Yargı binasının giriş kapısı önünde binaya girmek isteyenlerin oluşturduğu
uzun kuyruk göze çarpıyordu. Birkaç kişinin üzerinde ruhsatsız silah, kesici ve delici aletler bulunması
üzerine görevlilerce daha ayrıntılı üst arama ve kontroller yapılmaya başlanmış olması
nedeniyle kuyruk uzadıkça uzuyordu.
Duruşma salonunda bulunan Ber; Maf’ın yeğenin tutuklu olduğu cinayet dosyasının
duruşmasına girmek için sırasını bekliyordu. Yakın günlerde teslim olmuş SahFail’in
savunmanı olarak bulunacaktı. Bu tür cinayet dosyalarının görüşüldüğü duruşmalar; -hele,
ucundan Maf’la ilgiliyse- izleyicilerinde artış gözlenir vemedyanın
aşırı ilgi göstermesine neden olurdu. Ber, önemli bir duruşmanın stresini önceden taşıyordu.
Oksijeni iyice azalmış duruşma salonundan hava almak için koridora çıkan
Ber, aynı amaçla dışarı da bulunan avukatların ayak üstü muhabbetine, katıldı.
Konu Yargı habercisinin dosya sıralamasıyla ilgiliydi. Biri eliyle parayı
sembolize eden mimik hareketleri yaparak "Bunu verenin dosyası sihirbaz eli değmiş gibi öne alınır...
Saatlerce stresli beklemelerden kurtulur..." diye anlatıyordu.
Bu esnada Maf’ın gözde elemanı Sağkol, iki metrelik mesafeye kadar
yaklaşmıştı. Ber’e yanına gelmesi için işaret etti.Ber, gruptan ayrılarak yanına
vardı.
Sağkol, elinin tersiyle alnındaki birikmiş teri sildikten sonra, kızgın
ve küçümser bir tavırla; "Karşı taraftan da epey adam birikti," dedi. "Ortalık alevlenebilir... Duruşma
hala neden başlamadı, neyi bekliyorsun?..."
Ber, aldığı bilgiye göre görevlilerin kursevinden gelmesinin geciktiğini
belirterek, ‘Ne yapabilirim?’ şeklinde iki yana açtı kollarını.
Kısa bir süre sonra Tut-Bırakma Kursevi görevlilerinden birinin görünmesiyle,
haberci; Ber’in dosyasında bulunan tutuklu sanıkların getirilmesini istedi.
Biraz önce sıranın kendisine geldiğini belirttiği avukata; "Sizin dosyanız
daha sonra alınacak!" dedi haberci. Sağ elini salon kapısına doğru uzatarak"Buyurun!" dedi, Ber’e.
Ber, içeri girerken Maf’ın etkisinin ne kadar geniş kapsamda olduğunun bir kez dahafarkına varmanın verdiği gururu taşıyordu.
Duruşma salonu, diğer yargı salonlarına göre nispeten daha genişti.
Görünüşü; "Anti-Hafif 8.Yargılama Grubu" ismine uygun ağırlığı yansıtıyordu.
İlköğretim sınıfındaki sıralara benzeyenlerden iki tanesi
karşı karşıya konulmuştu. Biri sanık avukatı diğeri şikayetçi avukat içindi.
Ber, hangi sırada durulması gerektiğini staj esnasında iken ezberlemekte bayağı zorlanmıştı.
En son Artsa, "Yargı başkanının sağkolu ile solkolunu esas al," demişti. " Şikayetçi avukatı
olduğunda yargı başkanının sağkol tarafına düşen sırada; sanık avukatı
olduğunda ise solkola düşen sırada duracaksın..." Bu güzel bir formüldü ve girer girmez yargı başkanının
sağ ve solkolunu hesaplayarak; durması gereken yeri seçebiliyordu.
Yargı başkanının solkoluna düşen sıraya geçti. Çünkü, bu duruşmada sanık avukatıydı.
İlgili dosyasını masaya açtı.
Yazman kadın, üst tutanağın altına karbon koyarak kendisi içinde bir
nüsha fazla parşömen ekledi, mekanik daktiloya.
Yargı başkanının kendisini yan gözlerle arada süzmesi, bir "Hata mı
yaptım?" şüphesini oluşturdu, Ber’de. O, salonun düzenini sağlayan tek başkandı ve onun
ağzından dökülecek tek kelimeyle duruşma sonlanma-dan, kendisini dışarıda bulabilirdi. "Galiba
izin verilmeden oturmama bozulmuş olabilir." Ber ayağa kalkarak bekledi.
Başkanın bakışları önceki bakışlar değildi, artık.
Bu kez ‘Aferinliydi.’
Yargı başkanı ile on üyenin ve devlet avukatının kurulu olduğu
yarım ay şeklinde uzanan sıra; yer seviyesinden iki metre yüksekteydi. Arkalarında bulunan pencerelerden
gelen günışıkları nedeniyle, yargı üyelerinin yüzlerini seçmekte zorlanıyordu. Bazıları
karartı görünümün-deydi.
İzleyici locasında oturacak yer kalmamıştı. Locanın yanında
bulunan sandalyelerde oturan yazılı, görsel medya temsilcileri, yargı grubunun çok fazla dikkatini çekmemeye
özen göstererek, arada sandalyelerinden iki büklüm kalkarak sanıkların değişik mimik ve hareketlerini
yakalayıpfotoğraflarını çekiyorlardı. Kameralar sürekli
açık gibiydi.
Yargı başkanı, dosya içeriğine yeni gelen belgeleri sırasıyla
okuyarak kadın yazman’ın yazmasını sağlıyordu. Yargı üyelerinin ve devlet avukatının
bulunduğu yarım ay şeklindeki kürsünün düşeyinde bulunan kadın yazman, on parmağını
maharetle kullanarak bazen söylenmeyeni tahmin ederek önceden yazıyordu. Yargı başkanının cümlesi
noktalanmadan arada ellerini tıklatmasından bu durum belliydi.
Yargı başkanının, cümleleri daktilo sesleriyle karışıp
anlaşılmaz bir hal alıyordu. Başkandan çıkan ses Budist törenindeki rahiplerin çıkardığı
mırıltılar gibiydi. Ber, yazdırılanları daha iyi duyabilmek için serçe parmağıyla
her ikikulağının deliklerini sırasıyla kaşıdı.
Etrafı demir kısa çubuklarla örülü suçlu bölümünde bulunanlardan biri; Maf’ın
yeğeni, diğeri ise ‘Suçu ben işledim, adamı ben öldürdüm.’ diyen ve Ber’in müşterisi
olan kişiydi. Ber, hangisinin müşterisi SahFail olduğunu ifadeleri alınırken öğrendi. Temiz
takım kıyafetli, kravat takmış, yeni ve fazlasıyla traşlı olduğu yüzünden ve ensesinin
cilalı olmasından belli olan değil hırpani giyimli ve hafif sakallı olan şahıstı.
Geçmiş akşamların birinde Maf’ın Restseyh’de vermiş
olduğu yemekte tanışmış olduğu Yargı 2.üyesi ile aniden göz gözegeldiklerinde ikisi de gözlerini birbirlerinden kaçırmaları gerektiğinin farkına vardılar.
