daha ayrıntılı üst arama ve kontroller yapılmaya başlanmış olması nedeniyle kuyruk uzadıkça uzuyordu.

                Duruşma salonunda bulunan Ber; Maf’ın yeğenin tutuklu olduğu cinayet dosyasının duruşmasına girmek için sırasını bekliyordu. Yakın günlerde teslim olmuş SahFail’in savunmanı olarak bulunacaktı. Bu tür cinayet dosyalarının görüşüldüğü duruşmalar; -hele, ucundan Maf’la ilgiliyse- izleyicilerinde artış gözlenir ve  medyanın aşırı ilgi göstermesine neden olurdu. Ber, önemli bir duruşmanın stresini önceden taşıyordu.

Oksijeni iyice azalmış duruşma salonundan hava almak için koridora çıkan Ber, aynı amaçla dışarı da bulunan avukatların ayak üstü muhabbetine, katıldı.

Konu Yargı habercisinin dosya sıralamasıyla ilgiliydi. Biri eliyle parayı sembolize eden mimik hareketleri yaparak "Bunu verenin dosyası sihirbaz eli değmiş gibi öne alınır... Saatlerce stresli beklemelerden kurtulur..." diye anlatıyordu.

Bu esnada Maf’ın gözde elemanı Sağkol, iki metrelik mesafeye kadar yaklaşmıştı. Ber’e yanına gelmesi için işaret etti.Ber, gruptan ayrılarak yanına vardı.

Sağkol, elinin tersiyle alnındaki birikmiş teri sildikten sonra, kızgın ve küçümser bir tavırla; "Karşı taraftan da epey adam birikti," dedi. "Ortalık alevlenebilir... Duruşma hala neden başlamadı, neyi bekliyorsun?..." 

Ber, aldığı bilgiye göre görevlilerin kursevinden gelmesinin geciktiğini belirterek, ‘Ne yapabilirim?’ şeklinde iki yana açtı kollarını.

Kısa bir süre sonra Tut-Bırakma Kursevi görevlilerinden birinin görünmesiyle, haberci; Ber’in dosyasında bulunan tutuklu sanıkların getirilmesini istedi. 

Biraz önce sıranın kendisine geldiğini belirttiği avukata; "Sizin dosyanız daha sonra alınacak!" dedi haberci. Sağ elini salon kapısına doğru uzatarak  "Buyurun!" dedi, Ber’e.

                Ber, içeri girerken Maf’ın etkisinin ne kadar geniş kapsamda olduğunun bir kez daha  farkına varmanın verdiği gururu taşıyordu.

Duruşma salonu, diğer yargı salonlarına göre nispeten daha genişti. Görünüşü; "Anti-Hafif 8.Yargılama Grubu" ismine uygun ağırlığı yansıtıyordu.

İlköğretim sınıfındaki sıralara benzeyenlerden iki tanesi karşı karşıya konulmuştu. Biri sanık avukatı diğeri şikayetçi avukat içindi. Ber, hangi sırada durulması gerektiğini staj esnasında iken ezberlemekte bayağı zorlanmıştı. En son Artsa, "Yargı başkanının sağkolu ile solkolunu esas al," demişti. " Şikayetçi avukatı olduğunda yargı başkanının sağkol tarafına düşen sırada; sanık avukatı olduğunda ise solkola düşen sırada duracaksın..." Bu güzel bir formüldü ve girer girmez yargı başkanının sağ ve solkolunu hesaplayarak; durması gereken yeri seçebiliyordu.

                Yargı başkanının solkoluna düşen sıraya geçti. Çünkü, bu duruşmada sanık avukatıydı. 

İlgili dosyasını masaya açtı.

Yazman kadın, üst tutanağın altına karbon koyarak kendisi içinde bir nüsha fazla parşömen ekledi, mekanik daktiloya.

Yargı başkanının kendisini yan gözlerle arada süzmesi, bir "Hata mı yaptım?" şüphesini oluşturdu, Ber’de. O, salonun düzenini sağlayan tek başkandı ve onun ağzından dökülecek tek kelimeyle duruşma sonlanma-dan, kendisini dışarıda bulabilirdi. "Galiba izin verilmeden oturmama bozulmuş olabilir." Ber ayağa kalkarak bekledi.

Başkanın bakışları önceki bakışlar değildi, artık. Bu kez ‘Aferinliydi.’

Yargı başkanı ile on üyenin ve devlet avukatının kurulu olduğu yarım ay şeklinde uzanan sıra; yer seviyesinden iki metre yüksekteydi. Arkalarında bulunan pencerelerden gelen günışıkları nedeniyle, yargı üyelerinin yüzlerini seçmekte zorlanıyordu. Bazıları karartı görünümün-deydi.

İzleyici locasında oturacak yer kalmamıştı. Locanın yanında bulunan sandalyelerde oturan yazılı, görsel medya temsilcileri, yargı grubunun çok fazla dikkatini çekmemeye özen göstererek, arada sandalyelerinden iki büklüm kalkarak sanıkların değişik mimik ve hareketlerini yakalayıp  fotoğraflarını çekiyorlardı. Kameralar sürekli açık gibiydi.

Yargı başkanı, dosya içeriğine yeni gelen belgeleri sırasıyla okuyarak kadın yazman’ın yazmasını sağlıyordu. Yargı üyelerinin ve devlet avukatının bulunduğu yarım ay şeklindeki kürsünün düşeyinde bulunan kadın yazman, on parmağını maharetle kullanarak bazen söylenmeyeni tahmin ederek önceden yazıyordu. Yargı başkanının cümlesi noktalanmadan arada ellerini tıklatmasından bu durum belliydi.

Yargı başkanının, cümleleri daktilo sesleriyle karışıp anlaşılmaz bir hal alıyordu. Başkandan çıkan ses Budist törenindeki rahiplerin çıkardığı mırıltılar gibiydi. Ber, yazdırılanları daha iyi duyabilmek için serçe parmağıyla her iki  kulağının deliklerini sırasıyla kaşıdı.

Etrafı demir kısa çubuklarla örülü suçlu bölümünde bulunanlardan biri; Maf’ın yeğeni, diğeri ise ‘Suçu ben işledim, adamı ben öldürdüm.’ diyen ve Ber’in müşterisi olan kişiydi. Ber, hangisinin müşterisi SahFail olduğunu ifadeleri alınırken öğrendi. Temiz takım kıyafetli, kravat takmış, yeni ve fazlasıyla traşlı olduğu yüzünden ve ensesinin cilalı olmasından belli olan değil hırpani giyimli ve hafif sakallı olan şahıstı.

Geçmiş akşamların birinde Maf’ın Restseyh’de vermiş olduğu yemekte tanışmış olduğu Yargı 2.üyesi ile aniden göz göze  geldiklerinde ikisi de gözlerini birbirlerinden kaçırmaları gerektiğinin farkına vardılar.

Yargı başkanı, Maf’ın anlattığı gibi kötü birine benzemiyordu. Gözlerinden güzellik okunuyordu. Ber, iyi-kötü kavramlarının kişiden kişiye değişen kaypak kavramlar olduğunu düşünerek içsel çekişmesini sonlandırdı.

Ber, nefes almakta zorlanıyordu. Salonda bulunan kalabalık DevMalDen-Y.Dom holdinginin Sodgom Devletinin hazinesini hiç etmesi gibi, bulunan oksijeni ‘Lüp’ etmişlerdi. Çalışan eski tip klima serinletmeyi yeterince sağlamaktan uzaktı. Çıkardığı gürültü "Keşke çalışmasa," dedirten yükseklikteydi. Klimanın çalışması pencerelerin kapanması sonucunu da beraberinde doğurduğundan, kalabalık bulunanlar dışında oksijen eksikliğinin bir kaynağı da buydu. Ad Kentinin pek iyi olmasa da içeriye nispeten ‘Kötünün iyisi,’ havası içeriye yansımıyordu.     

Sanıkların ifadesi alınmaya başlanmıştı.

Yargı başkanının, devlet avukatının suçlamasını içeren iddia belgesini okuyup; "Evet! Haraç istediğin ve şu anda ölü olan kişinin olumsuz yanıt vermesi ve işyerinden kovması üzerine onu öldürdüğün suçlamasına ne diyorsun?..." sorusunu yöneltti.

Maf’ın yeğeni "Suçlamanın kendisini çekemeyen kişiler tarafından atılmış iftiralar olduğunu... Suçsuz olduğunu." belirtti. Savunmasına duygusal bir boyutta ekledi "Uzun zamandır tutuklu kalmakla hem kendisinin hem de evinde ekmek bekleyen çocukları ve eşinin mağdur edildiğini..." ekledi. Sesi mahzun ve etkileyiciydi.

SahFail ise, öldürme olayını kendisinin gerçekleştirdiğini ölen kişinin kendisine ve ailesine küfür ettiğini, bu nedenle dayanamadığını ve pişman olmadığını cezası ne ise razı olduğunu ekleyerek belirtti.

Yargı Başkanının, suçun işleniş şekline yönelik ayrıntı içeren sorularına gayet makul ve ezberi iyi olan bir öğrenci gibi yanıtlar veriyordu.

Söz sırasının kendisine gelmesine saniyeler kalmıştı. Boğazının kuruduğunu hissetti. Yargı Başkanının önünde bulunan su dolu sürahiye yutkunarak baktı. Su istemek, duruşmanın disiplinin yara almasına neden olacaktı... Yanlış anlaşılacaktı...

Ber, heyecan dalgasını içinde yoğun olarak hissetmeye başladı. Kendisini yatıştırmak için derinden  ve usulca nefes alıp vermeye başladı. Bunun yararı oluyordu... Bir nevi stres ve gerginlik giderici bilezik gibiydi...

Maf’ın  avukatlığına layık olduğunu kanıtlamalıydı. Dikkatli, ikna edici ve soğukkanlı olmalıydı...

                Maf’ın yeğeninin avukatı olarak duruşmaya katılsaydı savunmada pek zorluk çekmeyecekti... Sonuçta suçsuz olduğunu belirtecekti. Şimdi ise bir korkuluk konumunda olduğunu kendisine itiraf etmek zorunda kalıyordu. Suçsuz olduğunu bildiği SahFail’in suçlu olduğunu belirtmesi ne kadar uygundu....

                Söz sırası kendisindeydi.

                Bütün gözler de kendisindeydi.

                Bakışların ağırlığını duyumsadı.

                İkinci adını hatırlayamadığı, ‘Dale...’ isimli yazarın kitabındaki taktiği hatırladı; ‘...Karşındaki dinleyicileri patates çuvalı olarak düşün!...’ Ber düşündü. Karşısındakileri patates çuvalları biçimine indirgeyemedi. Bir tarafta Medya temsilcileri, bir tarafta yargı grubu üyeleri ile devletin avukatı, bir tarafta Maf’ın elemanlarından oluşan dinleyici grubu, bir tarafta benliği...

                Boğazı düğümlendi.... Öksürdü... Ses telleri arasında bulunan balgamı sökmüştü ve ortamın estetiğine uygun davranış yutmaktı. Ve yuttu...

                "Müşterim SahFail, gerçeği itiraf etmiş, ölüm olayının bizzat kendisi tarafından gerçekleştirildiğini açıkça ve ayrıntılı olarak belirtmiş, bir başkasının  kendi işlemiş olduğu fiilden ceza alabileceğine dair çektiği vicdan azabı sonucu bizzat kendi özgür iradesiyle kentimizin güvenliğine teslim olmuştur... Cezasını çekmeye hazırdır. Önceden aleyhine olan kanıtları yok etmiş olmasına rağmen kendiliğinden teslim olması ve örtülü kanıtları ortaya sermesi ve ayrıca; küfür ve hakaret nedeniyle oluşan tahrik sonucu bu eylemi gerçekleştirmesi de göz önüne alınarak verilecek cezadan indirim yapılmasını talep etmekteyiz..." dedi bir çırpıda ve nefes almaksızın...

Son duruşmada söylenmesi gerekenlerdi... Fakat Maf’ın yeğeninin bu oturumda serbest bırakılmasında yararı olur düşüncesiyle bu duruşmada sunmuştu.

                Devletin avukatındaydı söz sırası. Yanındaki yargı üyesi ile bir şeyler fısıldaştılar. Ber, kendisinin de avukat olduğunu  düşünerek içselinde karşılaştırma yaptı. Üç metre yüksekte olan devletin avukatı kendisinden konum olarak da yüksekti, fısıldaşma serbestisi vardı. Ama o devleti temsil ederken kendisi bireyi temsil ediyordu. Güç anlamında aşırı fark vardı ve yukarda durması duruma uygundu.

                Devlet avukatı; "Kanıtların yeterince toplanmadığından, suçun  vasıf ve mahiyetine, dosya kapsamına göre tutuklunun tutukluluk halinin deva-mına; SahFail’in ise, yargıyı aldatmaya yönelik beyanları nedeniyle bu suçtan ayrıca tutuklanmasını talep etti."

                Yargı grubu; başkan dahil, oy çokluğuyla devletin avukatının isteğine göre karar verdi. Sabıka belgelerinin gelmemiş olması nedeniyle yirmi dokuz gün sonraya duruşma bırakılmıştı.

                Maf’ın organizasyonu başarısız olmuştu.

Ber’in beklentisinin aksine bir karardı.                

Med’in altın sarısı yazılarında belirttiği tahminler doğrulanmıştı.

Ber, yargı habercisi tarafından kendisine verilen ve çok kullanıl-maktan işlevini yitirmiş karbon kağıdının altındaki çoğu silik çıkmış yazılar içeren duruşma tutanağını alarak kös kös duruşma salonunu terk etti. Yapabileceği bir şey kalmamıştı. Bir oy farkıyla Maf’ın yeğeninin serbest bırakılması gerçekleşmemişti.

Dışarıda kendisini bekleyen Sağkol’a, fazladan bir açıklama yapmasına, gerek yoktu.  Çünkü; izleyici locasında oda vardı. Olanları izlemiş olmalıydı. Onla tokalaştıktan sonra tek başına ofisinin yolunu tuttu.