Yargı başkanı, Maf’ın anlattığı gibi kötü birine
benzemiyordu. Gözlerinden güzellik okunuyordu. Ber, iyi-kötü kavramlarının kişiden kişiye değişen
kaypak kavramlar olduğunu düşünerek içsel çekişmesini sonlandırdı.
Ber, nefes almakta zorlanıyordu. Salonda bulunan kalabalık DevMalDen-Y.Dom holdinginin
Sodgom Devletinin hazinesini hiç etmesi gibi, bulunan oksijeni ‘Lüp’ etmişlerdi. Çalışan eski tip
klima serinletmeyi yeterince sağlamaktan uzaktı. Çıkardığı gürültü "Keşke çalışmasa,"
dedirten yükseklikteydi. Klimanın çalışması pencerelerin kapanması sonucunu da beraberinde doğurduğundan,
kalabalık bulunanlar dışında oksijen eksikliğinin bir kaynağı da buydu. Ad Kentinin pek
iyi olmasa da içeriye nispeten ‘Kötünün iyisi,’ havası içeriye yansımıyordu.
Sanıkların ifadesi alınmaya başlanmıştı.
Yargı başkanının, devlet avukatının suçlamasını
içeren iddia belgesini okuyup; "Evet! Haraç istediğin ve şu anda ölü olan kişinin olumsuz yanıt vermesi
ve işyerinden kovması üzerine onu öldürdüğün suçlamasına ne diyorsun?..." sorusunu yöneltti.
Maf’ın yeğeni "Suçlamanın kendisini çekemeyen kişiler tarafından
atılmış iftiralar olduğunu... Suçsuz olduğunu." belirtti. Savunmasına duygusal bir boyutta ekledi
"Uzun zamandır tutuklu kalmakla hem kendisinin hem de evinde ekmek bekleyen çocukları ve eşinin mağdur
edildiğini..." ekledi. Sesi mahzun ve etkileyiciydi.
SahFail ise, öldürme olayını kendisinin gerçekleştirdiğini ölen kişinin
kendisine ve ailesine küfür ettiğini, bu nedenle dayanamadığını ve pişman olmadığını
cezası ne ise razı olduğunu ekleyerek belirtti.
Yargı Başkanının, suçun işleniş şekline yönelik ayrıntı
içeren sorularına gayet makul ve ezberi iyi olan bir öğrenci gibi yanıtlar veriyordu.
Söz sırasının kendisine gelmesine saniyeler kalmıştı. Boğazının
kuruduğunu hissetti. Yargı Başkanının önünde bulunan su dolu sürahiye yutkunarak baktı. Su istemek,
duruşmanın disiplinin yara almasına neden olacaktı... Yanlış anlaşılacaktı...
Ber, heyecan dalgasını içinde yoğun olarak hissetmeye başladı.
Kendisini yatıştırmak için derindenve usulca nefes alıp
vermeye başladı. Bunun yararı oluyordu... Bir nevi stres ve gerginlik giderici bilezik gibiydi...
Maf’ınavukatlığına
layık olduğunu kanıtlamalıydı. Dikkatli, ikna edici ve soğukkanlı olmalıydı...
İkinci adını hatırlayamadığı, ‘Dale...’ isimli yazarın kitabındaki
taktiği hatırladı; ‘...Karşındaki dinleyicileri patates çuvalı olarak düşün!...’
Ber düşündü. Karşısındakileri patates çuvalları biçimine indirgeyemedi. Bir tarafta Medya temsilcileri,
bir tarafta yargı grubu üyeleri ile devletin avukatı, bir tarafta Maf’ın elemanlarından oluşan
dinleyici grubu, bir tarafta benliği...
Boğazı düğümlendi.... Öksürdü... Ses telleri arasında bulunan balgamı sökmüştü ve ortamın
estetiğine uygun davranış yutmaktı. Ve yuttu...
"Müşterim SahFail, gerçeği itiraf etmiş, ölüm olayının bizzat kendisi tarafından gerçekleştirildiğini
açıkça ve ayrıntılı olarak belirtmiş, bir başkasınınkendi işlemiş olduğu fiilden ceza alabileceğine dair çektiği vicdan azabı sonucu bizzat
kendi özgür iradesiyle kentimizin güvenliğine teslim olmuştur... Cezasını çekmeye hazırdır.
Önceden aleyhine olan kanıtları yok etmiş olmasına rağmen kendiliğinden teslim olması ve
örtülü kanıtları ortaya sermesi ve ayrıca; küfür ve hakaret nedeniyle oluşan tahrik sonucu bu eylemi gerçekleştirmesi
de göz önüne alınarak verilecek cezadan indirim yapılmasını talep etmekteyiz..." dedi bir çırpıda
ve nefes almaksızın...
Son duruşmada söylenmesi gerekenlerdi... Fakat Maf’ın
yeğeninin bu oturumda serbest bırakılmasında yararı olur düşüncesiyle bu duruşmada sunmuştu.
Devletin avukatındaydı söz sırası. Yanındaki yargı üyesi ile bir şeyler fısıldaştılar.
Ber, kendisinin de avukat olduğunudüşünerek içselinde karşılaştırma
yaptı. Üç metre yüksekte olan devletin avukatı kendisinden konum olarak da yüksekti, fısıldaşma serbestisi
vardı. Ama o devleti temsil ederken kendisi bireyi temsil ediyordu. Güç anlamında aşırı fark vardı
ve yukarda durması duruma uygundu.
Devlet avukatı; "Kanıtların yeterince toplanmadığından, suçunvasıf ve mahiyetine, dosya kapsamına göre tutuklunun tutukluluk halinin deva-mına; SahFail’in
ise, yargıyı aldatmaya yönelik beyanları nedeniyle bu suçtan ayrıca tutuklanmasını talep etti."
Yargı grubu; başkan dahil, oy çokluğuyla devletin avukatının isteğine göre karar verdi.
Sabıka belgelerinin gelmemiş olması nedeniyle yirmi dokuz gün sonraya duruşma bırakılmıştı.
Maf’ın organizasyonu başarısız olmuştu.
Ber’in beklentisinin aksine bir karardı.
Med’in altın sarısı yazılarında
belirttiği tahminler doğrulanmıştı.
Ber, yargı habercisi tarafından kendisine verilen
ve çok kullanıl-maktan işlevini yitirmiş karbon kağıdının altındaki çoğu silik
çıkmış yazılar içeren duruşma tutanağını alarak kös kös duruşma salonunu terk
etti. Yapabileceği bir şey kalmamıştı. Bir oy farkıyla Maf’ın yeğeninin serbest
bırakılması gerçekleşmemişti.
Dışarıda kendisini bekleyen Sağkol’a,
fazladan bir açıklama yapmasına, gerek yoktu.Çünkü; izleyici locasında
oda vardı. Olanları izlemiş olmalıydı. Onla tokalaştıktan sonra tek başına ofisinin
yolunu tuttu.
***
Ber, Ofis de kendisini bekleyen birkaç müşteriyle
görüşüp onları uğurladıktan sonra, yakınlarındaki lokantadan istetmiş oldukları birerden
iki porsiyon pilavlı döner, salata ve ayranı, Mus ile karşılıklı iştahla bitirdiler...