 

 

                                                                              ***

 

 

                Ber, Ofis de kendisini bekleyen birkaç müşteriyle görüşüp onları uğurladıktan sonra, yakınlarındaki lokantadan istetmiş oldukları birerden iki porsiyon pilavlı döner, salata ve ayranı, Mus ile karşılıklı iştahla bitirdiler... Mer kentinde bulunan ve yanında staj yaptığı avukat Artsa’nın notu nedeniyle onu arayarak muhabbet ettiler. Birbirleriyle uzun zamandır konuşmamışlardı. Bu eksikliklerini azda olsa telefonla karşıladılar. 

                Kapanan telefonun zili gecikmeksizin çaldı. Maf‘ın telefonda olduğunu Mus’un bildirmesi üzerine ahizeyi kaldırdı. Oturumun sonunda yeğeninin bırakılmamasına neden olanlara duyduğu öfkeyi, kendisini de katarak bağıra bağıra söyledi. Ber’in oturumda gerekli eforu, shov’u göstermediğini, gerekli bağlantıların yapılmış olmasına rağmen bu olumsuz sonucun kendisi için acı bir sürpriz olduğunu belirtti.

Ber, "Ben savunmayı gereğince yaptığımı sanıyorum," diyerek kısa kesti. İlişkinin olumsuzlanmaması anlamında; "Yine de bundan sonra daha fazla efor sarf edeceğine..." dair söz verdi...

Kapatılan telefon sonrası, oturduğu yerden ayaklarını yukarıya  kaldırarak, masaya koydu. Yorulmuştu. Sigara yaktı. Mus’un getirdiği sıcak çaydan üst üste yudumlar aldı. Çay iyi gelmişti kendisine...Öylece yarım saat kaldı. Ta ki; çalan telefon zili sonrası Mus’un;" Markız telefonda, " deyişine kadar.

Evet, telefondaki Markız’dı ve sesi umut vericiydi.

Yorgunluğun üzerinden uçup gittiğini hissetti. Evde kahve içişlerinden sonra geçen süre içinde telefonla birbirleriyle konuşmaları olmuştu. Markette anlık yüz yüze bazense çeyrek dakika sınırlı izinlerle market bitişiğinde olan pastanede muhabbet edebilmişlerdi. Teklif içerikli yemek davetlerini Markız hep geri çevirmişti, şimdiye kadar.

Bu kez kabul ediyordu. Hala teklifinin geçerli olup olmadığını soruyordu. Bu akşam için müsait olduğunu belirtiyordu. Ber, doğal olarak kabul etti. Bir eli kanda olsa bile böyle bir teklifi ret etmeyecekti. Yaşamı boyunca ilk kez bu kadar yoğun seviniyordu.... Markız, "Yemeği dışarıda..."  demiş, "Kahveyi senin evde içeriz. Falıma bakarsın," diye çapkın bir kahkahada eklemişti...

 

 

                                                                              ***

 

 

                Akşamın olmasına sayılı az saatler olmasına rağmen Ber’e günler kadar uzun gelmişti.

                Nihayet gelen akşamın hafif karanlığı içini ve ofisini aydınlattı. Evet Markız söz verdiği vakitte ofisine gelmişti.

Markız, bir başka güzel görünüyordu bu akşam.

Kısa süren konuşmalardan sonra birlikte  kararlaştırdıkları restorana doğru yola çıktılar.

Gittikleri restoran kentin orta halli insanlarına hitap eden bir yerdi.

Şef garson nereye oturursanız oturun tarzında eliyle boş masaların bulunduğu yerleri işaret etti.

Markız’ın uygun bulduğu en köşedeki masaya oturdular.

Şef garson kendilerine nefes alma, etrafı tanıma fırsatı vermedi. Mönü listesi uzatmadan hazırda olanları çabucak ezbere sıraladı.

                Markız, içecek olarak kırmızı şarap istedi. Yiyecek siparişlerini ise Ber’in zevkine havale etti.

Ber,  masanın mezelerle, daha sonra karışık ızgaralarla donatılmasını istedi. İçecek olarak da "Markız’ın istediğinden olsun,"dedi .

                Markız’ın güzelliğini, onu rahatsız etmemeye çabalayarak seyredi-yordu Ber.

Hafif bir esinti de neredeyse telleri birbirinden ayrılıp sayılabilecek kadar ince ve ayrık düz ve uzun siyah saçları, küçücük burnu, anlamlı ve masum bakışları, Brezilya’lı kadınlardan biraz daha açık ten rengi, hafif gülümser yüz ifadesi, sorulara verdiği doğal cilveli mimiksel tepkileri, uzun zarif elleri, dışardan sırıtmayan tipine uygun ölçüde olduğu dışardan da anlaşılan göğüsleri...

Siyah renkli uzun elbisesi güzelliğini daha fazla ön plana çıkarıyordu... Ad kentinde öğrendiği ve bu tür güzellikleri anlatmak için kullanılan “Tanrı, boş vaktinde yaratmış...” deyişini anımsadı. Bu deyiş Markız’la örtüşüyordu...

                Bu kadar güzel ve hoş bir kızla ilk kez yemeğe çıkmıştı.  Genelde her insana iyi kısmet hayatında bir kez gelirdi... Böyle tatlı biriyle gelecek yaşamında bir kez daha karşılaşamayabilirdi...

Ber’in, "Dur-Al Marketindeki alışverişlerinin asıl amacının özellikle kendisini görmek için...” olduğunu belirtmesi Markız’ın hoşuna gitmişti.

"Markete gelen müşterilerin çoğunu tanırız," dedi. "Özellikli olanların ise boş vakitlerde dedikodusunu aramızda yaparız. Tüm çalışanlar, senin pek yakışıklı olmasan da kibar, gizemli, sempatik hoşa giden bir insan olduğunda hem fikirler." Eliyle ağzını kapatarak güldü." "Ayrıca bana karşı bakışların ürünler konusunda bana çok soru sormandan anlam çıkarmaya çalışıyorlar... Haberin olsun!"

                Dikkatlerin üzerinde yoğunlaşmasına karşı sıkılgan tepkide olmasına rağmen, Markız’ın söylediklerinden  pek hoşlanmıştı. Belki de cümlenin içeriğinde Markız’ın kendisiyle ilgili düşünceleri konusunda olumlu ipuçları vermesi ve bunların da hoşa gidecek nitelikte olmasındandı.

                Ber, boşalan şarap bardağını eliyle havada tutup garsonun  görmesini sağladı.

Doldurulan şaraptan bir yudum aldı. "Markız!..." diye seslendi.

Markız devamını beklerken, Ber, nasıl bir cümle kurması gerektiğini düşünüyordu. "İlk gördüğümden beri senden çok hoşlandığımı bilmeni istiyorum..." Klasikti, fakat yeterliydi.

Duygu ifadesinin mutlaka süslü olması gerektiği yönünde oluşmuş geleneksel katı bir kuralı yoktu. Bu yönde bir yasa da yoktu. İçseli, karşı tarafa iletmek yeterliydi. Ber, başarmıştı ve karşı tepkiyi bekliyordu. Reddedilmeye  tahammülü yoktu. Reddedileceğini bildiği durumlarda teklif etmeme alışkanlığı vardı.