Mer kentinde bulunan ve yanında staj yaptığı avukat Artsa’nın notu nedeniyle onu arayarak muhabbet
ettiler. Birbirleriyle uzun zamandır konuşmamışlardı. Bu eksikliklerini azda olsa telefonla karşıladılar.
Kapanan telefonun zili gecikmeksizin çaldı. Maf‘ın telefonda olduğunu Mus’un bildirmesi
üzerine ahizeyi kaldırdı. Oturumun sonunda yeğeninin bırakılmamasına neden olanlara duyduğu
öfkeyi, kendisini de katarak bağıra bağıra söyledi. Ber’in oturumda gerekli eforu, shov’u
göstermediğini, gerekli bağlantıların yapılmış olmasına rağmen bu olumsuz sonucun
kendisi için acı bir sürpriz olduğunu belirtti.
Ber, "Ben savunmayı gereğince yaptığımı sanıyorum," diyerek
kısa kesti. İlişkinin olumsuzlanmaması anlamında; "Yine de bundan sonra daha fazla efor sarf edeceğine..."
dair söz verdi...
Kapatılan telefon sonrası, oturduğu yerden ayaklarını yukarıyakaldırarak, masaya koydu. Yorulmuştu. Sigara yaktı. Mus’un getirdiği
sıcak çaydan üst üste yudumlar aldı. Çay iyi gelmişti kendisine...Öylece yarım saat kaldı. Ta ki;
çalan telefon zili sonrası Mus’un;" Markız telefonda, " deyişine kadar.
Evet, telefondaki Markız’dı ve sesi umut vericiydi.
Yorgunluğun üzerinden uçup gittiğini hissetti. Evde kahve içişlerinden sonra
geçen süre içinde telefonla birbirleriyle konuşmaları olmuştu. Markette anlık yüz yüze bazense çeyrek
dakika sınırlı izinlerle market bitişiğinde olan pastanede muhabbet edebilmişlerdi. Teklif içerikli
yemek davetlerini Markız hep geri çevirmişti, şimdiye kadar.
Bu kez kabul ediyordu. Hala teklifinin geçerli olup olmadığını soruyordu.
Bu akşam için müsait olduğunu belirtiyordu. Ber, doğal olarak kabul etti. Bir eli kanda olsa bile böyle bir
teklifi ret etmeyecekti. Yaşamı boyunca ilk kez bu kadar yoğun seviniyordu.... Markız, "Yemeği dışarıda..."demiş, "Kahveyi senin evde içeriz. Falıma bakarsın," diye çapkın
bir kahkahada eklemişti...
***
Akşamın olmasına sayılı az saatler olmasına rağmen Ber’e günler kadar uzun
gelmişti.
Nihayet gelen akşamın hafif karanlığı içini ve ofisini aydınlattı. Evet Markız
söz verdiği vakitte ofisine gelmişti.
Markız, bir başka güzel görünüyordu bu akşam.
Kısa süren konuşmalardan sonra birliktekararlaştırdıkları restorana doğru yola çıktılar.
Gittikleri restoran kentin orta halli insanlarına hitap eden bir yerdi.
Şef garson nereye oturursanız oturun tarzında eliyle boş masaların
bulunduğu yerleri işaret etti.
Markız’ın uygun bulduğu en köşedeki masaya oturdular.
Şef garson kendilerine nefes alma, etrafı tanıma fırsatı vermedi.
Mönü listesi uzatmadan hazırda olanları çabucak ezbere sıraladı.
Markız, içecek olarak kırmızı şarap istedi. Yiyecek siparişlerini ise Ber’in zevkine
havale etti.
Ber,masanın mezelerle, daha sonra karışık
ızgaralarla donatılmasını istedi. İçecek olarak da "Markız’ın istediğinden olsun,"dedi
.
Markız’ın güzelliğini, onu rahatsız etmemeye çabalayarak seyredi-yordu Ber.
Hafif bir esinti de neredeyse telleri birbirinden ayrılıp sayılabilecek kadar
ince ve ayrık düz ve uzun siyah saçları, küçücük burnu, anlamlı ve masum bakışları, Brezilya’lı
kadınlardan biraz daha açık ten rengi, hafif gülümser yüz ifadesi, sorulara verdiği doğal cilveli mimiksel
tepkileri, uzun zarif elleri, dışardan sırıtmayan tipine uygun ölçüde olduğu dışardan da
anlaşılan göğüsleri...
Siyah renkli uzun elbisesi güzelliğini daha fazla ön plana çıkarıyordu...
Ad kentinde öğrendiği ve bu tür güzellikleri anlatmak için kullanılan “Tanrı, boş vaktinde
yaratmış...” deyişini anımsadı. Bu deyiş Markız’la örtüşüyordu...
Bu kadar güzel ve hoş bir kızla ilk kez yemeğe çıkmıştı.Genelde her insana iyi kısmet hayatında bir kez gelirdi... Böyle tatlı biriyle gelecek yaşamında
bir kez daha karşılaşamayabilirdi...
Ber’in, "Dur-Al Marketindeki alışverişlerinin asıl amacının
özellikle kendisini görmek için...” olduğunu belirtmesi Markız’ın hoşuna gitmişti.
"Markete gelen müşterilerin çoğunu tanırız," dedi. "Özellikli olanların
ise boş vakitlerde dedikodusunu aramızda yaparız. Tüm çalışanlar, senin pek yakışıklı
olmasan da kibar, gizemli, sempatik hoşa giden bir insan olduğunda hem fikirler." Eliyle ağzını kapatarak
güldü." "Ayrıca bana karşı bakışların ürünler konusunda bana çok soru sormandan anlam çıkarmaya
çalışıyorlar... Haberin olsun!"
Dikkatlerin üzerinde yoğunlaşmasına karşı sıkılgan tepkide olmasına rağmen,
Markız’ın söylediklerindenpek hoşlanmıştı.
Belki de cümlenin içeriğinde Markız’ın kendisiyle ilgili düşünceleri konusunda olumlu ipuçları
vermesi ve bunların da hoşa gidecek nitelikte olmasındandı.
Ber, boşalan şarap bardağını eliyle havada tutup garsonungörmesini sağladı.
Doldurulan şaraptan bir yudum aldı. "Markız!..." diye seslendi.
Markız devamını beklerken, Ber, nasıl bir cümle kurması gerektiğini
düşünüyordu. "İlk gördüğümden beri senden çok hoşlandığımı bilmeni istiyorum..." Klasikti,
fakat yeterliydi.
Duygu ifadesinin mutlaka süslü olması gerektiği yönünde oluşmuş geleneksel
katı bir kuralı yoktu. Bu yönde bir yasa da yoktu. İçseli, karşı tarafa iletmek yeterliydi. Ber,
başarmıştı ve karşı tepkiyi bekliyordu. Reddedilmeyetahammülü
yoktu. Reddedileceğini bildiği durumlarda teklif etmeme alışkanlığı vardı.