Geçmişinde kabul edileceğine kesin gözüyle baktığı bazı istemlerinin, muhataplarınca olumlu yanıtlanmaması nedeniyle yaşadığı hayal kırıklıkları kendisini çekinceli bir yapıya dönüştürmüştü.  Bu tür durumlarda algılamalarında hata yaptığına inanmıştı. İçsel gelişimi, bunun her zaman doğru olmadığını kavramıştı. Kişinin içinde bulunduğu psikolojik atmosferi, bireysel kuralları, kaprissel yapıları, bir şeyler elde etme art niyeti, toplumsal baskılar, yanlış anlaşılma kuşkusu gibi bir çok faktörlerde etkiliyordu; içsel yapı zıddına dışsal tepkide bulunma davranışını.

Kendisinin ona karşı beslediği duyguların  benzerini Markız’ın da taşıdığını duyumsuyordu. Ya o da bazıları gibi bir şekilde içselini kendisi-ne yansıtmazsa... Şimdiye kadar gelişen ilişkiler bunun olmaması gerekti-ğini söylüyordu. Buna rağmen her birey ayrı bir dünyaydı ve sürekli bilinmeyeni barındırırdı. Her keşif, keşfi gereken başka bilinmeyenlere açılan bir kapıydı. 

Gözlerini Ber’den kaçırarak, "Galiba ben de sana karşı boş değilim," dedi Markız.

                Kısa fakat mutlu bir sessizlik yaşadılar. Bu sürede çalınmakta olan dönemin hit parçasına da kulak verdiler. 

Aralarındaki suskunluğu Markız bozdu, "Ne harika bir parça yapmışlar değil mi?" diye sordu. Sessizliğin uzaması sıcaklığı azaltmamalıydı...

"Evet!... Güzel!... " diye yanıtladı Ber. " Fakat bu ezgi bana hiç yabancı gelmiyor... Sanki daha önceden... Evet! Evet!... Küçüklüğümde radyodan sürekli dinlediğim bir parçaya çok benziyor... Hatta annem bu parçayı çok severdi, radyoda her çalınışında eşlik ederdi." 

                "Yanlış hatırlıyor olabilirsin!" dedi, incitmeyecek yumuşak bir ses tonuyla. "Söz, beste sahibinin SahSan’a ait olduğunu, video klipinin altındaki yazıdan okumuştum."

                "Yanlış anımsıyor, olabilirim," diyerek tartışmayı sonlandırdı Ber.

                Boşları toplayan garson, "Bir emriniz var mı?" diye sordu.

                Berde  Markız’a, bir isteği olup olmadığını sordu.

                "Teşekkür ediyorum, her şey çok güzeldi," diye yanıtladı.

                "Kahve içer misiniz?" teklifini bu kez getirdi garson. "İşletmemizin ikramı..."

                Markız ile Ber, birbirlerine gülümseyerek baktılar. Kahve Ber’in evinde içilecekti. Burada içmenin bir anlamı yoktu.

                Gelen hesabı Ber ödedi.

                Şimdi, Markız’ın yaktığı sigaranın bitmesi bekleniyordu.

                Aniden dışarıdan gelen siren sesleri duyuldu... Kesik kesik gelen siren sesleriyle; restoran da hareketlilik başlamıştı.

                İşletmenin tek telefonunu kullanmak için bir kaç kişi sıraya dizildi. Diğer bir kaç masada bulunanlar da çabucak toparlanıp, çıkış kapısına yakın konumlandırılmış masada bulunan kasiyere ayaküstü hesap ödeyip hızla dışarı fırladılar.

                Son günlerde yazılı ve görsel basında anlatılan ve bazı resmi dairelerin duvarlarına yapıştırılmış, "kesik kesik siren sesi," tanımlı tehlike sinyali işaretiydi bu.

                Markız yanan sigarasını söndürdü. Şaşkın ve korku dolu gözlerle Ber’e bakıyordu...

                Ber’de benzer korkular içindeydi. Ama dışsalına yansıtmamaya çabalıyordu. Aksi halde Markız’ın panik durumunu artıracağını tahmin edebiliyordu. Bir de gelenekselleşen ve yansımasını filmlerde sürekli bulan bayan yanındaki koruyucu, soğukkanlı bay tipini oynamalıydı.

                Onlarda genele uydular, dışarı çıktılar.

Aniden caddenin lambaları sırasıyla söndü sanki. Elektrik kesilmişti.

Taşıt sesleri, korna sesleri, bağırışlar, haykırışlar karanlığa hakim olan seslerdi. İnsanlar birbirlerini neredeyse ezerek ilerliyorlardı. Varmak istedikleri yerde kendilerini bekleyenleri vardı, ilgilenmeliydiler. Çoğunluğu ise en güvenli yerin evleri olduğu düşüncesiyle hareket ediyordu.

Otobüsler, minibüsler, ticari taksiler yolcu almadan uzaklaşıyorlardı. Bazı kişiler taşıtların kendilerini almaları için neredeyse tekerleklerinin altına atılacak hareketler yaparak sürücüleri etkilemeye çabalıyorlardı.

Kesik siren sesleri hala duyuluyor ve kulaklarda yankılanıyordu. Bu ses, sıra dışı görüntüyü daha çok gerginleştiriyordu. İnsanların ve taşıtların çıkardığı seslerle karışan siren sesleri; gerilim filmlerinde ki arka fon müziği gibiydi. Bir kat daha korkuyu ve endişeyi artırıyor, paniği pompalıyor, kalp çarpıntılarını yükseltiyordu.

Markız’ın titrek ellerini tutarak yakın mesafeli minibüs, dolmuş, taksi duraklarında gidiş gelişleri yaşıyor ve yaşatıyordu.

Sonuçsuz kalması nedeniyle yola çıkarak diğer yayalar gibi geçmekte olan her taşıta el sallamaya başladılar. 

Zincirleme giden araçların trafik sıkışıklığı nedeniyle durmasından yararlanarak birkaçının kapılarını açmaya çalıştı Ber. Kapılar kilitliy-diler...

Normal günlerde bu davranışı mümkün değil yapmazdı... Kendisine yediremezdi...

Normal günlerde bu davranışa muhatap olan taşıtın sürücüsü bu kadar sessiz kalmazdı... Ad kentinde bu davranış sonucunda, eylemde bulunan ile eyleme muhatap olanlardan biri mutlaka  bir zarar görürdü.

Güvenlik Ekip arabalarının hoparlöründen "Panik yapmayın!... Sakin olun!..." anonsları duyuluyordu. "Herkes önceden duyurulan tedbirleri alsın!..."

Civarda başında gaz maskesi takmış bir Allah’ın kulu yoktu. Birinin panik hareketlerinden kaynaklı dirsek vuruşu nedeniyle burnu kanayan bir yurttaşın burnuna dayadığı mendil dışında, yüzünü, ağzını, burnunu kapatan da yoktu.

Yaşlı bir adam, yere yığılmış yaşlı eşini, koltuk altlarından tutmuş ayağa kaldırmaya çalışıyordu. "Kalk Hanım!..." diyordu. "Şimdi bayılmanın sırası değil!... Çocuklar merak eder!..."

Küçük bir çocuk, elinden çekiştirerek götüren babasına; "Baba!... Saddam’ın füzesi ne zaman düşecek?" diye sordu.