Geçmişinde kabul edileceğine kesin gözüyle baktığı bazı istemlerinin,
muhataplarınca olumlu yanıtlanmaması nedeniyle yaşadığı hayal kırıklıkları
kendisini çekinceli bir yapıya dönüştürmüştü.Bu tür durumlarda
algılamalarında hata yaptığına inanmıştı. İçsel gelişimi, bunun her zaman
doğru olmadığını kavramıştı. Kişinin içinde bulunduğu psikolojik atmosferi,
bireysel kuralları, kaprissel yapıları, bir şeyler elde etme art niyeti, toplumsal baskılar, yanlış
anlaşılma kuşkusu gibi bir çok faktörlerde etkiliyordu; içsel yapı zıddına dışsal
tepkide bulunma davranışını.
Kendisinin ona karşı beslediği duygularınbenzerini Markız’ın da taşıdığını duyumsuyordu. Ya o da bazıları
gibi bir şekilde içselini kendisi-ne yansıtmazsa... Şimdiye kadar gelişen ilişkiler bunun olmaması
gerekti-ğini söylüyordu. Buna rağmen her birey ayrı bir dünyaydı ve sürekli bilinmeyeni barındırırdı.
Her keşif, keşfi gereken başka bilinmeyenlere açılan bir kapıydı.
Gözlerini Ber’den kaçırarak, "Galiba ben de sana karşı boş değilim,"
dedi Markız.
Kısa fakat mutlu bir sessizlik yaşadılar. Bu sürede çalınmakta olan dönemin hit parçasına
da kulak verdiler.
Aralarındaki suskunluğu Markız bozdu, "Ne harika bir parça yapmışlar
değil mi?" diye sordu. Sessizliğin uzaması sıcaklığı azaltmamalıydı...
"Evet!... Güzel!... " diye yanıtladı Ber. " Fakat bu ezgi bana hiç yabancı
gelmiyor... Sanki daha önceden... Evet! Evet!... Küçüklüğümde radyodan sürekli dinlediğim bir parçaya çok benziyor...
Hatta annem bu parçayı çok severdi, radyoda her çalınışında eşlik ederdi."
"Yanlış hatırlıyor olabilirsin!" dedi, incitmeyecek yumuşak bir ses tonuyla. "Söz, beste sahibinin
SahSan’a ait olduğunu, video klipinin altındaki yazıdan okumuştum."
"Yanlış anımsıyor, olabilirim," diyerek tartışmayı sonlandırdı Ber.
Boşları toplayan garson, "Bir emriniz var mı?" diye sordu.
BerdeMarkız’a, bir isteği olup olmadığını
sordu.
"Teşekkür ediyorum, her şey çok güzeldi," diye yanıtladı.
"Kahve içer misiniz?" teklifini bu kez getirdi garson. "İşletmemizin ikramı..."
Markız ile Ber, birbirlerine gülümseyerek baktılar. Kahve Ber’in evinde içilecekti. Burada içmenin
bir anlamı yoktu.
Aniden dışarıdan gelen siren sesleri duyuldu... Kesik kesik gelen siren sesleriyle; restoran da hareketlilik
başlamıştı.
İşletmenin tek telefonunu kullanmak için bir kaç kişi sıraya dizildi. Diğer bir kaç masada
bulunanlar da çabucak toparlanıp, çıkış kapısına yakın konumlandırılmış
masada bulunan kasiyere ayaküstü hesap ödeyip hızla dışarı fırladılar.
Son günlerde yazılı ve görsel basında anlatılan ve bazı resmi dairelerin duvarlarına
yapıştırılmış, "kesik kesik siren sesi," tanımlı tehlike sinyali işaretiydi bu.
Markız yanan sigarasını söndürdü. Şaşkın ve korku dolu gözlerle Ber’e bakıyordu...
Ber’de benzer korkular içindeydi. Ama dışsalına yansıtmamaya çabalıyordu. Aksi halde
Markız’ın panik durumunu artıracağını tahmin edebiliyordu. Bir de gelenekselleşen
ve yansımasını filmlerde sürekli bulan bayan yanındaki koruyucu, soğukkanlı bay tipini oynamalıydı.
Onlarda genele uydular, dışarı çıktılar.
Aniden caddenin lambaları sırasıyla söndü sanki. Elektrik kesilmişti.
Taşıt sesleri, korna sesleri, bağırışlar, haykırışlar
karanlığa hakim olan seslerdi. İnsanlar birbirlerini neredeyse ezerek ilerliyorlardı. Varmak istedikleri
yerde kendilerini bekleyenleri vardı, ilgilenmeliydiler. Çoğunluğu ise en güvenli yerin evleri olduğu
düşüncesiyle hareket ediyordu.
Otobüsler, minibüsler, ticari taksiler yolcu almadan uzaklaşıyorlardı. Bazı
kişiler taşıtların kendilerini almaları için neredeyse tekerleklerinin altına atılacak
hareketler yaparak sürücüleri etkilemeye çabalıyorlardı.
Kesik siren sesleri hala duyuluyor ve kulaklarda yankılanıyordu. Bu ses, sıra
dışı görüntüyü daha çok gerginleştiriyordu. İnsanların ve taşıtların çıkardığı
seslerle karışan siren sesleri; gerilim filmlerinde ki arka fon müziği gibiydi. Bir kat daha korkuyu ve endişeyi
artırıyor, paniği pompalıyor, kalp çarpıntılarını yükseltiyordu.
Markız’ın titrek ellerini tutarak yakın mesafeli minibüs, dolmuş,
taksi duraklarında gidiş gelişleri yaşıyor ve yaşatıyordu.
Sonuçsuz kalması nedeniyle yola çıkarak diğer yayalar gibi geçmekte olan
her taşıta el sallamaya başladılar.
Zincirleme giden araçların trafik sıkışıklığı nedeniyle
durmasından yararlanarak birkaçının kapılarını açmaya çalıştı Ber. Kapılar
kilitliy-diler...
Normal günlerde bu davranışı mümkün değil yapmazdı... Kendisine
yediremezdi...
Normal günlerde bu davranışa muhatap olan taşıtın sürücüsü bu kadar
sessiz kalmazdı... Ad kentinde bu davranış sonucunda, eylemde bulunan ile eyleme muhatap olanlardan biri mutlakabir zarar görürdü.
Güvenlik Ekip arabalarının hoparlöründen "Panik yapmayın!... Sakin olun!..."
anonsları duyuluyordu. "Herkes önceden duyurulan tedbirleri alsın!..."
Civarda başında gaz maskesi takmış bir Allah’ın kulu yoktu.
Birinin panik hareketlerinden kaynaklı dirsek vuruşu nedeniyle burnu kanayan bir yurttaşın burnuna dayadığı
mendil dışında, yüzünü, ağzını, burnunu kapatan da yoktu.
Yaşlı bir adam, yere yığılmış yaşlı eşini,
koltuk altlarından tutmuş ayağa kaldırmaya çalışıyordu. "Kalk Hanım!..." diyordu.
"Şimdi bayılmanın sırası değil!... Çocuklar merak eder!..."
Küçük bir çocuk, elinden çekiştirerek götüren babasına; "Baba!... Saddam’ın
füzesi ne zaman düşecek?" diye sordu.