"Kepenkleri de kapat oğlum!..." diyordu kuruyemişçi, dükkanını kilitlemeye çalışan çırağına. "Tantanadan camları indirmesinler... Yağma falan olabilir..."

Birleşik devletin, yakınlarda bulunan 2.BD.Ad Kenti üssünden havalanmış jetlerinin gökyüzü karanlığında ufak ön ışıkları görünüyor, kulak tırmalayıcı gürültüsü  duyuluyordu. Savaş uçakları karanlıktaydı, görünmüyordu.

"Ber Bey!..." diye bir ses duydu. Kulak kabarttı. Kendisine sesleniliyordu...

Aynı sesin sahibi, "Atla!... Atla!..." diye bağırıyordu.

Çevresine baktı. Önünde duran aracın ön kapısını yarıya kadar açarak uzanan başı tanımıştı. Bu apartmanları altında bulunan küçük marketin sahibiydi.

Ber, ikiletmedi. Hemen ön koltuğa kuruldu. Aniden geri indi... Markız’ı unutmuştu. Ön kapıyı kapadı. Arka kapıyı açtı. Markız’ın binmesini sağladıktan sonra yanına kuruldu. Şimdi özür dilemek için uygun zaman değildi. Olan kitlesel panikten Ber’de payına düşeni almıştı.

Evlerine varmak isteyenler... Başka kentlere kaçmak isteyenler... Yolda çarpışma nedeniyle trafiği aksatan araçlar... 

Araç trafiği önündeki engeller sürücülerin ve yolcuların bedensel gücüyle aşılıyordu. Yolda kalmış taşıtlar yolun kenarına savrularak atılıyordu, sanki...

Trafik sıkışıklığı nedeniyle yirmi dakikalık yolu ancak bir buçuk saatte alabilmişlerdi.

Ber ile Markız’ın evlerine giden yolların kesiştiği çatalda "Beni eve bırakır mısınız?" ricasında bulundu Markız.

Ber’in hoşnut olmadığı bir ricaydı. Ama ısrar yararsızdı. Hem, "Kasap et derdinde; koyun can derdinde," atasözüne muhatap olmak istemiyordu.

Markız’ın evinin önünde birbirlerine vedalaşmak için sarıldıklarında; "Bir başka zaman," diye fısıldadı Markız. "Ölmezsek... Tanrı’nın günü çok!"

Ber, evine varıncaya kadar "Körfez krizini," ortaya çıkaranlara lanet okudu, beddua etti.

"Lanet olsun!...."

"Lanet olsun!...."

"Lanet olsun!...."

"Efendim?..." diyen sürücü konumundaki market sahibine:

"Siz olmasaydınız bu akşam bayağı problem yaşayacaktık." dedi Ber. "Çok teşekkür ediyorum."

 

 

                                                                              ***

 

 

                İlk kez bu kadar gürültülü konuşmaları dairesinin bulunduğu katta duyuyordu. Önceleri ölü sessizliğinin hakim olduğu apartman sakinleri, füze telaşıyla televizyonda izlediklerini birbirlerine yorumluyorlardı galiba. Her yorumun karşısında zıddı yorum yapacak birileri bulunurdu. Bu yapı uğultuların daha çok artmasına neden oluyordu.

                Ber, dairesine girer girmez açıkta olan tüm pencereleri ve kapıları sıkıca kapadı. Saddam’ın kimyasal veya biyolojik başlıklı füzelerinin kente düşmesi halinde sızıntıyı azaltıcı bir önlem olarak hareket etmişti. 

                Hava sıcaklığı, aşırı nem, füze korkusu kendisini aşırı terleten öğelerdendi. Dayanamadı... En azından birini açmalıydı. Tehlike sinyali tekrar aldığında bir pencereyi kapatmak kolay olacaktı...

                Duşunu almak için banyoya doğru yöneldi. Gelecek dakikaların neyi tecelli ettireceği belirsizdi. Yıkanmak için su bulamama riski de gerçekleşebilirdi. Duşunu tam bir keselenmeli yıkanmaya dönüştürdü. Böylece, beden kirlenmesi daha geç gerçekleşecekti.

                Duştan sonra büyük bir poşetin içine yiyecek maddeleri, dünden kalan ekmeği, bir şişe suyu rast gele koyup, banyodaki askılığa astı. Dairede sığınak olarak kullanabileceği en uygun yerin banyo olduğunu televizyonda boy gösteren uzmanlardan dinlemişti. 

                Kanepeye uzanarak bir sigara yaktı. Bedenini gerdi. Bir arkadaşının dediğini anımsadı; "Gerinmek yarı boşalımdır."

                Her gerindiğinde bu sözü anımsamak zorunda mıydı? Bu sözü arkadaşının komik yüzüyle beraber  hatırlar gülerdi... Bu kez sadece gülümseyebildi.

                 Önceden evlerinde kaldığı amcası ve birkaç akrabasını telefonla arayarak durumlarını sordu. Duruma uygun gerginliği onlarda yaşıyordu...

Telefonu kapadı. Boğazı kurumuştu, bir şeyler içmeliydi. Ama, içeceği alkolsüz olmalıydı. Markız’la birlikte içtiği üç kadeh şaraptan tam sarhoş olmamıştı. Üzerine cila çekip kendinden geçmesinin bir alemi yoktu. Uyanık ve ayık olmalıydı.

Telefon zili ikinci kez çaldığında ancak ahizeye ulaşabildi.

Bu saatte arayan kim di?...

Ses, Med’in sesiydi... "Ben, Med!"

Onun, Ber üzerinde korku, gizem, heyecan uyandırıcı bir etkisi olmuştu. Med’in doğal yumuşak sesinde bu kez sert bir ton hissediliyordu. "Görüşmeyeli epey zaman geçti..." dedi. "Nasılsın?... Bu arada neler yaptın?"

Ber, "Bir sen eksiktin!..." dedi hayıflanarak.

"Rahatsız ediyorsam, kapatabilirim..."

"Geçen gecelerin birinde yatak odamın duvarında bir yazı görür gibi olmuştum. Altında senin adın yazılıydı. Halüsinasyon görmeme neden oluyorsun!..."

"Daktilo sesini unutuyorsun!..."

Ber apışıp kalmıştı. Ona anlatmadığı bir şeyi; sesin daktilo tuşlarının çıkardığı sesler olduğunu belirtmesi karşısında duraksadı.

"Sen!... Yoksa.... Şey-tan-mı-sın?..." sorusu iradesi dışında ağzından döküldü.

"Şeytanca işler yapan şeytan olur," dedi Med. " Sana karşı şeytanca bir eylemim olmadı ve olmayacakta..."

"Olağandışı yeteneklerin var...."

"Bu tür yeteneklerin sadece Şeytanlarda olabileceğine dair bir kural yok." dedi, Med ve ekledi;"Çoğunlukla onlarda olsa bile..."

"O yazılarınla beni ürküttün... Korkuttun... Bana zarar verdin."

"Bunu hak etmiştin."

"Neden?"

"Telefonun fişini çekmeyecektin!"

"İstediğimle konuşma veya konuşmama özgürlüğüne sahibim."

"Bazı özgürlüklerinden bana karşı fedakarlıkta bulunmalısın."

"Hiç sanmıyorum!..."