"Kepenkleri de kapat oğlum!..." diyordu kuruyemişçi, dükkanını kilitlemeye
çalışan çırağına. "Tantanadan camları indirmesinler... Yağma falan olabilir..."
Birleşik devletin, yakınlarda bulunan 2.BD.Ad Kenti üssünden havalanmış
jetlerinin gökyüzü karanlığında ufak ön ışıkları görünüyor, kulak tırmalayıcı
gürültüsüduyuluyordu. Savaş uçakları karanlıktaydı, görünmüyordu.
"Ber Bey!..." diye bir ses duydu. Kulak kabarttı. Kendisine sesleniliyordu...
Aynı sesin sahibi, "Atla!... Atla!..." diye bağırıyordu.
Çevresine baktı. Önünde duran aracın ön kapısını yarıya kadar
açarak uzanan başı tanımıştı. Bu apartmanları altında bulunan küçük marketin sahibiydi.
Ber, ikiletmedi. Hemen ön koltuğa kuruldu. Aniden geri indi... Markız’ı
unutmuştu. Ön kapıyı kapadı. Arka kapıyı açtı. Markız’ın binmesini sağladıktan
sonra yanına kuruldu. Şimdi özür dilemek için uygun zaman değildi. Olan kitlesel panikten Ber’de payına
düşeni almıştı.
Evlerine varmak isteyenler... Başka kentlere kaçmak isteyenler... Yolda çarpışma
nedeniyle trafiği aksatan araçlar...
Araç trafiği önündeki engeller sürücülerin ve yolcuların bedensel gücüyle aşılıyordu.
Yolda kalmış taşıtlar yolun kenarına savrularak atılıyordu, sanki...
Trafik sıkışıklığı nedeniyle yirmi dakikalık yolu
ancak bir buçuk saatte alabilmişlerdi.
Ber ile Markız’ın evlerine giden yolların kesiştiği çatalda
"Beni eve bırakır mısınız?" ricasında bulundu Markız.
Ber’in hoşnut olmadığı bir ricaydı. Ama ısrar yararsızdı.
Hem, "Kasap et derdinde; koyun can derdinde," atasözüne muhatap olmak istemiyordu.
Markız’ın evinin önünde birbirlerine vedalaşmak için sarıldıklarında;
"Bir başka zaman," diye fısıldadı Markız. "Ölmezsek... Tanrı’nın günü çok!"
Ber, evine varıncaya kadar "Körfez krizini," ortaya çıkaranlara lanet okudu, beddua
etti.
"Lanet olsun!...."
"Lanet olsun!...."
"Lanet olsun!...."
"Efendim?..." diyen sürücü konumundaki market sahibine:
"Siz olmasaydınız bu akşam bayağı problem yaşayacaktık."
dedi Ber. "Çok teşekkür ediyorum."
***
İlk kez bu kadar gürültülü konuşmaları dairesinin bulunduğu katta duyuyordu. Önceleri ölü sessizliğinin
hakim olduğu apartman sakinleri, füze telaşıyla televizyonda izlediklerini birbirlerine yorumluyorlardı
galiba. Her yorumun karşısında zıddı yorum yapacak birileri bulunurdu. Bu yapı uğultuların
daha çok artmasına neden oluyordu.
Ber, dairesine girer girmez açıkta olan tüm pencereleri ve kapıları sıkıca kapadı. Saddam’ın
kimyasal veya biyolojik başlıklı füzelerinin kente düşmesi halinde sızıntıyı azaltıcı
bir önlem olarak hareket etmişti.
Hava sıcaklığı, aşırı nem, füze korkusu kendisini aşırı terleten
öğelerdendi. Dayanamadı... En azından birini açmalıydı. Tehlike sinyali tekrar aldığında
bir pencereyi kapatmak kolay olacaktı...
Duşunu almak için banyoya doğru yöneldi. Gelecek dakikaların neyi tecelli ettireceği belirsizdi.
Yıkanmak için su bulamama riski de gerçekleşebilirdi. Duşunu tam bir keselenmeli yıkanmaya dönüştürdü.
Böylece, beden kirlenmesi daha geç gerçekleşecekti.
Duştan sonra büyük bir poşetin içine yiyecek maddeleri, dünden kalan ekmeği, bir şişe suyu
rast gele koyup, banyodaki askılığa astı. Dairede sığınak olarak kullanabileceği en
uygun yerin banyo olduğunu televizyonda boy gösteren uzmanlardan dinlemişti.
Kanepeye uzanarak bir sigara yaktı. Bedenini gerdi. Bir arkadaşının dediğini anımsadı;
"Gerinmek yarı boşalımdır."
Her gerindiğinde bu sözü anımsamak zorunda mıydı? Bu sözü arkadaşının komik yüzüyle
beraberhatırlar gülerdi... Bu kez sadece gülümseyebildi.
Önceden evlerinde kaldığı amcası ve birkaç akrabasını
telefonla arayarak durumlarını sordu. Duruma uygun gerginliği onlarda yaşıyordu...
Telefonu kapadı. Boğazı kurumuştu, bir şeyler içmeliydi. Ama, içeceği
alkolsüz olmalıydı. Markız’la birlikte içtiği üç kadeh şaraptan tam sarhoş olmamıştı.
Üzerine cila çekip kendinden geçmesinin bir alemi yoktu. Uyanık ve ayık olmalıydı.
Telefon zili ikinci kez çaldığında ancak ahizeye ulaşabildi.
Bu saatte arayan kim di?...
Ses, Med’in sesiydi... "Ben, Med!"
Onun, Ber üzerinde korku, gizem, heyecan uyandırıcı bir etkisi olmuştu.
Med’in doğal yumuşak sesinde bu kez sert bir ton hissediliyordu. "Görüşmeyeli epey zaman geçti..." dedi.
"Nasılsın?... Bu arada neler yaptın?"
Ber, "Bir sen eksiktin!..." dedi hayıflanarak.
"Rahatsız ediyorsam, kapatabilirim..."
"Geçen gecelerin birinde yatak odamın duvarında bir yazı görür gibi olmuştum.
Altında senin adın yazılıydı. Halüsinasyon görmeme neden oluyorsun!..."
"Daktilo sesini unutuyorsun!..."
Ber apışıp kalmıştı. Ona anlatmadığı bir şeyi;
sesin daktilo tuşlarının çıkardığı sesler olduğunu belirtmesi karşısında
duraksadı.
"Sen!... Yoksa.... Şey-tan-mı-sın?..." sorusu iradesi dışında
ağzından döküldü.
"Şeytanca işler yapan şeytan olur," dedi Med. " Sana karşı şeytanca
bir eylemim olmadı ve olmayacakta..."
"Olağandışı yeteneklerin var...."
"Bu tür yeteneklerin sadece Şeytanlarda olabileceğine dair bir kural yok." dedi,
Med ve ekledi;"Çoğunlukla onlarda olsa bile..."
"O yazılarınla beni ürküttün... Korkuttun... Bana zarar verdin."
"Bunu hak etmiştin."
"Neden?"
"Telefonun fişini çekmeyecektin!"
"İstediğimle konuşma veya konuşmama özgürlüğüne sahibim."