"Sen bilirsin. Ben de farklı yollar deneme özgürlüğümü kullanacağım."

Küçüklüğünde büyüklerin anlattığı efsaneleri, okuduğu bazı öyküleri anımsadı. Bunlar; Olağanüstü yetenekte olan cinler, şeytanlar gibi bazı varlıkların insanları kendilerine esir ederek, onlardan yararlandıkları ve kullandıkları içerikliydi genelde... Sesini yükselterek; "Esirin olmaya-cağım!" diye bağırdı. Bağırtısı kendisini cesaretlendirmişti. "Beni rahat bııraaakk!..."

Med, olanca yumuşaklığıyla. "Ber, Lütfen!.. " dedi. "Bazı karşılıklarım espriseldi. Yoksa senin bireysel özgürlüğüne saygım var." Sesinde duygusal bir ton değişimi sağlayarak, "Madem istemiyorsun seni artık hiç rahatsız etmeyeceğim."

Ber, bu yaklaşıma karşı önceki sertliğinden dolayı kendisine kızdı. Görüşme kendi isteğine bırakılmıştı. Bu kez ne diyeceğini bilemiyordu. ‘Sırlarla dolu, olağanüstü yetenekleri olan biriyle bağlantıyı koparmak?...’ yarar ve zararını düşündü. Bir karara varamadı.

"Füzeler kadar korkutmuyorum en azından!" dedi alaycı bir yaklaşımla Med.

Ber, telefonu kapatmadığı gibi bir yanıtta vermiyordu. Sessizlik girdabındaydı.

"Ayrıca; Füzelerden korkmana gerek yok." dedi Med. "Bu kez Sodgom ülkesine özelde Ad Kentine bir saldırı olmayacak... Senaryo böyle düzenlenmiş..."

Med’in kendisine ait olduğunu belirttiği altın sarısı yazılarda Maf’ın yeğeninin duruşma günü  ile serbest bırakılmayacağı belirtilmişti. Bu iddialı yazıda geçen tahminler doğru çıkmıştı. Ayrıca ilk telefon görüşmelerinde üzerinde bir şey olmadığı, ev ortamı, hatta içtiği sigaranın cinsi, yanık olduğu ve bulunduğu küllüğün rengi gibi birçok ayrıntıyı görür gibi anlatmıştı kendisine. Uyandırma servisine not bırakanında kendisi olduğunu belirtmişti. Peki telefonun fişi?... Bu konuda daha fazla yoğunlaşmak istemedi. Mantık ağları dağılabilirdi... 

Çocukluğunun geçtiği El kentinde, çevrede büyücülüğü ve kahinliğiyle nam salmış Hocanım isimli kadını anımsadı. Bir kez annesi onun yanına götürmüştü kendisini. Annesinin amacı; geceleri gördüğü kabuslarından, korkularından kurtulması için kurşun döktürmek ve ayrıca,  geleceği konusunda kehanette bulunmasını istemekti.

Başının üzerinde tutulan alüminyum tabağın içine dökülen kurşun sonrası ufak bir tasın içine koyduğu suyu incelemişti Hocanım... Bir süre hiç konuşmamıştı. Gözlerinden dökülen birkaç gözyaşı su dolu tasın içine damlamıştı. Sonra Ber’e sarılarak öpmüş, hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.

Kendisini oda dışına göndermişler, annesiyle hocanım kendi aralarında fısıldaşarak konuşmuşlardı. Kulağını kapıya dayamışsa da bir şey anlayamamıştı.

Yolda birlikte giderlerken annesine ne fısıldaştıklarını anlatması için çok zorlamıştı. Annesinin; ‘çok sıkıntı çekeceğini, buna rağmen Hukuk fakültesini bitirip Avukat olacağını, on üç yıl bu mesleği sürdüreceğini,’ Hocanım’ın anlattığını söylemesi Ber’i tatmin etmemişti. Bunun için kendisini oda dışına çıkarmaları gereksizdi. Daha fazlası olmalıydı... 

‘Sonra ne dedi?’ diye sorusunu yenilemişti. Annesi sadece nemli gözlerle gözlerine bakmış, yanıt vermemişti. Ondan sonraki günlerde ısrarlı sorusuna yine yanıt alamamıştı. Mutlaka kendisinin duymaması gereken özel bir şey olduğu, ısrarının yararsız olduğu kanısına vardıktan sonra bir daha sormamıştı annesine...

Hocanım’dan nakleden annesinin belirttiği ‘Sıkıntı çekme...’, ‘Hukuk Fakültesini bitirme...", "Avukat olma..." kehanetleri gerçekleşmişti. Hocanım ile annesinin kendisini aydınlatmadığı fakat nemli gözlerle suskun kaldıkları kısmı merak ediyordu... Kendi kendisine "Saçmalama!" dedi içinden. "Okumuş adamsın!... Hocanım, zamanında atmış, tutmuş... Gelecek ancak yaşandıkça öğrenilir." Ber, buna rağmen bölük pörçük de olsa Med’inde gelecek konusunda duyumsamaları olabileceğine inanmaktan kendisini alamıyordu... 'Onun altıncı hissinin çok güçlü olduğu," sonucunu kabullenerek içsel tartışmasını sona erdirdi.

Med’e; görüşmeyi devam ettirme doğrultusundaki olumlu yanıtı doğrudan vermek istemedi. Ani kıvırışlardan hoşlanmıyordu.

"Füze atılmayacağından nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye sordu. Birden hatırına gelen soruyu da ekledi. "Ad kentinde bulunmuyorsun, galiba... Bu kadar rahat olduğuna göre..."

"Bende Ad kentinde ikamet ediyorum," diyerek merakını giderdi, Ber’in. "Tüm dünya ülkelerinde gelecek düzenleme raporlarıyla önceden düzenlenir." dedikten sonra kısa bir sessizlik yaşandı. "Düzenleme raporu sana yabancı gelebilir; ileride gerçekleşmesi istenen her şeyin önceden senaryo halinde düzenlenmesi ve adım adım uygulanması anlamında düşünebilirsin... Toplumda kullanılan 'Gizli El' 'Derin Devlet' 'Egemen Güçler' 'Fiili Baskın Güçler' gibi kavramlara yakın bir anlam taşıyor fakat daha çok kapsayıcı."

Ber, hukukçu mantığına aykırı gelen senaryo, rapor kavramının benzeş kullanılmasına itiraz etti. "Rapor, oluşmuş olan şeyler üzerinde yapılan incelemeyi kapsıyor, senaryo da olmamışla ilgili değil mi?"

"Kültürüne hayranım," dedi Med. Ses tonunda alaycılık yoktu. "Ama ‘kesin olacak şey olmuş gibidir.’ özdeyişini hatırlatmam gerekiyor. Düzenleme grubu senaristleri, senaryolarını genelde gerçekleştirdikleri için rapor kavramını kullanıyorlar."

"Bu kadar bilgiye nasıl sahip olabiliyorsun? Artı, bu bilgilerin gerçekliğinden bu kadar emin olmanı da garipsiyorum..." Derin bir soluk alıp verdikten sonra devam etti Ber.. "Sen de bir kısım insanlar gibi komplo teorileriyle mi uğraşıyorsun?"

"Bunların yanıtını ileride bir şekilde alacaksın."  dedi Med. Sesi, kendinden emin ve güven vericiydi.

"Üst düzey ajanlar bile bu kadar kesin konuşmazken... Sen!"

"Ben ajan filan değilim Ber!" diyerek araya girdi. Sesi hafif kızgındı. "Duyu ötesi algılamalarımla edindiğim bilgilerden sana sunuşlarda bulunuyorum."

Ber, onun kabullerine uygun olarak konuşmaya devam etmesinin daha uygun olacağını düşündü. "Peki senin sözünü ettiğin Düzenleme grubu hakkında bilgi verebilir misin?... Bu kavram da; soyut bir kavram." 

"Yoğunlukla etkili üyeleri Birleşik Devlette... Bunlar genelde çıkar gruplarının en üst düzey bireylerinden oluşma... Başka ülkelerde de, o ülkenin yurttaşlarından kurulu alt düzenleme grupları var...  Örgütlen-meleri o kadar ayrıntılı ki; küçük bir ülkenin, küçük bir köyünde bulunan bireyin geleceğini bile bir şekilde düzenleyebiliyorlar..."

"Sizin önceki anlatımınıza göre Körfez krizi’de bir senaryo.. Her neyse, rapor..."

"Aynen öyle..." diye yanıtladı, Med.

"Unutmayın ki, Saddam’ın, Kuveyt’i işgal etmesi dolayısıyla uluslararası hukuk kurallarına aykırı davranmış olması nedeniyle ‘Çok Uluslu Devlet Gücü" hukuk kurallarının uygulanması anlamında fiziki tepkide bulundu. "

 Med, hayret dolu bir sesle "Senden daha değişik çıkarımlar bekliyordum," dedi. " Saddam, her nasılsa Düzenleyici Grubunun verdiği güvence ile Kuveyt’i işgal etmişti. Tabi ki aynı grup bu kez Saddam’ın aleyhine çalışıyor görüntüsü verdi. Sonuçta; Doğunun geleneksel yapısında bulunan ‘Dışarıdaki düşmana karşı yek vücut olma, içteki düşmanlıkları unutma’ gibi duyguları sömüren lider, sallanmakta olan yerini daha da sağlamlaştırma konumuna girdi. Zarar gören halklar ve bireyler oldu. Uluslararası Hukuk Uygulayıcısı olarak sözünü ettiğin birliğin asıl adının da “Tek Ulus Etkin Çok Uluslu Devlet,’ olduğunu anımsatmama bilmiyorum gerek var mı?..." Yanıt beklemiyordu. Devam etti. "Saddam’ın, Kuveyt’i işgalinden önce Halepçe’de çocuklar, yaşlılar, kadınlar dahil binlerce insanın kimyasal, biyolojik gazlarla öldürmesi dehşeti karşısında ancak korku filmi izleyicisi kadar etkilenip çenelerini kaşıyanların uluslararası hukuka bağlılıklarından şüphe etmek gerekiyor sanırım. Kural ve değerleri yararlarına kullanmak için var ederler, gerektiğinde askıya alırlar veya geri alırlar..."

Ber’den tepki bekledi. Gelmeyince konuyu değiştirdi, "Neyse bunlar uzun konular..." dedi. "Bu akşam körfez krizine en çok sinirlenenlerden biri sen oldun, sanırım!"

"Evet! Ben oldum!... " diye yanıtladı Ber. "Nedenini  biliyor musun?..." Nedenini bilip bilmediğini merak ediyordu, bunu da bilirse pes diyecekti.

"Markız’la kahve içmeler ve sonrası malum olan şeylerden mahrum kalma..."

"Pes doğrusu... " dedi. "Pes!... Hala senin çok yakınlarımdan birinden bilgi aldığını düşünüyorum," dedi Ber. "Ama, bu kadar bilgi sahibi olmanız garip."

"Eeee!..."

"Şaşırıyorum."

"Markız’la çıkmana da ben şaşırıyorum!"

"Dünya tatlısı biri..." dedi Ber. "En azından benim için öyle."

" Markız yüzünden birkaç sorun yaşayacaksın."

"Ne gibi?"

"Ayrıntıya giremem... Sadece bir uyarıda bulunmak istedim."

"Ortaya bir şey attığında açıklamasını da sun!" dedi Ber. Kızmıştı. Duygusal hisler beslediği Markız’ın karalanmasına tahammül edemeyecekti. "Kıskanıyor musun yoksa?" dedi gülerek Saldırı ve kışkırtıcı yoğunlukta bir soruydu. "Bazı tahminlerinin tutması tüm olacakları kesin bilebileceğin anlamına da gelmez.."

"Onda kıskanabileceğim hiç bir özellik yok," diyen Med, Ber’in geleceği kesin olan tepkisini beklemeden telefonu kapadı.

                Ber, kapanan telefonun ardından ağzına gelen bildiği tüm kırmızı noktalı küfürleri savurdu.

 

 

                                                                              ***

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                                                              8

 

 

                Sıcak gün... Güneş; yüksek oranda nemli havayla, insan vücudunu ıslak kavuruyor, terletiyor. Aslında bedenlerden çıkan bildik saf ter değildi. Sanki vücudun deri altı yağı, terle ve havadan etkili nemle yoğunlaşarak akıyordu. Yağlı ve kaşıntı vericiydi.  Bu karma salgı; Ad kenti insanının giysisiyle bedenini tutkal gibi birbirine yapıştırıyordu. Kentin yaz mevsiminin özelliğiydi bu...

Kuru iklime sahip bölgelerden gelenler için bu kentin insanlarından duyumsadıkları garip kokuya bir kaç haftalık sürede alışmaları ve aynı akıbete uğramaları nedeniyle bu algı yok oluyordu.

                Has, Hüs, Bes ve Kur isimli onüç, on altı yaşlarında gösteren dört kişi ikamet ettikleri Beylo adlı gecekondu mahallesinden uzaklarda Ad kentinin en seçkin mahallesi Kerbe’nin gözde bulvarında yorulan bacaklarıyla yıkılmadan yürümeye çabalıyorlardı.

Ceplerindeki son parayla almış oldukları dört ekmek, ikiyüz elli gram beyaz peyniri; geri dönüş dolmuş parasını nasıl ödeyeceklerini düşünmeden boş kursaklarına indirmişlerdi...

Tümü, bu yorgun, bitap halleriyle, artık evlerine kadar yürüyemeyeceklerinin kesin kanısındaydılar..

“Aç kalsaydık!... Ekmek, peynir almasaydık!... Buna sen sebep oldun!...” karşılıklı suçlamaları bile birbirlerine yapmışlardı. .

Kaldırım taşlarına oturdular. Her sökükten sonra dikilmekten dikiş tutmayacak konuma gelmiş ayakkabılardan; ayaklarını özgürlüğe kavuş-turdular.

Kaşınan ayaklarını ovaladılar... Yağlı ter; su işlevini görmüş, ovaladıkları bölümdeki kirli renk, ayaklarının nispeten beyaz bölümlerinin de kararmasına neden olmuştu.