"Bazı özgürlüklerinden bana karşı fedakarlıkta bulunmalısın."
"Hiç sanmıyorum!..."
"Sen bilirsin. Ben de farklı yollar deneme özgürlüğümü kullanacağım."
Küçüklüğünde büyüklerin anlattığı efsaneleri, okuduğu bazı
öyküleri anımsadı. Bunlar; Olağanüstü yetenekte olan cinler, şeytanlar gibi bazı varlıkların
insanları kendilerine esir ederek, onlardan yararlandıkları ve kullandıkları içerikliydi genelde...
Sesini yükselterek; "Esirin olmaya-cağım!" diye bağırdı. Bağırtısı kendisini
cesaretlendirmişti. "Beni rahat bııraaakk!..."
Med, olanca yumuşaklığıyla. "Ber, Lütfen!.. " dedi. "Bazı karşılıklarım
espriseldi. Yoksa senin bireysel özgürlüğüne saygım var." Sesinde duygusal bir ton değişimi sağlayarak,
"Madem istemiyorsun seni artık hiç rahatsız etmeyeceğim."
Ber, bu yaklaşıma karşı önceki sertliğinden dolayı kendisine
kızdı. Görüşme kendi isteğine bırakılmıştı. Bu kez ne diyeceğini bilemiyordu.
‘Sırlarla dolu, olağanüstü yetenekleri olan biriyle bağlantıyı koparmak?...’ yarar ve
zararını düşündü. Bir karara varamadı.
"Füzeler kadar korkutmuyorum en azından!" dedi alaycı bir yaklaşımla
Med.
Ber, telefonu kapatmadığı gibi bir yanıtta vermiyordu. Sessizlik girdabındaydı.
"Ayrıca; Füzelerden korkmana gerek yok." dedi Med. "Bu kez Sodgom ülkesine özelde Ad
Kentine bir saldırı olmayacak... Senaryo böyle düzenlenmiş..."
Med’in kendisine ait olduğunu belirttiği altın sarısı yazılarda
Maf’ın yeğeninin duruşma günüile serbest bırakılmayacağı
belirtilmişti. Bu iddialı yazıda geçen tahminler doğru çıkmıştı. Ayrıca ilk telefon
görüşmelerinde üzerinde bir şey olmadığı, ev ortamı, hatta içtiği sigaranın cinsi,
yanık olduğu ve bulunduğu küllüğün rengi gibi birçok ayrıntıyı görür gibi anlatmıştı
kendisine. Uyandırma servisine not bırakanında kendisi olduğunu belirtmişti. Peki telefonun fişi?...
Bu konuda daha fazla yoğunlaşmak istemedi. Mantık ağları dağılabilirdi...
Çocukluğunun geçtiği El kentinde, çevrede büyücülüğü ve kahinliğiyle
nam salmış Hocanım isimli kadını anımsadı. Bir kez annesi onun yanına götürmüştü
kendisini. Annesinin amacı; geceleri gördüğü kabuslarından, korkularından kurtulması için kurşun
döktürmek ve ayrıca,geleceği konusunda kehanette bulunmasını
istemekti.
Başının üzerinde tutulan alüminyum tabağın içine dökülen kurşun
sonrası ufak bir tasın içine koyduğu suyu incelemişti Hocanım... Bir süre hiç konuşmamıştı.
Gözlerinden dökülen birkaç gözyaşı su dolu tasın içine damlamıştı. Sonra Ber’e sarılarak
öpmüş, hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.
Kendisini oda dışına göndermişler, annesiyle hocanım kendi aralarında
fısıldaşarak konuşmuşlardı. Kulağını kapıya dayamışsa da bir şey
anlayamamıştı.
Yolda birlikte giderlerken annesine ne fısıldaştıklarını anlatması
için çok zorlamıştı. Annesinin; ‘çok sıkıntı çekeceğini, buna rağmen Hukuk fakültesini
bitirip Avukat olacağını, on üç yıl bu mesleği sürdüreceğini,’ Hocanım’ın
anlattığını söylemesi Ber’i tatmin etmemişti. Bunun için kendisini oda dışına
çıkarmaları gereksizdi. Daha fazlası olmalıydı...
‘Sonra ne dedi?’ diye sorusunu yenilemişti. Annesi sadece nemli gözlerle
gözlerine bakmış, yanıt vermemişti. Ondan sonraki günlerde ısrarlı sorusuna yine yanıt
alamamıştı. Mutlaka kendisinin duymaması gereken özel bir şey olduğu, ısrarının
yararsız olduğu kanısına vardıktan sonra bir daha sormamıştı annesine...
Hocanım’dan nakleden annesinin belirttiği ‘Sıkıntı
çekme...’, ‘Hukuk Fakültesini bitirme...", "Avukat olma..." kehanetleri gerçekleşmişti. Hocanım
ile annesinin kendisini aydınlatmadığı fakat nemli gözlerle suskun kaldıkları kısmı
merak ediyordu... Kendi kendisine "Saçmalama!" dedi içinden. "Okumuş adamsın!... Hocanım, zamanında atmış,
tutmuş... Gelecek ancak yaşandıkça öğrenilir." Ber, buna rağmen bölük pörçük de olsa Med’inde
gelecek konusunda duyumsamaları olabileceğine inanmaktan kendisini alamıyordu... 'Onun altıncı hissinin
çok güçlü olduğu," sonucunu kabullenerek içsel tartışmasını sona erdirdi.
Med’e; görüşmeyi devam ettirme doğrultusundaki olumlu yanıtı doğrudan
vermek istemedi. Ani kıvırışlardan hoşlanmıyordu.
"Füze atılmayacağından nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye sordu.
Birden hatırına gelen soruyu da ekledi. "Ad kentinde bulunmuyorsun, galiba... Bu kadar rahat olduğuna göre..."
"Bende Ad kentinde ikamet ediyorum," diyerek merakını giderdi, Ber’in. "Tüm
dünya ülkelerinde gelecek düzenleme raporlarıyla önceden düzenlenir." dedikten sonra kısa bir sessizlik yaşandı.
"Düzenleme raporu sana yabancı gelebilir; ileride gerçekleşmesi istenen her şeyin önceden senaryo halinde düzenlenmesi
ve adım adım uygulanması anlamında düşünebilirsin... Toplumda kullanılan 'Gizli El' 'Derin Devlet'
'Egemen Güçler' 'Fiili Baskın Güçler' gibi kavramlara yakın bir anlam taşıyor fakat daha çok kapsayıcı."
Ber, hukukçu mantığına aykırı gelen senaryo, rapor kavramının
benzeş kullanılmasına itiraz etti. "Rapor, oluşmuş olan şeyler üzerinde yapılan incelemeyi
kapsıyor, senaryo da olmamışla ilgili değil mi?"
"Kültürüne hayranım," dedi Med. Ses tonunda alaycılık yoktu. "Ama ‘kesin
olacak şey olmuş gibidir.’ özdeyişini hatırlatmam gerekiyor. Düzenleme grubu senaristleri, senaryolarını
genelde gerçekleştirdikleri için rapor kavramını kullanıyorlar."
"Bu kadar bilgiye nasıl sahip olabiliyorsun? Artı, bu bilgilerin gerçekliğinden
bu kadar emin olmanı da garipsiyorum..." Derin bir soluk alıp verdikten sonra devam etti Ber.. "Sen de bir kısım
insanlar gibi komplo teorileriyle mi uğraşıyorsun?"
"Bunların yanıtını ileride bir şekilde alacaksın."dedi Med. Sesi, kendinden emin ve güven vericiydi.
"Üst düzey ajanlar bile bu kadar kesin konuşmazken... Sen!"
"Ben ajan filan değilim Ber!" diyerek araya girdi. Sesi hafif kızgındı.
"Duyu ötesi algılamalarımla edindiğim bilgilerden sana sunuşlarda bulunuyorum."
Ber, onun kabullerine uygun olarak konuşmaya devam etmesinin daha uygun olacağını
düşündü. "Peki senin sözünü ettiğin Düzenleme grubu hakkında bilgi verebilir misin?... Bu kavram da; soyut
bir kavram."
"Yoğunlukla etkili üyeleri Birleşik Devlette... Bunlar genelde çıkar gruplarının
en üst düzey bireylerinden oluşma... Başka ülkelerde de, o ülkenin yurttaşlarından kurulu alt düzenleme
grupları var...Örgütlen-meleri o kadar ayrıntılı ki; küçük
bir ülkenin, küçük bir köyünde bulunan bireyin geleceğini bile bir şekilde düzenleyebiliyorlar..."
"Sizin önceki anlatımınıza göre Körfez krizi’de bir senaryo.. Her neyse,
rapor..."
"Aynen öyle..." diye yanıtladı, Med.
"Unutmayın ki, Saddam’ın, Kuveyt’i işgal etmesi dolayısıyla
uluslararası hukuk kurallarına aykırı davranmış olması nedeniyle ‘Çok Uluslu Devlet
Gücü" hukuk kurallarının uygulanması anlamında fiziki tepkide bulundu. "
Med, hayret dolu bir sesle "Senden daha değişik
çıkarımlar bekliyordum," dedi. " Saddam, her nasılsa
Düzenleyici Grubunun verdiği güvence ile Kuveyt’i işgal etmişti. Tabi ki aynı grup bu kez Saddam’ın
aleyhine çalışıyor görüntüsü verdi. Sonuçta; Doğunun geleneksel yapısında bulunan ‘Dışarıdaki
düşmana karşı yek vücut olma, içteki düşmanlıkları unutma’ gibi duyguları sömüren
lider, sallanmakta olan yerini daha da sağlamlaştırma konumuna girdi. Zarar gören halklar ve bireyler oldu.
Uluslararası Hukuk Uygulayıcısı olarak sözünü ettiğin birliğin asıl adının da
“Tek Ulus Etkin Çok Uluslu Devlet,’ olduğunu anımsatmama bilmiyorum gerek var mı?..." Yanıt
beklemiyordu. Devam etti. "Saddam’ın, Kuveyt’i işgalinden önce Halepçe’de çocuklar, yaşlılar,
kadınlar dahil binlerce insanın kimyasal, biyolojik gazlarla öldürmesi dehşeti karşısında ancak
korku filmi izleyicisi kadar etkilenip çenelerini kaşıyanların uluslararası hukuka bağlılıklarından
şüphe etmek gerekiyor sanırım. Kural ve değerleri yararlarına kullanmak için var ederler, gerektiğinde
askıya alırlar veya geri alırlar..."
Ber’den tepki bekledi. Gelmeyince konuyu değiştirdi, "Neyse bunlar uzun
konular..." dedi. "Bu akşam körfez krizine en çok sinirlenenlerden biri sen oldun, sanırım!"
"Evet! Ben oldum!... " diye yanıtladı Ber. "Nedeninibiliyor musun?..." Nedenini bilip bilmediğini merak ediyordu, bunu da bilirse pes diyecekti.
"Markız’la kahve içmeler ve sonrası malum olan şeylerden mahrum kalma..."
"Pes doğrusu... " dedi. "Pes!... Hala senin çok yakınlarımdan birinden bilgi
aldığını düşünüyorum," dedi Ber. "Ama, bu kadar bilgi sahibi olmanız garip."
"Eeee!..."
"Şaşırıyorum."
"Markız’la çıkmana da ben şaşırıyorum!"
"Dünya tatlısı biri..." dedi Ber. "En azından benim için öyle."
" Markız yüzünden birkaç sorun yaşayacaksın."
"Ne gibi?"
"Ayrıntıya giremem... Sadece bir uyarıda bulunmak istedim."
"Ortaya bir şey attığında açıklamasını da sun!" dedi
Ber. Kızmıştı. Duygusal hisler beslediği Markız’ın karalanmasına tahammül edemeyecekti.
"Kıskanıyor musun yoksa?" dedi gülerek Saldırı ve kışkırtıcı yoğunlukta
bir soruydu. "Bazı tahminlerinin tutması tüm olacakları kesin bilebileceğin anlamına da gelmez.."
"Onda kıskanabileceğim hiç bir özellik yok," diyen Med, Ber’in geleceği
kesin olan tepkisini beklemeden telefonu kapadı.
Ber, kapanan telefonun ardından ağzına gelen bildiği tüm kırmızı noktalı küfürleri
savurdu.
***
8
Sıcak gün... Güneş; yüksek oranda nemli havayla, insan vücudunu ıslak kavuruyor, terletiyor. Aslında
bedenlerden çıkan bildik saf ter değildi. Sanki vücudun deri altı yağı, terle ve havadan etkili nemle
yoğunlaşarak akıyordu. Yağlı ve kaşıntı vericiydi.Bu karma salgı; Ad kenti insanının giysisiyle bedenini tutkal gibi birbirine yapıştırıyordu.
Kentin yaz mevsiminin özelliğiydi bu...
Kuru iklime sahip bölgelerden gelenler için bu kentin insanlarından duyumsadıkları
garip kokuya bir kaç haftalık sürede alışmaları ve aynı akıbete uğramaları nedeniyle
bu algı yok oluyordu.
Has, Hüs, Bes ve Kur isimli onüç, on altı yaşlarında gösteren dört kişi ikamet ettikleri Beylo
adlı gecekondu mahallesinden uzaklarda Ad kentinin en seçkin mahallesi Kerbe’nin gözde bulvarında yorulan
bacaklarıyla yıkılmadan yürümeye çabalıyorlardı.
Ceplerindeki son parayla almış oldukları dört ekmek, ikiyüz elli gram beyaz
peyniri; geri dönüş dolmuş parasını nasıl ödeyeceklerini düşünmeden boş kursaklarına
indirmişlerdi...
Tümü, bu yorgun, bitap halleriyle, artık evlerine kadar yürüyemeyeceklerinin kesin
kanısındaydılar..
“Aç kalsaydık!... Ekmek, peynir almasaydık!... Buna sen sebep oldun!...”
karşılıklı suçlamaları bile birbirlerine yapmışlardı. .
Kaldırım taşlarına oturdular. Her sökükten sonra dikilmekten dikiş
tutmayacak konuma gelmiş ayakkabılardan; ayaklarını özgürlüğe kavuş-turdular.