                Has, karşılarındaki binayı parmağıyla işaret ederek. "Bir gün zengin olursam," dedi. "Şu karşıdaki binaya benzer bir apartmanın en üst katında oturacağım. Ayağımı balkondan aşağı sallayıp, sigara tüttüreceğim... Ama izmarit değil ha!...".

                Hüs, "Olum!" dedi, ‘ğ’siz, ‘Oğlum’u’... "Ben senin yerinde olsam soğuk su dolu leğene ayaklarımı koyardım."

                Kur; "Ya bırakın bu hayalleri eve nasıl döneceğiz? " Lastik ayakkabıdan yer yer zedelenmiş ve şişmiş ayaklarını göstererek, "Ben bittim... Hiç yürüyecek halim kalmadı. Sokakta mı yatsak?... Ne yapsak?.. Akşam olacak!"

                Bes, saçlarını kaşıyarak "Yav! Burada yatsak; güvenlik ekibi bizi hırsız diye karakola götürür..." dedi. "Ekip görmese mahallede oturanlar telefonla bizi ihbar eder inan ki!.."

                Hüs, "Bisikletimiz bile yoh lo!..." dedi, yutkunarak. "Olsaydı binerdik, sallardık aşağıya doğru, yarım saatte evlerimize varırdık..."

                Bes, "Sen sus! ‘Acıktım,’ dedin; bizi de acıktırdın... yoksa dolmuş parası cebimizde olacaktı, paşa paşa evde oturuyorduk şimdi." dedi.

                Has, "Hadi dua edelim!..."dedi, hafif gülümseyerek. "Yerde para buluruz belkim."

                Bu söz diğerlerinin acı acı gülmesine neden oldu. Sonra durgunlaştılar, sessizleştiler... Bulvardan geçen arabaların çıkardığı sesleri dinlemeye başladılar.

                Hüs, "Yav! Ya, Saddam akşam bizim mahalleye füze atarsa?..." diye sordu.

                Bes, "Yok, yav!.." dedi. Bilgiç tavırlar takınarak. "Kur’un babası bugün ikindiye kadar Beylo mahallesine atacak, demişti... Değil mi Kur’o?..."

                Sorunun muhatabı Kur, başını öne eğmekle yetindi.

                Has, "Yav, benim kafam yatmadı bu işe," dedi.

                "Hangi işe?" diye açılım istedi, Hüs.

                "Saddam’ın, Halepçe’ye attığı füzelerden Ad kentinde bulunan kürtlere de atacak denmişti," Yanıt beklemeden devamını getirdi. "Beylo mahallesi dışında bizim dili konuşanların yaşadığı başka mahallelerde var... Niye yalınız Beylo?"

                "Olum!... Kur!... Cevap versene lo?..."

                Kur, başı önüne eğik vaziyette istifini bozmamaya, renk vermemeye çalışıyordu.

                Has, yerinden kalkarak Kur’un karşısına çömeldi. Yakasından tutarak sarstı onu. "Söyle lan?... Konuş lan?..."

                "Beni dövmeyeceğinize söz verin!"

                "Eeeeee!..." dedi diğer üç çocuk hep bir ağızdan.

                Kur, zorunlu konuşacaktı. Şimdi konuşması daha yararınaydı. Kendilerinin öğrenmesi halinde daha çok sinirlenebilirlerdi. "Babam, böyle bir şey söylememişti. Yalan söyledim size..."

                "Neden?"

                "Neden?"

                "Neden?"

                "Neden mi?... Ben bu mahalleyi, ömrümde görmedim." dedi. Apartmanları gözleriyle tarayarak. "Kimse getirmiyordu beni buraya..." sözlerini tamamlayamadı. Has’ın tokadı suratında patladı. Kur ağlamaya başladı.

                "Lan! Bize doğrusunu söyleseydin seni getirmeyecek miydik."

                Bes, olgun rolü kaptı ortamdan."Olan olmuş yeter..." dedi.

                Sessizliğe boğuldular yeniden.               

                Has, aniden yerinden kalktı canlanmış gibiydi. Koşar adımlarla karşı kaldırıma geçti.

Arkasından gelen "Nereye!" bağırtılarına kulak tıkadı.

Has, adımlarını sıklaştırarak tek başına yürümekte olan otuz

yaşlarında atletik yapılı kişinin yanına varmıştı.

                Yürüyüş hızını düşürmeden ilerleyen adam, yanında biten Has’a "Ne var?... Ne istiyorsun?... sorularını ünlemli yöneltti.

 Has "Abi! Sana bir şey söyleyebilir miyim?" dedi, parmağını öğretmeninden söz hakkı isteyen bir öğrenci gibi kaldırarak.

                Adam, elini en nazik tabirle "Çekil git!" gibisinden salladı.

                "Amca!... Amca!..." diye seslendi, inatla Has. "Biz burada kaldık!... Yol paramız yok abi!..."

                Adam cümle sonunu beklemeden bir tokat attı Has’a. Arkasından ikincisini yolladı diğer yanağa...

                Kur, Bes bu görüntü karşısında koşar adım olay yerine vardılar. Nefes nefese kalmışlardı. "Amca! Niye vuruyorsun,"diyerek araya girdiler. Bu fayda etmedi. Ancak tokatlardan kendileri de nasiplen-mişlerdi.

                Bes, adamın gücü ve görüntüsü karşısında gerekli ve yeterli yanıtı veremeyeceklerini anlamakta gecikmedi. Cebindeki çakı bıçağını çıkararak korkutma amacıyla; adamla kendisi arasında bulunan boşluğa rast gele sallamaya başladı. "Amca!" diyordu bu arada. "Valla seni bıçaklarım! Vurma bize!... " Ses titrekti. Fakat korkunun verdiği etkiyle oluşmuş cesaret içerikliydi. 

Bu duruş ve hareket adamın geri çekilmesini sağlamıştı.

                Has, "Hadi kaçalım! "diye bağırdı.

                Geç söylenmiş bir uyarıydı.

                Güvenlik ekip otosunun yanlarında acı bir fren yaparak durduğunu fark ettiler. Üçünün de gözleri korku doluydu ve  sonuna kadar açılmıştı.

Otodan inen görevlilerden biri sorması gereken soruyu yöneltti, "Burada neler oluyor?..."

                Adam, önce atıldı. "Ben Yalşik!..." diyerek önce kendisini tanıttı. "Bu çocuklar benden zorla para almaya çalışıyorlardı. Onlara karşı koymak zorunda kaldım..." Has’ın burnundan akan kanı seyrederek, "Yetişmeseydiniz beni bıçaklayacaklardı..."dedi.

                Güvenlik görevlilerinden biri, "Doğru mu, çocuklar?" diye sordu. Çocukların yanıtını beklemelerine gerek yoktu. ‘Söz Uçar, yazı Kalır...’ Sözlü ifadelerin bir yararı yoktu. "Hadi dolmuşa binin," diyerek ekip otosunu işaret etti. "Karakola gideceğiz. Orada anlatırsınız..." Yalşik, isimli kişiye dönerek, "Beyefendi sizinde ifadenizi almamız gerekiyor. Lütfen, sizde bizimle geliniz!" dedi.

 

 

                                                                              ***

Sonraki Sayfa

BU SITE;DANSÖZ KIVIRMALARI SITESININ UZANTISIDIR.