Kaşınan ayaklarını ovaladılar... Yağlı ter; su işlevini
görmüş, ovaladıkları bölümdeki kirli renk, ayaklarının nispeten beyaz bölümlerinin de kararmasına
neden olmuştu.
Has, karşılarındaki binayı parmağıyla işaret ederek. "Bir gün zengin olursam," dedi.
"Şu karşıdaki binaya benzer bir apartmanın en üst katında oturacağım. Ayağımı
balkondan aşağı sallayıp, sigara tüttüreceğim... Ama izmarit değil ha!...".
Hüs, "Olum!" dedi, ‘ğ’siz, ‘Oğlum’u’... "Ben senin yerinde olsam soğuk
su dolu leğene ayaklarımı koyardım."
Kur; "Ya bırakın bu hayalleri eve nasıl döneceğiz? " Lastik ayakkabıdan yer yer zedelenmiş
ve şişmiş ayaklarını göstererek, "Ben bittim... Hiç yürüyecek halim kalmadı. Sokakta mı
yatsak?... Ne yapsak?.. Akşam olacak!"
Bes, saçlarını kaşıyarak "Yav! Burada yatsak; güvenlik ekibi bizi hırsız diye karakola
götürür..." dedi. "Ekip görmese mahallede oturanlar telefonla bizi ihbar eder inan ki!.."
Hüs, "Bisikletimiz bile yoh lo!..." dedi, yutkunarak. "Olsaydı binerdik, sallardık aşağıya
doğru, yarım saatte evlerimize varırdık..."
Bes, "Sen sus! ‘Acıktım,’ dedin; bizi de acıktırdın... yoksa dolmuş parası
cebimizde olacaktı, paşa paşa evde oturuyorduk şimdi." dedi.
Has, "Hadi dua edelim!..."dedi, hafif gülümseyerek. "Yerde para buluruz belkim."
Bu söz diğerlerinin acı acı gülmesine neden oldu. Sonra durgunlaştılar, sessizleştiler...
Bulvardan geçen arabaların çıkardığı sesleri dinlemeye başladılar.
Hüs, "Yav! Ya, Saddam akşam bizim mahalleye füze atarsa?..." diye sordu.
Bes, "Yok, yav!.." dedi. Bilgiç tavırlar takınarak. "Kur’un babası bugün ikindiye kadar Beylo
mahallesine atacak, demişti... Değil mi Kur’o?..."
Sorunun muhatabı Kur, başını öne eğmekle yetindi.
Has, "Yav, benim kafam yatmadı bu işe," dedi.
"Hangi işe?" diye açılım istedi, Hüs.
"Saddam’ın, Halepçe’ye attığı füzelerden Ad kentinde bulunan kürtlere de atacak denmişti,"
Yanıt beklemeden devamını getirdi. "Beylo mahallesi dışında bizim dili konuşanların
yaşadığı başka mahallelerde var... Niye yalınız Beylo?"
"Olum!... Kur!... Cevap versene lo?..."
Kur, başı önüne eğik vaziyette istifini bozmamaya, renk vermemeye çalışıyordu.
Kur, zorunlu konuşacaktı. Şimdi konuşması daha yararınaydı. Kendilerinin öğrenmesi
halinde daha çok sinirlenebilirlerdi. "Babam, böyle bir şey söylememişti. Yalan söyledim size..."
"Neden?"
"Neden?"
"Neden?"
"Neden mi?... Ben bu mahalleyi, ömrümde görmedim." dedi. Apartmanları gözleriyle tarayarak. "Kimse getirmiyordu
beni buraya..." sözlerini tamamlayamadı. Has’ın tokadı suratında patladı. Kur ağlamaya
başladı.
"Lan! Bize doğrusunu söyleseydin seni getirmeyecek miydik."
Bes, olgun rolü kaptı ortamdan."Olan olmuş yeter..." dedi.
Sessizliğe boğuldular yeniden.
Has, aniden yerinden kalktı canlanmış gibiydi. Koşar adımlarla karşı kaldırıma
geçti.
Arkasından gelen "Nereye!" bağırtılarına kulak tıkadı.
Has, adımlarını sıklaştırarak tek başına yürümekte olan
otuz
yaşlarında atletik yapılı kişinin yanına varmıştı.
Yürüyüş hızını düşürmeden ilerleyen adam, yanında biten Has’a "Ne var?... Ne istiyorsun?...
sorularını ünlemli yöneltti.
Has "Abi! Sana bir şey söyleyebilir miyim?"
dedi, parmağını öğretmeninden söz hakkı isteyen bir öğrenci gibi kaldırarak.
Adam, elini en nazik tabirle "Çekil git!" gibisinden salladı.
"Amca!... Amca!..." diye seslendi, inatla Has. "Biz burada kaldık!... Yol paramız yok abi!..."
Adam cümle sonunu beklemeden bir tokat attı Has’a. Arkasından ikincisini yolladı diğer yanağa...
Kur, Bes bu görüntü karşısında koşar adım olay yerine vardılar. Nefes nefese kalmışlardı.
"Amca! Niye vuruyorsun,"diyerek araya girdiler. Bu fayda etmedi. Ancak tokatlardan kendileri de nasiplen-mişlerdi.
Bes, adamın gücü ve görüntüsü karşısında gerekli ve yeterli yanıtı veremeyeceklerini
anlamakta gecikmedi. Cebindeki çakı bıçağını çıkararak korkutma amacıyla; adamla kendisi
arasında bulunan boşluğa rast gele sallamaya başladı. "Amca!" diyordu bu arada. "Valla seni bıçaklarım!
Vurma bize!... " Ses titrekti. Fakat korkunun verdiği etkiyle oluşmuş cesaret içerikliydi.
Bu duruş ve hareket adamın geri çekilmesini sağlamıştı.
Has, "Hadi kaçalım! "diye bağırdı.
Geç söylenmiş bir uyarıydı.
Güvenlik ekip otosunun yanlarında acı bir fren yaparak durduğunu fark ettiler. Üçünün de gözleri korku
doluydu vesonuna kadar açılmıştı.
Otodan inen görevlilerden biri sorması gereken soruyu yöneltti, "Burada neler oluyor?..."
Adam, önce atıldı. "Ben Yalşik!..." diyerek önce kendisini tanıttı. "Bu çocuklar benden zorla
para almaya çalışıyorlardı. Onlara karşı koymak zorunda kaldım..." Has’ın burnundan
akan kanı seyrederek, "Yetişmeseydiniz beni bıçaklayacaklardı..."dedi.
Güvenlik görevlilerinden biri, "Doğru mu, çocuklar?" diye sordu. Çocukların yanıtını beklemelerine
gerek yoktu. ‘Söz Uçar, yazı Kalır...’ Sözlü ifadelerin bir yararı yoktu. "Hadi dolmuşa binin,"
diyerek ekip otosunu işaret etti. "Karakola gideceğiz. Orada anlatırsınız..." Yalşik, isimli
kişiye dönerek, "Beyefendi sizinde ifadenizi almamız gerekiyor. Lütfen, sizde bizimle geliniz!" dedi.